Akrabalarımdan biri aniden öldü. Kadınla daha önce hiç karşılaşmamıştım. 4 yaşında bir kızı vardı. Kızın ismi Yuki'ydi. Babası onu kendi başına büyütemezdi, o yüzden halamdan kıza bakmasını istemişti.
Küçük kız yalnız bırakılmayı reddediyor, ve halamın yanından hiçbir zaman ayrılmıyordu. Bu bir problem olmaya başlamıştı. Halam Yuki olmadan hiçbir yere gidemiyordu. Sürekli ilgiye ihtiyaç duyuyordu. Halamın kendi öz kızı bile kıskanmaya başlamıştı.
Bir gün, halam bir kaç günlüğüne şehir dışına çıkması gerektiğini söyledi ve küçük kıza onun için bakıcılık yapıp yapamayacağımı sordu. Bunun benim için bir zevk olacağını söyledim. Yalnız yaşıyordum ve bir arkadaş iyi olabilirdi.
Bir kaç gün sonra halam Yuki'yi getirdi. Giderken küçük kızı kenara çekti ve "Yuki, lütfen iyi bir kız ol. Uslu dur." dedi.
Halam gittikten sonra Yuki'yle konuşmayı ve oyun oynamayı denedim, ancak küçük kızın davranışları çok garipti. Kolunun altında sıkıca tuttuğu ve hiç bırakmadığı bir oyuncak ayı vardı. Asla gülmüyordu. Asla konuşmuyordu. Yaptığı tek şey sessizce bir köşede oturup duvara bakmaktı. Bu beni biraz huzursuz ediyordu.
Onu neşelenedirecek bir şeyler bulmaya çalışıyordum. Yeni bir dijital kamera almıştım, o yüzden Yuki'nin eski olanla oynamasına izin verdim. Kamera'yı gördüğünde gözleri parıldadı. Ona kamerayı nasıl kullanacağını gösterdim, apartmanda gezerek her şeyin fotoğrafını çekmeye başladı. Yüzünde parlak bir gülümseme vardı.
O akşam Yuki'yle uğraşmanın ne kadar zor olduğunu keşfettim. Ne zaman odadan çıkmaya çalışsam ağlamaya başlayıp bana sesleniyordu. Onu yalnız bırakamadım, yoksa büyük bir gürültü çıkarıyordu. Banyoya bile benle gitmekte ısrarcıydı, oldukça utanç verici.
Yatma zamanı geldiğinde ayrı odada kalmayı reddetti ve benim yatağımda uyumak için ısrar etti. Ona bir masal okudum ve bir süre sonunda onu uyutmayı başardım. Ayıcığını o anda fark ettim. Ayaklarından biri kömürleşip kararmıştı, sanki yanmış gibi. Merakımı uyandırdı.
Gecenin bir yarısı garip bir sesle uyandım. Diğer tarafa döndüğümde Yuki'de ters giden bir şeyler olduğunu gördüm. küçük kızın bedeni titriyor, sarsılıyordu.Gözleri iyice açılmıştı, dişleri takırdıyordu ve gözyaşları akıyordu. Onu kendime yaklaştırdım ve ne olduğunu sordum.
"Yine bana bakıyor," diye mırıldandı.
Şaşkınlıkla "Kim?" diye sordum.
"Karanlık Kadın." diye cevap verdi.
Daha fazla şey söylemedi. Ona gördüğü şeyin hayal gücü olduğunu söylemeye çalıştım ama kafasını sallayıp ağlamaya devam etti. Onu tekrar uyutmak çok uzun zamanımı aldı.
Sonraki gün Yuki yine iyiydi. Dijital kameramla oynamayı seviyordu. Eve gitme zamanı geldiğinde ona kamerayı alabileceğini söyledim. Yuki bana sarıldı. Hiçbir şey dememiş olmasına rağmen çok mutlu olduğunu söyleyebilirim.
Küçük kızı halamın evine bıraktım ve bir bardak çay içmek için kaldım. Halam Yuki'ye baktığım için teşekkür etti ve mutfakta bir süre sohbet ettik.
"Zavallı küçük şey," dedi "Annesi öldüğünden beri hiçbir şey söylemedi."
Merakıma hakim olamadım. "Yuki'nin annesi nasıl öldü?" diye sordum.
Halamın yüzüne garip bir ifade yerleşti. "Yangında öldü..."
"Yangın nasıl başladı?"
"Şey..." Halam tereddüt etti, konuşmak konusunda isteksizdi "Çok üzücü bir hikaye. İntihar etti. Yuki'nin annesi çok sorunlu bir kadındı. Kendi üstüne benzin döktü ve bir kibrit yaktı. Kendini canlı canlı yaktı."
"Tanrım! Ne kadar korkunç!"
"Evet," dedi halam "Ailesi şok olmuştu, olayı unutturdular ve bir kazaymış gibi davrandılar. Küçük bir cenaze yaptık ama sadece yakın akrabalar davetliydi. Yuki orda değildi. Annesinin öldüğünü bile bilmiyor. Sadece uzun bir tatilde olduğunu düşünüyor. Ona söyleyecek cesareti bulamadık."
"Zavallı Yuki," diye mırıldandım.
Halam üzgün bir şekilde onayladı "Zavallı Yuki."
Birkaç gün sonra Yuki öldü.
Halam Yuki'nin davranışlarını değiştirmeye çalışıyordu. Gece onu kendi başına yatması için zorlamıştı. Yuki çığlık atıp ağlamasına rağmen halam orda onu yalnız bırakıp kapıyı kilitlemişti. Sabah Yuki'yi hareketsiz bir şekilde yatakta yatarken bulmuştu. Zavallı küçük kız ölmüştü.
Kimse ne olduğunu anlayamadı. Doktor bir ölüm sebebi bulamamıştı. Vücudunda iz yoktu. Mükemmel bir şekilde sağlıklıydı. Gece yarısı esrarengiz bir şekilde ölmüştü. Açıklama yoktu.
Cenazeden sonra halamın evine döndüm. Herkes çok üzgündü. Halam Yuki'ye verdiğim dijital kamerayı iade etti. Kamerayı eve götürdüm. Onu hatırlamam için bir hatıraydı.
Hafıza kartı Yuki'nin rastgele çektiği fotoğraflarla doluydu. Gözlerimden yaşları silerek hepsine teker teker baktım. Evimin fotoğrafları, halamın evinin fotoğrafları, çiçeklerin, köpeklerin, oyuncakların, şekerlerin... bir çocuğun çekebileceği şapşalca fotoğraflar.
Sonra, en sondaki resme geldim. Ve kanım buz kesti.
Ellerim titriyordu.
Çığlık atmak istedim ama sesim çıkmıyordu.
Fotoğraftaki tarih Yuki'nin öldüğü geceyi gösteriyordu.
İşte küçük kızın kameramla çektiği son fotoğraf...
29 Aralık 2015 Salı
23 Aralık 2015 Çarşamba
"Jane the Killer"
Dinle, sana bunları anlatmamın tek sebebi şu "Jane the Killer" hikayesinin beni sinir etmeye başlaması.
Gerçek adım Jane Arkensaw, başka bir deyişle "Jane the Killer". Anlatacaklarım Jeff'le nasıl tanıştığım, böyle görünmemin nedeni ve Jeff'i öldürmek isteme sebebim.
Sokağın karşısına yeni bir ailenin taşındığını duyduğumda o kadar da şaşırmadım. İyi bir mahalleydi ve nerede olduğu düşünülürse ev oldukça ucuzdu. Sanırım her şey cehenneme döndüğünde 13-14 yaşımdaydım.
Taşındığı zaman Jeff'le hiç gerçekten konuşmamıştım. Açık olmak gerekirse onunla hiç konuşmamıştım ta ki... o geceye kadar. Ama bunun hakkında konuşmak için daha çok erken. Jeff hakkındaki ilk izlenimim iyi bir çocuk olduğu yönündeydi. Muhtemelen iyi notları vardı, kavga gürültüden uzak dururdu, hatta belki birine açılsa havalı bir çocuktu.
Kardeşi Liu, ailesini hep birinci planda tutuyor gibi görünüyordu. Kardeşiyle birlikte (Jeff) kaldırımda oturuyorlardı. Tabii ki sadece tahmin yürütüyordum ve incelemeyi çok takmadım çünkü camdan onlara bakarken okula hazırlanıyordum ve geç kalmak üzereydim. Geç kalmak benim için sıradışı bir durumdu çünkü herhangi bir şeye geç kalmam çok zordu. Özellikle okula.
Randy'yi ve yardakçılarını o aptal kaykayıyla Jeff ve Liu'ya diklenirken gördüğümde hiç şaşırmadım. Randy zorbadan başka bir şey değildi. Her zaman kendinden küçüklere bulaşırdı.
Hatta Randy ailemin diğerleri gibi otobüse binmeme izin vermeyip beni okula kendilerinin bırakmak istemelerinin sebebiydi. Herkes yemek parasını ya da nakit parasını zorla topladıkları sözde bir "yol parası" yüzünden Randy'ye ve yardakçılarına vermek zorundaydı.
Hepimiz Randy'nin tayfasının bıçak taşıdığını biliyorduk ve aldıkları paradan bloktaki başka çocuklara bahsedersek bıçaklarıyla bizi tehdit edeceklerini de biliyorduk. Hepimiz, ancak geri kalanlarımız gibi gözlerini korkutmaya çalıştıkları yeni çocuklar hariç.
Randy'nin onlarla konuştuğunu pencereden gördüğümde başımı başka yöne çevirdim. Pısırıkça bir hareketti ama başka bir çocuğun parasını Randy'ye verişini izlemekten daha önemli işlerim vardı. Ancak merakım baskın geldi ve birkaç saniye sonra dönüp baktım. Gördüğüm şey karşısında nutkum tutuldu. Şimdi Jeff dikleniyordu ve görünüşe göre Randy istediğini elde etmişti.
"Otur oturduğun yerde. Aptallaşma." diye düşündüm.
Ardından Jeff'in Randy'nin suratına yumruğu geçirdiğini ve bileğini kırdığını gördüm.
"Aman Tanrım." diye fısıldadım. Sonra "Seni aptal!" diye bağırdım.
Ailem alt kata koştu ve ne olduğunu sordular. Dışarı bakıp neler olduğunu gördüler. Jeff çoktan sıska olan çocuğu çizmişti, galiba adı Keith idi, ve çocuk kendini yere atıp bağırmaya başladı. Troy sadece tek yumrukla yere yığıldı. Evim Jeff ve kardeşinin oturduğu yerin karşısında olmasından ve ön taraftaki camların büyük olmasından bütün olayı gördük. Ya da en azından ben gördüm. Ailem kardeşlerin cüzdanları Randy tarafından gasp edildikten sonra geldi. Yani bütün gerçeği bilmiyorlar.
Jeff'in kavga edişini izlemek rahatsız ediciydi. Bundan fazla zevk alıyordu. Birden boğazım düğümlendi, sanki olmaması gereken bir şeyler oluyormuş gibi. Liu'nun yüzündeki bakıştan anlaşıldığı kadarıyla Jeff'in bu taraklarda bezi yoktu. Sonraki bildiğim şey siren sesleri duyduğum ve yeni çocukların tabanları yağladığıydı. Polisler otobüs şoförüyle beraber "mağdurları" soruşturmak için geldiler. İyi olacaklar gibi görünüyordu. Bilirsiniz, onların başının altından çıkan bunca pisliğe rağmen.
Babama bir narkotik polisi tarafından çamur atıldığından beri ailemin politikası "polislerden uzak dur" olduğundan siren sesi duyduğumuzda arka bahçeye indik ve arabaya binip oradan ayrıldık.
Ailem beni okula bırakırken Jeff'le asla konuşmamamı istediklerini açıkça belirttiler. Onlara karşı gelmedim.
İlk derslerim resimdi yani Jeff'i son derslere kadar görmedim. Resmimdeki renkleri hala görebiliyordum ama yeterince uğraşırsam. Geriye kalan her şey, baktığım her şey griydi. Sanırım bu birinin masumiyetini kaybettiğinde ödediği bedel.
Jeff'i son teneffüse kadar görmedim. Gördüğümde ise..hiçbir şey olmamış gibiydi. Başta neşeli taklidi yapıyor sandım, bu sayede insanlar işlediği suç hakkında şüphe duymayacaklardı. Ama o gerçekten neşeliydi.Açıkça söyleyebilirim ki, yeni okulun verdiği heyecan değildi bu.Takındığı gülücük bana sadistçe geliyordu. Deli bir adamın gülüşüydü. Öğretmenler zili çaldı ve zille beraber olabildiğim kadar hızlıca kapılardan fırladım. Ben hariç kimse Jeff'in gerçekte ne olduğunu bilmiyordu. Bir ucube olduğunu.
Sonraki gün mevzu çıkmadan geçecek gibi görünüyordu. Sonra Jeff'in evinin önündeki polis arabasını gördüm.
"Demek seni yakaladılar." dedim içimden.
Kimse böyle bir şeyden paçayı sıyıramazdı (bilirsin, bütün mahallenin gözü önünde). Ancak kimi yakaladıkları konusunda yanılmışım.Beklediğim gibi Jeff'le dışarı çıkacakları yerde polisler kardeşi Liu'yla çıktılar.
Jeff'in suçu kardeşine yıktığı düşüncesi tam beynimde beliriyordu ki Jeff "Onlara benim yaptığımı söyle, Liu!" diye bağırarak evden fırladı (duyabiliyordum çünkü evin kapısı açıktı.).
Liu'nun, Jeff'in bu taşkınlığına verdiği cevabı duymadım ama kesinlikle Jeff'in duymak istediği şey değildi. Birkaç saniye sonra polis Liu'yu götürdü ve Jeff annesiyle dışarıda kaldı.Birkaç dakika sonra ise annesi içeri girdi ve Jeff'i dışarıda bıraktı. Sokağın karşısından duyamasam da, söyleyebilirim ki ağlıyordu.
Kim ağlamazdı ki?
Ertesi gün Liu hakkında dedikodular yangın gibi yayıldı. Dedikoduların başlaması uzun sürmüştü halbuki. Çünkü Randy'nin eline verdiklerini konuşmaktan çekiniyorlardı. Birkaç gün okula gelmeyeceğini öğrendiklerinde, herkes bu fırsattan faydalanıp mümkün olduğunca tadını çıkarmaya karar verdi. Ve böylece birsürü rastgele saçmalık ortaya çıkmış oldu.
"Liu'nun, Keith'in kolunu kesip attığını duydum!"
"Öyle mi? Ben de duydum ki Liu, Troy'un karnına öyle sert vurmuş ki herif kan kusmuş."
"O da bir şey mi? Benim duyduğuma göre, Randy'yi öyle bir yumruklamış ki, Randy'nin burnu kafasının arkasından çıkmış."
Vesaire, vesaire...
Şahsen, Jeff'le veya kardeşiyle alakalı herhangi bir şeye karışmak istemedim. Ama... o kadar yalnız ve üzgün görünüyordu ki bu beni bir şeyler yapmaya zorluyordu. Böylece ona burada bir arkadaşı olduğunu ve Liu'nun duruşmasında gerçekte olanlar hakkında ifade vereceğimi söyleyen bir not yazdım. Notu ders başlamadan önce "J" harfiyle imzaladığım zarfın içine koyup sırasına bıraktım ve sınıftan ayrıldım. Geri geldiğimde Jeff sırasındaydı ve not gitmişti.
Günlerden cumartesiydi. Ben evde yalnızdım ve ailem işteydi. Yan komşunun çocuğu doğum günü partisi veriyordu. Odamın camını açtım ki ödevimi yaparken odama tatlı bir yel dolsun istiyordum. Ama çocuklar o kadar gürültü çıkarmaya başlamıştı ki camı kapatmaya karar verdim. Camı kapatmak üzereyken Jeff'in diğer çocuklarla oynadığını gördüm. Etrafta koşuşturuyor, çakma kovboy şapkalarından giyiyor ve oyuncak bir silahla ateş ediyordu. O kadar gülünç görünüyordu ki kahkahamı tutamadım.
"Belki de o düşündüğüm gibi bir canavar değildir." diye düşündüm. Düşüncemden dolayı kendimden utandım.
Tam camı kapatacakken Randy ve yardakçılarının geldiğini gördüm. Jeff'in olduğu yere, kaykaylarıyla çitlerin üstünden atladılar.
"Yine mi?!" diye bağırdım cam açıkken.
Randy ve Jeff'in küçük bir konuşma yaptıklarını gördüm ama çocukların bağrışlarından çığlıklarından hiçbir şey duyamıyordum. Randy, Jeff'in üstüne atıldı ve boğuşmaya başladılar. Telefonu alıp 911'i aramak üzereydim ki, Troy ve Keith'in bağrışını duydum:
"Kimse karışmasın yoksa silahlar patlar."
Pencereden tekrar baktığımda ikisinin de ellerinde silah olduğunu gördüm. Başkalarının hayatını riske atmadan polisi çağıramazdım. Zaten istesem de çağıramazdım çünkü telefonumun şarjı bitmişti. Jeff yerde tekmelenirken Randy'nin ayağını tuttu ve büktü. Randy yere düştü Jeff fırsattan istifade, eve gitmeye çalıştı. Ama Troy, Jeff'i yakasından tutup eve fırlattı. Cam kırılması duydum ve onu öldüreceklerini biliyordum.
"Randy, seni götlek!" diye bağırdım ama diğer çocukların bağrışları, sesimi bastırdı.
Daha fazla bekleyemezdim, ebeveynlerimin yatak odasına gidip babamın telefonunu aramaya başladım. Bir umut evde bırakmıştır diye. Kalbim küt küt atıyordu. Yardım çağırmam ne kadar uzun sürerse birinin öldürülme ihtimalinin o kadar arttığını biliyordum. Sonunda yatağın altında telefonu buldum. Numaraları tuşlamak için hiç zaman kaybetmedim.
"Alo Polis İmdat, buyrun?"
"Yardım etmeniz gerek, yanımdaki evde acil bir durum var! Birkaç kişi çitten atladı ve birini dövüyorlar! Silahları var ve acele etmeniz gerek, lütfen!"
"Pekala hanımefendi, şimdi bana adresinizi söyleyin ve yardım göndereceğim."
Çabucak kendi adresimi ve yan evin adresini verdim.
"Lütfen acele edin!" diye ekledim.
"Her şey yoluna girecek, lütfen hattan-" PAT PAT PAT!!
Yan evden gelen silah sesleri duydum. ciyakladım ve telefonu düşürdum. Yere çarptı ve kırıldı. Hemen cama koşup neler olduğunu öğrenmeye çalıştım. Camdan kafamı çıkarır çıkarmaz alevlerin harlanışını ve çığlık seslerini duydum. Jeff'i bir daha gördüğümde öyle çığlık atmasını sağlayacağım. O çığlığı benzetebildiğim tek şey bir hayvanın canhıraş çığlığıydı. O zamanlar o ses beni dehşete sürüklemişti. Ama şimdilerde ise kulağıma müzik gibi geliyor ve o çığlık sesinden daha çok duymak istediğim bir şey yok.
Alevlerin sanki kızgın bir ejderha varmış gibi evden dışarı püskürdüğünü gördüm. Aşağı koştum ve mutfaktan yangın söndürme tüpünü kapıp dışarı fırladım. Koşarken söndürücünün acil durum pimini çektim. Şansıma içeri daldığımda kapı kilitli değildi. Ama Jeff'i gördüğüm anda donakaldım.
Merdivenlerin dibinde neredeyse tamamen yanarak yatıyordu ve yetişkinler onu söndürmeye çalışıyordu. Bütün kargaşada teninin parçalarını görebiliyordum. Bazı kısımlar pembe, bazı kısımlar tamamen kavrulmuş, ama tamamen kırmızıyla kaplanmış. Gördüklerim karşısında çığlık attım ve bayıldım. Son hatırladığım şey bazı yetişkinlerin bana doğru koştuğuydu. Bana yardım etmek için miydi yoksa yangın söndürücüyü almak için miydi bilmiyorum.
Kendime geldiğimde bir hastane odasında hasta kıyafetleri içinde yatıyordum. Birkaç dakika sonra içeri bir hemşire girdi. Uzun kahverengi saçlarını topuz yapıp şapkasının altına gizlemişti. Burada olmak istemiyor gibi görünüyordu. Ona ne olduğunu sordum.
"Bütün bildiğim seni buraya birkaç çocukla beraber getirdiler. düşüp kafanı yangın söndürücüsüne vurmuşsun." dedi sinir sinir.
"Yangın söndürücüsü mü?" elimi kaldırıp başıma dokundum. Portakal büyüklüğünde kocaman bir şişliğin etrafına sarılmış bandajlar hissettim. Ardından Jeff'i hatırladım.
"Benimle gelen bir çocuk vardı, yanıkları olan hani, o iyi olacak mı?"
İç geçirdi, "Bak, seninle beraber buraya yanıkları olan iki çocuk daha geldi. Sırf erkek arkadaşın diye onu görmene izin vermeyeceğim."
Isının yüzüme çıktığını hissettim. "O benim erkek arkadaşım değil! Ben sadece onun için endişelendim! Sen de gözünün önünde diri diri yanan biri için endişelenmez miydin?!" sesimi sabit tutmaya çalıştım ama yalan söylüyormuşum gibi titredi.
"Her neyse, bu arada ailen geldi. Onları görmek ister misin?"
"Evet, elbette!" beni bu hemşireden kurtaracak her şeye varım.
Ailem içeri girdi ve sonunda hemşire gitti. Ne olduğunu sordular. Her şeyi anlattım. Kavgayı, bıraktığım notu, her şeyi.
"Randy'nin sağlam pabuç olmadığını biliyordum!" dedi annem.
"Jeff'in durumu hakkında bir şey duydunuz mu?" diye sordum.
"Hayır, hiçbir şey duymadık," dedi babam, "sana olanları duyar duymaz hemen buraya geldik."
"Peki size kim söyledi?" Partide ailemin tanıdığı birini gördüğümü sanmıyordum.
"Bizi hastane aradı." dedi annem.
"Mantıklı." tabii ki bana göre mantıksızdı. Herhangi bir kimlik kartım olmadan beni nasıl tanıyabilirlerdi ki?
Kapının önünde orada dikilen bir adam ve bir kadın gördüm. Ailem bakışımı takip etti ve onlar da gördü.
"Pardon, acaba burası Jane Arkensaw'un odası mı?" diye sordu kadın.
"Evet," dedi annem, "siz kimsiniz?"
"Ben Margret ve bu da Peter, kocam." yanındaki adamı gösterdi. "Biz Jeff'in ailesiyiz."
Yatağımda doğruldum.
"Ben Isabelle, bu da benim kocam Greg ve kızımız Jane." diye tanıttı annem.
"Demek sen yangın söndürücüyle içeri dalan kızsın." dedi Margret
Hemencecik "Evet," diye yanıtladım. Aslında biraz utanmıştım. "oğlunuz iyi mi?"
"Birkaç saat önce ameliyattan çıktı. Doktorlar iyi olacağını söylüyor."
Bunu duymak beni rahatlatmıştı. "Bu iyi bir haber." dedim. "Bakın, Jeff ve Liu'ya okulun ilk günü neler olduğunu biliyorum..." ve Jeff'in ailesine gerçekte olanları anlattım.
"Jeff'in böyle bir şey yapabileceği aklımızın ucundan dahi geçmezdi." dedi babası.
"Liu'nun kimseyi dövmediği hakkında ve Jeff'in, Randy ve çetesini, sadece meşru müdafaa* olarak dövdüğü hakkında ifade vermeye niyetliyim."
"Gerek yok," dedi Margret. "Liu çocuklara olanlardan sonra tahliye edilecek."
"Güzel."
"Sana oğlumuzu kurtarmaya çalıştığın için teşekkür etmeye gelmiştik, Jane. Sizin neslinizde Sadece kendini düşünmeyen insanların olduğunu görmek yüreğimi ısıtıyor."
Kızardım, "Benim yerimde kim olsa aynısını yapardı." yere baktım, "Ben kahraman değilim."
"Saçmalık!" dedi Margret. "En azından Jeff hastaneden taburcu olunca bize yemeğe gelin!"
Anneme ve babama baktım. "Bizim için bir onurdur," dedi annem.
"Anlaştık o zaman! Jeff taburcu olur olmaz sizi arayacağız." vedalaştık ve gittiler.
Yaklaşık 2 gün geçtikten sonra beni taburcu etmişlerdi. Bu süre zarfında ailesiyle veya Jeff'le hiçbir şekilde iletişim kurmamıştım ama kardeşi Liu'nun salındığını ve Jeff'in yaralarının iyileşmekte olduğunu öğrendim.
Okula döndüğümde bütün ilginin merkezindeydim. Aşağı yukarı o evde olanları gören tek kişi ben olduğum içindi. Ama olayı sadece arkadaşlarım Dani, Marcy ve Erica'ya anlattım. Onlara ne diyeceğimi bilmiyordum ben de bu yüzden olayı anlattım.
"Görünüşe göre Jeff'in eline vermişler," dedi Dani. Simsiyah saçları safir mavisi gözleri vardı. Genelde aramızdaki en aklı havada kişi oydu.
"Şey, en azından dövüşerek dayak yedi. O aptalları kendisiyle beraber hastanelik ettiğini duydum." Erica kıkırdadı. Hep 80'lerden fırlamışcasına giyinirdi. Uzun diz üstü gökkuşağı renklerindeki çorapları, onlara uygun saçı ve hep sırt çantası taşıması...
"Aynı zamanda Jane'in de hastanelik olmasına sebep oldu. Belki Jane de Jeff'i dövmeye çalışıyordu ha," Marcy kahkahayı patlattı. O küçük gurubumuzun hanım hanımcık kızıydı. Sarışın, kahverengi gözlüydü ve ne zaman görsek üzerinde pembe bir şeyler vardı. Bazen tişörtünde bazen takılarında illa ki pembe vardı. Tanıdığım en büyük drama kraliçelerinden biriydi. Her zaman gerçekleri çarpıtırdı ya da yalanları gerçek gibi gösterirdi.
"Sana söyledim,oraya Jeff'e yardım etmeye gittim çünkü yanlış olan bir şeyler vardı." diye homurdandım. Ben "sade-Jane"dim, kahverengi saçlar, yeşil gözler ve tamamen alışılmış bir çehre.
Marcy dramatik sesiyle, "Ya da belki... sevdiceğini gidip kendisine yardım bulmadan önce son bir defa görmek istedin."
Ona yemek tabağı büyüklüğünde gözlerle baktım.
"N..Ne??"
"İnkar edemezsin, Jane Arkensaw! Sen Jeff'ten hoşlanıyorsun!"
Marcy bunu der demez vücudumdaki her bir kan damlası yüzüme hücum etti.
"Ne?! Hayır! Ben sadece ona yardım etmek istemiştim hepsi bu!"
"Yalancı! Seni masasına not bırakırken gördüm! Neydi o? İlan-ı aşk mektubu muydu yoksa?"
"Hayır! Öyle bir şey değildi! Ben sadece-"
"Yani ona bir not bıraktığını itiraf ediyorsun?"
"Neyi ima ediyorsun?"
"Sadece tahmin yürütüyordum," bana alaycı ufak bir gülücük attı ve cevabımı beklemeye başladı.
Diğer kızlar bana gülmeye başladı.
"Jane, bu sadece bir şakaydı, seninle kafa buluyordum!" dedi gülerek.
"Yüzün bir domatesten daha kırmızı!" diye kahkaha attı Erica.
"Hepinizden nefret ediyorum." diye homurdandım.
"Bu kadar ciddi olmasana!" Dani elini omzuma koydu. "Hadi, sınıfa gidelim."
Haftalar geçti ancak her şey normal görünüyordu. Hatta Liu birkaç arkadaş edinmiş bile. Her şey normaldi ve sıra dışı hiçbir şey olmadı. Ardından Liu yanıma gelip benimle Jeff hakkında konuştu.
"Pardon, adın Jane'di değil mi?"
Arkamı döndüm ve baktım,
"Evet. Sen Liu olmalısın, Jeff'in kardeşi."
"Aynen." biraz rahatsız görünüyordu. Ben de öyleydim.
"Şey, ailem Jeff'in bandajlarının birkaç güne açılacağını söylememi istedi. Yani yakında sizi akşam yemeğine davet eden bir telefon bekleyin."
"Şey, tamam teşekkür ederim," dedim.
Arkasını dönüp gitmek üzereydi ki,
"Hey, bak Jeff için yaptığın şey... gerçekten saygı duyulacak bir şey." dedim.
"Sağol. Duyduğuma göre sen de kardeşime yangın söndürücüyle yardım etmeye çalışmışsın. İyiymiş."
"Ya? Şey, sağol. Görüşürüz, sanırım."
"Evet, hoşçakal."
Yanımda küçük bir ses duyduğumda Liu'nun gidişini izliyordum,
"Erkek arkadaşını aldatıyorsun ha?"
"Neyy??" Arkamı döndüm, şaşırmıştım. Bu Marcy'ydi.
"Hem de kardeşiyle!" soluğu kesilmiş gibi yaptı.
"Kes sesini!" diye bağırdım. Emin olmak için hemen başımı çevirip Liu'nun duyup duymadığına baktım. Duymamıştı.
"Sınıfa gidelim artık." yine homurdandım.
Telefon gelene kadar aradan iki gün geçmişti. Annem açtı. Birkaç dakika sonra kapattı ve bana dedi ki;
"Jane, Jeff bugün hastaneden taburcu oluyormuş."
Baktım ve "Bu harika!" dedim.
"Görünüşe göre birkaç gün bedava akşam yemeği yiyeceğiz!" diye kıkırdadı.
Birkaç saat geçti ve sokağa bir arabanın yanaştığını duydum. Camdan dışarı baktım ve Jeff'in arabasının, evinin önünde olduğunu gördüm.
"Jeff eve döndü," diye düşündüm. Meraktan nasıl göründüğüne bakmaya karar verdim.Yüce Tanrı'm ne kadar da yanlış bir karar vermişim!
Önce babası çıktı, sonra annesi, ardından Liu. Ama Jeff'in bundan bundan daha farklı görüneceğini beklemiyordum. Omuzlarına düşen uzun siyah saçları vardı, beyaz kayış gibi ten, ve o sırıtma... O sırıtışı Randy, Keith ve Troy'u dövdükten sonra okulda yüzünde gördüğüm sırıtıştı.
Jeff tam bana baktı. Tam gözlerimin içine. O ruhsuz, sadist gözlerin ruhumu yaktığını hissedebiliyordum. Hala yazarken bile bu anıdan dolayı ürperiyorum. Bana bakmayı kestiğinde o sırıtışla bana tam 4 saat bakmış gibiydi. Ailesiyle eve yürüdüler. Kapılarını kapatana kadar nefes bile almamıştım. Ailem salona geldi ve ne olduğunu sordu.
Cevabım uzun, gürültülü bir çığlıktı. Ardından bayıldım.
Ayıldığımda hava kararmıştı. Ailem yatak odasında değillerdi. Evde ölüm sessizliği vardı. Kalktım ve aşağı kata indim. Bayılmadan önce üzerimde olmayan bir gecelik giyiyordum. Aşağı inip, mutfağa girdim. Işıklar, alışılmışın dışında, açıktı. Ailem her zaman odadan çıkarken ışığı kapatmamı söyler.
Masada bir not vardı.
Aldım.
Kağıda şu iki cümle karalanmıştı:
"Yemeğe gelmiyor musun? Arkadaşların da burada."
Şiddetlice titremeye başladım. Not elimden düştü. Salonun penceresine gidip baktım. Jeff'in evinde ışıklar açıktı. Oraya gitmem gerektiğini biliyordum ama az daha aklımı kaçıracaktım. Silkelenip tekrar baktım. Jeff cama yaslanmış elindeki bıçağı cama tıklatarak bana bakıyordu.
Tık. Tık. Tık.
Hala sırıtıyordu.
Tık. Tık. Tık.
Pencereden uzaklaşmaya başladım, gözlerimi ondan hiç ayırmadım. Biraz uzaklaşınca arkamı dönüp mutfağa doğru koşmaya başladım. Camdan bakmak için mutfağa girdiğimde, bütün gördüğüm cama yayılmış kırmızı lekeydi.
Dönüp mutfağa baktım. Her şey yerli yerinde görünüyordu. Bıçaklar bile. Birini aldım ve sıkı sıkı tuttum. Telefonu buldum ve 911'i aramaya çalıştım. Ama hat kesilmişti. Babamın telefonunun nerede olduğu hatta tamir edilip edilmediği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bulmak için yukarı çıkmak istemedim. Onu ararken arkamdan bıçaklanmak istemiyordum; ve komşulardan birinden yardım isteyecek olursam Jeff kimi rehin tutuyorsa öldürebilir veya zarar verebilirdi. Tek bir seçenek vardı: Jeff'le tek başıma dövüşmek.
Bıçağı daha sıkı kavradım ve kapıya gittim, ayakkabılarımı giydim ve dışarı çıktım. Dışarı adımımı attığım anda elim kapının kolundan ayrılmadı. Ama yapmam gerekeni biliyordum. Kapı kolunu bıraktım ve Jeff'in evine yürümeye başladım.
Evin kapısına yaklaşmaya başladığım zaman yavaşladım. Dizlerim titremeye başlamıştı, avuçlarım terliyordu ve nefeslerim sıklaşmaya başladı. Fark edene kadar kapının önünde köpek gibi sabit durmuş soluyordum. Cesaretimi toplayıp kapı kolunu tuttum, gözlerimi sımsıkı kapadım ve kapıyı ittim.
Sağ elimde bıçak, sol elimde kapı kolu, gözlerimi açamayacak kadar kormuş biçimde kapının ağzında bekliyordum. Taa ki, "Görünüşe göre başardın, arkadaşım. Başarmana sevindim." diyen bir ses duyana kadar gözlerim kapalıydı. Gözlerimi açmamla çığlık atmam bir oldu.
Uyandığımda yemek masasındaydım. Bıçağım gitmişti ve masaya baktığımda etrafta oturan insanlar gördüm. Ailem, Jeff'in ailesi, Liu ve arkadaşlarım. Hepsi ölmüştü. Yüzlerine birer gülücük kazınmıştı ve karınlarında kocaman kırmızı yarıklar vardı. Koku tarif edemeyeceğim derecede dayanılmazdı. Daha aldığım hiçbir kokuya benzemiyordu. Bu ölümün kokusuydu.
Çığlık atmaya çalıştım ama ağzım tıkanmıştı ve sandalyeye bağlanmıştım.İnanamayarak odaya baktım. Gözlerim, cesetlerin kokusundan ve görüntüsünden yaşlarla doldu.
"Bakın kim uyanmış."
Kafamı çevirdim ve yanıma baktım. Jeff oradaydı. Tekrar bağırmaya çalıştım ama ağzıma tıkadığı şey engel oldu. Birden yanıma geldi ve bıçağı boğazıma dayadı.
"Şşşşşş, arkadaşlarının yanında bağırman hiç kibar değil." bıçağı yüzümde gezdirmeye başladı. Bıçakla sürekli ağzımın kenarlarından yanaklarımın üstüne kadar görünmez çizgilerden bir sırıtış çiziyordu. O bunu yaptıkça ürperiyordum. Kafamı başka yöne çevirdiğimde beni masadaki manzaraya bakmaya zorladı.
"Bak bak bak, kabalık etme. Herkesi güzel yüzlerine bakmayarak aşağılıyorsun."
Masaya geri döndüm. Herkesin gülücük kazınmış suratına bakıyordum. Bazılarının karnındaki yarıktan hala taze kanlar akıyordu. Gözümden yaşlar akıverdi ve hıçkırmaya başladım.
"Yaa, n'oldu?" diye mırıldandı, "Onlar gibi güzel görünmediğin için üzüldün mü yoksa?"
Ona baktım. Ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. Ama yüzünü görür görmez başımı masaya tekrar çevirdim.
"Merak etme, seni de onlar gibi güzel yapacağım. Ne dersin?" bıçağı ağzımı bağladığı şeyle yüzüm arasına geçirdi ve bağı kesti.
Bağı ağzımdan tükürdüm ve bakışlarını yakalamak için direk gözlerinin içine baktım. Bana baktığında başını yana eğdi. Gözlerimi kapadım ve başka yere baktım.
"Git kendini becer," diye homurdandım. "Seni Joker çakması!"
Suratıma karşı kahkaha attı. Kahkaha atmasındansa sadece sırıtmasını tercih ederdim.
"Düşündüğümden daha komikmişsin."
Bana iyice yaklaştı. Tekrar başka yöne baktım. Nefesini tenimde hissediyordum.
"Arkadaş arkadaşa iyilik yapar değil mi? Ben de sana bir tane yapacağım."
Başımın arkasını bıraktığını hissettim. Arkama dönüp baktım ve odadan çıkmıştı. Masaya bir kez daha baktım, hepsini hafızama kaydettim. Daha birkaç dakika önce hayatta olan ailemi ve arkadaşlarımı hatırladım. Taze gözyaşları yüzümden akmaya başladı. Jeff döndüğünde hala ağlıyordum.
"Ağlama," dedi. "yakında bitecek."
Elindekilere baktım. Bir kase çamaşır suyu ve bir teneke dolusu benzin. Gözlerim faltaşı gibi açıldı ve yüzüne tekrar baktım.
"Elimde hiç votka yoktu. Sanırım bu da iş görür."
Beni çamaşır suyu ve benzinle ıslatmaya başladı.
"Acele etsek iyi olur. İtfaiyeyi çoktan aradım bile."
Ardından bir tane kibrit çıkardı.
Kibriti yaktı.
Ve bana doğru fırlattı.
Kibrit bana değer değmez alevler püskürmeye başladı. Mümkün olduğu kadar sesli çığlık atmaya başladım. Acı dayanılmazdı. Etimin eridiğini hissedebiliyordum. Ateş vücudumdaki her bir dokuya hücum ediyordu. Kan, damarlarımda buharlaşıyordu ve kemiklerim kömürleşiyordu.
Kendimden geçmeden önce Jeff'in kahkaha attığını ve, "Sonra görüşürüz arkadaşım! Umarım benim kadar güzel olursun!" dediğini duydum.
Her şey karardı.
Uyandığımda bir sedyedeydim. Baştan aşağı sargılarla sarılmıştım. Her şey dönüyordu. Nefes almak ve gözlerimi kırpmak canımı yakıyordu.
Etrafa bakındım ve boş bir oda gördüm. Yüksek sesle inledim çünkü ağzım da bandajlarla sarılıydı. Her şey acıtıyordu. Birkaç dakika sonra hemşire geldi.
"Jane? Beni duyabiliyor musun?"
Ona doğru baktım. Her şey daha da dönmeye başladı.
"Jane, ben senin hemşiren Jackie. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama aileni yangında kaybettik. Üzgünüm."
Gözyaşları yüzümden tekrar akmaya başladı. Hıçkırdım.
"Hayır tatlım, ağlama. Eğer ağlarsan nefes alamazsın."
Durduramıyordum.
"Jane, şimdi sana sakinleşmene yardımcı olacak bir şeyler vereceğim tamam mı?"
Dolaşım sistemime bir şeyin girdiğini hissettim ve tekrar uyuyakaldım.
Uyandığımda daha çok hareket edebiliyordum ve vücudum ilk uyandığım kadar çok sargılarla kaplı değildi. Etrafa baktım ve odamda çiçekler olduğunu gördüm. Bazıları tazeydi, bazıları ise kurumak üzereydi. Kalkmaya çalıştım ama hemşire gelip beni geri yatırdı.
"Yavaş ol, Jane. Bir süredir kendinde değilsin. Ağırdan al."
Konuşmaya çalıştım. Sesim zımpara gibi pürüzlü çıktı.
"Ne kadardır baygınım?"
"Yaklaşık iki haftadır. Acı çekmemen ve iyileşmen için seni tıbbi komaya yatırdık. Ben ilk uyandığın zaman gördüğün hemşireyim."
"Bana ayna ver." dedim.
"Jane, bunun akıllıca bir karar olduğ-"
"BANA BİR AYNA VER!"
Elime bir ayna sapının iliştiğini hissettim. Aynaya baktığımda yere düşürdüm. Aynanın parçalanması bilincimin parçalanışı yanında bir hiçti. Tenim kayış gibi ve kahverengiydi, kafamda bir tel bile saç yoktu ve gözlerimin altı sarkmıştı. Jeff kadar kötü görünüyordum.
Hafızam yerine gelmeye başladı. Şimdiye kadar hiç ağlamadığım kadar beter ağlamaya başladım. Hemşire bana sarılıyordu ancak pek faydası dokunmuyordu. Ağlamamın şiddetine rağmen kimsenin kontrol etmek için gelmemesi beni şaşırtmıştı. Bu arada iyice tükenmiştim. Zar zor konuşuyordum.
Birisi kapıya geldi.
"Pardon, Jane Arkensaw adına bir teslimatım var."
Jackie, "Onları ben alırım." dedi. Kuryenin bana bakmasını istemiyordum. Ben de karşıdaki duvara baktım.
"Birileri seni gerçekten önemsiyor, Jane. Görünüşe göre bütün bu çiçekleri sana aynı kişi yollamış ve bu sefer bir de paket yollamış."
Ona baktım. Kahverengi kurdeleyle bağlanmış pembe kağıtla kaplı bir kutu tutuyordu. Uzandım ve paketi aldım. Bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyordum.
"Pardon, yiyecek bir şeyler verebilir misiniz?" diye sordum nazikçe.
"Tabii, sana hemen bir şeyler getireyim." dedi Jackie gülümseyerek ve odadan ayrıldı.
Ellerim titriyordu. Kurdeleyi tutum ve çektim. Kurdele çözülünce kağıt yavaşça açıldı ve kağıdın altından kanımı donduran bir şey çıktı. Ağız kısmında kapkara bir gülücük olan ve gözlerinin etrafı da simsiyah beyaz bir maskeydi. Ayrıca maskenin gözlerini kapatan siyah dantelleri vardı. Yani başka biri gözlerimi göremezdi, ama ben onları görebilirdim. Kutuda bir de siyah balıkçı yaka bir elbise, siyah eldivenler ve güzel bukleleri olan bir peruk vardı. Bunların yanısıra en altta siyah güllerden bir buket ve keskin bir mutfak bıçağı vardı.
Maskeye iliştirilmiş bir not farkettim.
"Jane, üzgünüm seni güzel yapmaya çalışırken biraz saçmaladım. Bu yüzden sana iyileşip güzel görünene kadar idare etmesi için bir maske yolladım. Ayrıca, bıçağını bizde unutmuşsun. Geri istersin diye düşünmüştüm.
-Jeff"
Hemşire geri döndüğünde kutuyu yatağımın altına saklamıştım. Kutudan sadece çiçek çıktığını söyledim. Artık çiçeklerden bıkmış olmalıydı ki, hepsini atmıştı. Bu yüzden ona teşekkür ettim.
O gece, herkes uyumuş ya da eve gitmişken, gizlice çıktım. Giyecek tek şeyim o elbiseydi. Bu yüzden onu giydim ve koridorda sorumsuz bir hemşire tarafından unutulmuş bir çift ayakkabı buldum. Daha az şüphe çekici görünmek için peruğu da takmıştım.
Nereye gittiğimi bilmiyordum ve umursamıyordum. Sonunda yürümeyi bıraktığımda bir mezarlığın önündeydim. İçeri girdim ve iki tane mezar taşı buldum. Isabelle Arkensaw ve Gregory Arkensaw. Mezar taşlarının önüne oturdum ve bir kez daha ağladım. Kalktığımda güneş hayatımın yeni başlangıcıyla beraber doğmaya başlamıştı. Maskeyi taktım. Bıçağı elime aldım ve önceden tuttuğum gibi sıkıca tuttum. Arkamı dönüp doğan güneşe baktım, Jeff'ten öcümü alacağıma yemin ettim ve adımı Jane Everlasting* olarak değiştirdim. Çünkü Jeff'in ölümü olmak için deliliğinden bile ebedi olmak istediğim tek şeydi.
O günden beri Jeff'i bulmaya ve öldürmeye çalışıyorum.
Onun izini sürüyorum.
Onu avlıyorum.
Vahşi bir hayvanı avlar gibi peşindeyim.
Seni bulacağım Jeff, ve seni öldüreceğim.
Önüme çıkan fotoğrafta "Sakın uyuma, geri uyanamayacaksın." yazıyordu. Bu aşağı yukarı Jeff'in kurbanlarıyla ne yapacağımı açıklıyordu. En başta onları kurban olmaktan kurtaracaktım. Her kim onları Jeff öldürmesin diye öldürdüğümü söylüyorsa abartmış.
Eh, işte bu da benim hikayem. Gerçekliğini kabul edip etmemeniz bana kalmış bir şey değil. Eğer müsaade edersen, güneş batıyor. Yani av, bir kez daha başlıyor.
Ç.N: Uzun zamandır bu hikayenin beklendiğini biliyorum :3
Meşru müdafaa: Reflekse bağlı kendini savunma
Everlasting: Ebedi, sonsuz.
Jeff'i son teneffüse kadar görmedim. Gördüğümde ise..hiçbir şey olmamış gibiydi. Başta neşeli taklidi yapıyor sandım, bu sayede insanlar işlediği suç hakkında şüphe duymayacaklardı. Ama o gerçekten neşeliydi.Açıkça söyleyebilirim ki, yeni okulun verdiği heyecan değildi bu.Takındığı gülücük bana sadistçe geliyordu. Deli bir adamın gülüşüydü. Öğretmenler zili çaldı ve zille beraber olabildiğim kadar hızlıca kapılardan fırladım. Ben hariç kimse Jeff'in gerçekte ne olduğunu bilmiyordu. Bir ucube olduğunu.
Sonraki gün mevzu çıkmadan geçecek gibi görünüyordu. Sonra Jeff'in evinin önündeki polis arabasını gördüm.
"Demek seni yakaladılar." dedim içimden.
Kimse böyle bir şeyden paçayı sıyıramazdı (bilirsin, bütün mahallenin gözü önünde). Ancak kimi yakaladıkları konusunda yanılmışım.Beklediğim gibi Jeff'le dışarı çıkacakları yerde polisler kardeşi Liu'yla çıktılar.
Jeff'in suçu kardeşine yıktığı düşüncesi tam beynimde beliriyordu ki Jeff "Onlara benim yaptığımı söyle, Liu!" diye bağırarak evden fırladı (duyabiliyordum çünkü evin kapısı açıktı.).
Liu'nun, Jeff'in bu taşkınlığına verdiği cevabı duymadım ama kesinlikle Jeff'in duymak istediği şey değildi. Birkaç saniye sonra polis Liu'yu götürdü ve Jeff annesiyle dışarıda kaldı.Birkaç dakika sonra ise annesi içeri girdi ve Jeff'i dışarıda bıraktı. Sokağın karşısından duyamasam da, söyleyebilirim ki ağlıyordu.
Kim ağlamazdı ki?
Ertesi gün Liu hakkında dedikodular yangın gibi yayıldı. Dedikoduların başlaması uzun sürmüştü halbuki. Çünkü Randy'nin eline verdiklerini konuşmaktan çekiniyorlardı. Birkaç gün okula gelmeyeceğini öğrendiklerinde, herkes bu fırsattan faydalanıp mümkün olduğunca tadını çıkarmaya karar verdi. Ve böylece birsürü rastgele saçmalık ortaya çıkmış oldu.
"Liu'nun, Keith'in kolunu kesip attığını duydum!"
"Öyle mi? Ben de duydum ki Liu, Troy'un karnına öyle sert vurmuş ki herif kan kusmuş."
"O da bir şey mi? Benim duyduğuma göre, Randy'yi öyle bir yumruklamış ki, Randy'nin burnu kafasının arkasından çıkmış."
Vesaire, vesaire...
Şahsen, Jeff'le veya kardeşiyle alakalı herhangi bir şeye karışmak istemedim. Ama... o kadar yalnız ve üzgün görünüyordu ki bu beni bir şeyler yapmaya zorluyordu. Böylece ona burada bir arkadaşı olduğunu ve Liu'nun duruşmasında gerçekte olanlar hakkında ifade vereceğimi söyleyen bir not yazdım. Notu ders başlamadan önce "J" harfiyle imzaladığım zarfın içine koyup sırasına bıraktım ve sınıftan ayrıldım. Geri geldiğimde Jeff sırasındaydı ve not gitmişti.
Günlerden cumartesiydi. Ben evde yalnızdım ve ailem işteydi. Yan komşunun çocuğu doğum günü partisi veriyordu. Odamın camını açtım ki ödevimi yaparken odama tatlı bir yel dolsun istiyordum. Ama çocuklar o kadar gürültü çıkarmaya başlamıştı ki camı kapatmaya karar verdim. Camı kapatmak üzereyken Jeff'in diğer çocuklarla oynadığını gördüm. Etrafta koşuşturuyor, çakma kovboy şapkalarından giyiyor ve oyuncak bir silahla ateş ediyordu. O kadar gülünç görünüyordu ki kahkahamı tutamadım.
"Belki de o düşündüğüm gibi bir canavar değildir." diye düşündüm. Düşüncemden dolayı kendimden utandım.
Tam camı kapatacakken Randy ve yardakçılarının geldiğini gördüm. Jeff'in olduğu yere, kaykaylarıyla çitlerin üstünden atladılar.
"Yine mi?!" diye bağırdım cam açıkken.
Randy ve Jeff'in küçük bir konuşma yaptıklarını gördüm ama çocukların bağrışlarından çığlıklarından hiçbir şey duyamıyordum. Randy, Jeff'in üstüne atıldı ve boğuşmaya başladılar. Telefonu alıp 911'i aramak üzereydim ki, Troy ve Keith'in bağrışını duydum:
"Kimse karışmasın yoksa silahlar patlar."
Pencereden tekrar baktığımda ikisinin de ellerinde silah olduğunu gördüm. Başkalarının hayatını riske atmadan polisi çağıramazdım. Zaten istesem de çağıramazdım çünkü telefonumun şarjı bitmişti. Jeff yerde tekmelenirken Randy'nin ayağını tuttu ve büktü. Randy yere düştü Jeff fırsattan istifade, eve gitmeye çalıştı. Ama Troy, Jeff'i yakasından tutup eve fırlattı. Cam kırılması duydum ve onu öldüreceklerini biliyordum.
"Randy, seni götlek!" diye bağırdım ama diğer çocukların bağrışları, sesimi bastırdı.
Daha fazla bekleyemezdim, ebeveynlerimin yatak odasına gidip babamın telefonunu aramaya başladım. Bir umut evde bırakmıştır diye. Kalbim küt küt atıyordu. Yardım çağırmam ne kadar uzun sürerse birinin öldürülme ihtimalinin o kadar arttığını biliyordum. Sonunda yatağın altında telefonu buldum. Numaraları tuşlamak için hiç zaman kaybetmedim.
"Alo Polis İmdat, buyrun?"
"Yardım etmeniz gerek, yanımdaki evde acil bir durum var! Birkaç kişi çitten atladı ve birini dövüyorlar! Silahları var ve acele etmeniz gerek, lütfen!"
"Pekala hanımefendi, şimdi bana adresinizi söyleyin ve yardım göndereceğim."
Çabucak kendi adresimi ve yan evin adresini verdim.
"Lütfen acele edin!" diye ekledim.
"Her şey yoluna girecek, lütfen hattan-" PAT PAT PAT!!
Yan evden gelen silah sesleri duydum. ciyakladım ve telefonu düşürdum. Yere çarptı ve kırıldı. Hemen cama koşup neler olduğunu öğrenmeye çalıştım. Camdan kafamı çıkarır çıkarmaz alevlerin harlanışını ve çığlık seslerini duydum. Jeff'i bir daha gördüğümde öyle çığlık atmasını sağlayacağım. O çığlığı benzetebildiğim tek şey bir hayvanın canhıraş çığlığıydı. O zamanlar o ses beni dehşete sürüklemişti. Ama şimdilerde ise kulağıma müzik gibi geliyor ve o çığlık sesinden daha çok duymak istediğim bir şey yok.
Alevlerin sanki kızgın bir ejderha varmış gibi evden dışarı püskürdüğünü gördüm. Aşağı koştum ve mutfaktan yangın söndürme tüpünü kapıp dışarı fırladım. Koşarken söndürücünün acil durum pimini çektim. Şansıma içeri daldığımda kapı kilitli değildi. Ama Jeff'i gördüğüm anda donakaldım.
Merdivenlerin dibinde neredeyse tamamen yanarak yatıyordu ve yetişkinler onu söndürmeye çalışıyordu. Bütün kargaşada teninin parçalarını görebiliyordum. Bazı kısımlar pembe, bazı kısımlar tamamen kavrulmuş, ama tamamen kırmızıyla kaplanmış. Gördüklerim karşısında çığlık attım ve bayıldım. Son hatırladığım şey bazı yetişkinlerin bana doğru koştuğuydu. Bana yardım etmek için miydi yoksa yangın söndürücüyü almak için miydi bilmiyorum.
Kendime geldiğimde bir hastane odasında hasta kıyafetleri içinde yatıyordum. Birkaç dakika sonra içeri bir hemşire girdi. Uzun kahverengi saçlarını topuz yapıp şapkasının altına gizlemişti. Burada olmak istemiyor gibi görünüyordu. Ona ne olduğunu sordum.
"Bütün bildiğim seni buraya birkaç çocukla beraber getirdiler. düşüp kafanı yangın söndürücüsüne vurmuşsun." dedi sinir sinir.
"Yangın söndürücüsü mü?" elimi kaldırıp başıma dokundum. Portakal büyüklüğünde kocaman bir şişliğin etrafına sarılmış bandajlar hissettim. Ardından Jeff'i hatırladım.
"Benimle gelen bir çocuk vardı, yanıkları olan hani, o iyi olacak mı?"
İç geçirdi, "Bak, seninle beraber buraya yanıkları olan iki çocuk daha geldi. Sırf erkek arkadaşın diye onu görmene izin vermeyeceğim."
Isının yüzüme çıktığını hissettim. "O benim erkek arkadaşım değil! Ben sadece onun için endişelendim! Sen de gözünün önünde diri diri yanan biri için endişelenmez miydin?!" sesimi sabit tutmaya çalıştım ama yalan söylüyormuşum gibi titredi.
"Her neyse, bu arada ailen geldi. Onları görmek ister misin?"
"Evet, elbette!" beni bu hemşireden kurtaracak her şeye varım.
Ailem içeri girdi ve sonunda hemşire gitti. Ne olduğunu sordular. Her şeyi anlattım. Kavgayı, bıraktığım notu, her şeyi.
"Randy'nin sağlam pabuç olmadığını biliyordum!" dedi annem.
"Jeff'in durumu hakkında bir şey duydunuz mu?" diye sordum.
"Hayır, hiçbir şey duymadık," dedi babam, "sana olanları duyar duymaz hemen buraya geldik."
"Peki size kim söyledi?" Partide ailemin tanıdığı birini gördüğümü sanmıyordum.
"Bizi hastane aradı." dedi annem.
"Mantıklı." tabii ki bana göre mantıksızdı. Herhangi bir kimlik kartım olmadan beni nasıl tanıyabilirlerdi ki?
Kapının önünde orada dikilen bir adam ve bir kadın gördüm. Ailem bakışımı takip etti ve onlar da gördü.
"Pardon, acaba burası Jane Arkensaw'un odası mı?" diye sordu kadın.
"Evet," dedi annem, "siz kimsiniz?"
"Ben Margret ve bu da Peter, kocam." yanındaki adamı gösterdi. "Biz Jeff'in ailesiyiz."
Yatağımda doğruldum.
"Ben Isabelle, bu da benim kocam Greg ve kızımız Jane." diye tanıttı annem.
"Demek sen yangın söndürücüyle içeri dalan kızsın." dedi Margret
Hemencecik "Evet," diye yanıtladım. Aslında biraz utanmıştım. "oğlunuz iyi mi?"
"Birkaç saat önce ameliyattan çıktı. Doktorlar iyi olacağını söylüyor."
Bunu duymak beni rahatlatmıştı. "Bu iyi bir haber." dedim. "Bakın, Jeff ve Liu'ya okulun ilk günü neler olduğunu biliyorum..." ve Jeff'in ailesine gerçekte olanları anlattım.
"Jeff'in böyle bir şey yapabileceği aklımızın ucundan dahi geçmezdi." dedi babası.
"Liu'nun kimseyi dövmediği hakkında ve Jeff'in, Randy ve çetesini, sadece meşru müdafaa* olarak dövdüğü hakkında ifade vermeye niyetliyim."
"Gerek yok," dedi Margret. "Liu çocuklara olanlardan sonra tahliye edilecek."
"Güzel."
"Sana oğlumuzu kurtarmaya çalıştığın için teşekkür etmeye gelmiştik, Jane. Sizin neslinizde Sadece kendini düşünmeyen insanların olduğunu görmek yüreğimi ısıtıyor."
Kızardım, "Benim yerimde kim olsa aynısını yapardı." yere baktım, "Ben kahraman değilim."
"Saçmalık!" dedi Margret. "En azından Jeff hastaneden taburcu olunca bize yemeğe gelin!"
Anneme ve babama baktım. "Bizim için bir onurdur," dedi annem.
"Anlaştık o zaman! Jeff taburcu olur olmaz sizi arayacağız." vedalaştık ve gittiler.
Yaklaşık 2 gün geçtikten sonra beni taburcu etmişlerdi. Bu süre zarfında ailesiyle veya Jeff'le hiçbir şekilde iletişim kurmamıştım ama kardeşi Liu'nun salındığını ve Jeff'in yaralarının iyileşmekte olduğunu öğrendim.
Okula döndüğümde bütün ilginin merkezindeydim. Aşağı yukarı o evde olanları gören tek kişi ben olduğum içindi. Ama olayı sadece arkadaşlarım Dani, Marcy ve Erica'ya anlattım. Onlara ne diyeceğimi bilmiyordum ben de bu yüzden olayı anlattım.
"Görünüşe göre Jeff'in eline vermişler," dedi Dani. Simsiyah saçları safir mavisi gözleri vardı. Genelde aramızdaki en aklı havada kişi oydu.
"Şey, en azından dövüşerek dayak yedi. O aptalları kendisiyle beraber hastanelik ettiğini duydum." Erica kıkırdadı. Hep 80'lerden fırlamışcasına giyinirdi. Uzun diz üstü gökkuşağı renklerindeki çorapları, onlara uygun saçı ve hep sırt çantası taşıması...
"Aynı zamanda Jane'in de hastanelik olmasına sebep oldu. Belki Jane de Jeff'i dövmeye çalışıyordu ha," Marcy kahkahayı patlattı. O küçük gurubumuzun hanım hanımcık kızıydı. Sarışın, kahverengi gözlüydü ve ne zaman görsek üzerinde pembe bir şeyler vardı. Bazen tişörtünde bazen takılarında illa ki pembe vardı. Tanıdığım en büyük drama kraliçelerinden biriydi. Her zaman gerçekleri çarpıtırdı ya da yalanları gerçek gibi gösterirdi.
"Sana söyledim,oraya Jeff'e yardım etmeye gittim çünkü yanlış olan bir şeyler vardı." diye homurdandım. Ben "sade-Jane"dim, kahverengi saçlar, yeşil gözler ve tamamen alışılmış bir çehre.
Marcy dramatik sesiyle, "Ya da belki... sevdiceğini gidip kendisine yardım bulmadan önce son bir defa görmek istedin."
Ona yemek tabağı büyüklüğünde gözlerle baktım.
"N..Ne??"
"İnkar edemezsin, Jane Arkensaw! Sen Jeff'ten hoşlanıyorsun!"
Marcy bunu der demez vücudumdaki her bir kan damlası yüzüme hücum etti.
"Ne?! Hayır! Ben sadece ona yardım etmek istemiştim hepsi bu!"
"Yalancı! Seni masasına not bırakırken gördüm! Neydi o? İlan-ı aşk mektubu muydu yoksa?"
"Hayır! Öyle bir şey değildi! Ben sadece-"
"Yani ona bir not bıraktığını itiraf ediyorsun?"
"Neyi ima ediyorsun?"
"Sadece tahmin yürütüyordum," bana alaycı ufak bir gülücük attı ve cevabımı beklemeye başladı.
Diğer kızlar bana gülmeye başladı.
"Jane, bu sadece bir şakaydı, seninle kafa buluyordum!" dedi gülerek.
"Yüzün bir domatesten daha kırmızı!" diye kahkaha attı Erica.
"Hepinizden nefret ediyorum." diye homurdandım.
"Bu kadar ciddi olmasana!" Dani elini omzuma koydu. "Hadi, sınıfa gidelim."
Haftalar geçti ancak her şey normal görünüyordu. Hatta Liu birkaç arkadaş edinmiş bile. Her şey normaldi ve sıra dışı hiçbir şey olmadı. Ardından Liu yanıma gelip benimle Jeff hakkında konuştu.
"Pardon, adın Jane'di değil mi?"
Arkamı döndüm ve baktım,
"Evet. Sen Liu olmalısın, Jeff'in kardeşi."
"Aynen." biraz rahatsız görünüyordu. Ben de öyleydim.
"Şey, ailem Jeff'in bandajlarının birkaç güne açılacağını söylememi istedi. Yani yakında sizi akşam yemeğine davet eden bir telefon bekleyin."
"Şey, tamam teşekkür ederim," dedim.
Arkasını dönüp gitmek üzereydi ki,
"Hey, bak Jeff için yaptığın şey... gerçekten saygı duyulacak bir şey." dedim.
"Sağol. Duyduğuma göre sen de kardeşime yangın söndürücüyle yardım etmeye çalışmışsın. İyiymiş."
"Ya? Şey, sağol. Görüşürüz, sanırım."
"Evet, hoşçakal."
Yanımda küçük bir ses duyduğumda Liu'nun gidişini izliyordum,
"Erkek arkadaşını aldatıyorsun ha?"
"Neyy??" Arkamı döndüm, şaşırmıştım. Bu Marcy'ydi.
"Hem de kardeşiyle!" soluğu kesilmiş gibi yaptı.
"Kes sesini!" diye bağırdım. Emin olmak için hemen başımı çevirip Liu'nun duyup duymadığına baktım. Duymamıştı.
"Sınıfa gidelim artık." yine homurdandım.
Telefon gelene kadar aradan iki gün geçmişti. Annem açtı. Birkaç dakika sonra kapattı ve bana dedi ki;
"Jane, Jeff bugün hastaneden taburcu oluyormuş."
Baktım ve "Bu harika!" dedim.
"Görünüşe göre birkaç gün bedava akşam yemeği yiyeceğiz!" diye kıkırdadı.
Birkaç saat geçti ve sokağa bir arabanın yanaştığını duydum. Camdan dışarı baktım ve Jeff'in arabasının, evinin önünde olduğunu gördüm.
"Jeff eve döndü," diye düşündüm. Meraktan nasıl göründüğüne bakmaya karar verdim.Yüce Tanrı'm ne kadar da yanlış bir karar vermişim!
Önce babası çıktı, sonra annesi, ardından Liu. Ama Jeff'in bundan bundan daha farklı görüneceğini beklemiyordum. Omuzlarına düşen uzun siyah saçları vardı, beyaz kayış gibi ten, ve o sırıtma... O sırıtışı Randy, Keith ve Troy'u dövdükten sonra okulda yüzünde gördüğüm sırıtıştı.
Jeff tam bana baktı. Tam gözlerimin içine. O ruhsuz, sadist gözlerin ruhumu yaktığını hissedebiliyordum. Hala yazarken bile bu anıdan dolayı ürperiyorum. Bana bakmayı kestiğinde o sırıtışla bana tam 4 saat bakmış gibiydi. Ailesiyle eve yürüdüler. Kapılarını kapatana kadar nefes bile almamıştım. Ailem salona geldi ve ne olduğunu sordu.
Cevabım uzun, gürültülü bir çığlıktı. Ardından bayıldım.
Ayıldığımda hava kararmıştı. Ailem yatak odasında değillerdi. Evde ölüm sessizliği vardı. Kalktım ve aşağı kata indim. Bayılmadan önce üzerimde olmayan bir gecelik giyiyordum. Aşağı inip, mutfağa girdim. Işıklar, alışılmışın dışında, açıktı. Ailem her zaman odadan çıkarken ışığı kapatmamı söyler.
Masada bir not vardı.
Aldım.
Kağıda şu iki cümle karalanmıştı:
"Yemeğe gelmiyor musun? Arkadaşların da burada."
Şiddetlice titremeye başladım. Not elimden düştü. Salonun penceresine gidip baktım. Jeff'in evinde ışıklar açıktı. Oraya gitmem gerektiğini biliyordum ama az daha aklımı kaçıracaktım. Silkelenip tekrar baktım. Jeff cama yaslanmış elindeki bıçağı cama tıklatarak bana bakıyordu.
Tık. Tık. Tık.
Hala sırıtıyordu.
Tık. Tık. Tık.
Pencereden uzaklaşmaya başladım, gözlerimi ondan hiç ayırmadım. Biraz uzaklaşınca arkamı dönüp mutfağa doğru koşmaya başladım. Camdan bakmak için mutfağa girdiğimde, bütün gördüğüm cama yayılmış kırmızı lekeydi.
Dönüp mutfağa baktım. Her şey yerli yerinde görünüyordu. Bıçaklar bile. Birini aldım ve sıkı sıkı tuttum. Telefonu buldum ve 911'i aramaya çalıştım. Ama hat kesilmişti. Babamın telefonunun nerede olduğu hatta tamir edilip edilmediği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bulmak için yukarı çıkmak istemedim. Onu ararken arkamdan bıçaklanmak istemiyordum; ve komşulardan birinden yardım isteyecek olursam Jeff kimi rehin tutuyorsa öldürebilir veya zarar verebilirdi. Tek bir seçenek vardı: Jeff'le tek başıma dövüşmek.
Bıçağı daha sıkı kavradım ve kapıya gittim, ayakkabılarımı giydim ve dışarı çıktım. Dışarı adımımı attığım anda elim kapının kolundan ayrılmadı. Ama yapmam gerekeni biliyordum. Kapı kolunu bıraktım ve Jeff'in evine yürümeye başladım.
Evin kapısına yaklaşmaya başladığım zaman yavaşladım. Dizlerim titremeye başlamıştı, avuçlarım terliyordu ve nefeslerim sıklaşmaya başladı. Fark edene kadar kapının önünde köpek gibi sabit durmuş soluyordum. Cesaretimi toplayıp kapı kolunu tuttum, gözlerimi sımsıkı kapadım ve kapıyı ittim.
Sağ elimde bıçak, sol elimde kapı kolu, gözlerimi açamayacak kadar kormuş biçimde kapının ağzında bekliyordum. Taa ki, "Görünüşe göre başardın, arkadaşım. Başarmana sevindim." diyen bir ses duyana kadar gözlerim kapalıydı. Gözlerimi açmamla çığlık atmam bir oldu.
Uyandığımda yemek masasındaydım. Bıçağım gitmişti ve masaya baktığımda etrafta oturan insanlar gördüm. Ailem, Jeff'in ailesi, Liu ve arkadaşlarım. Hepsi ölmüştü. Yüzlerine birer gülücük kazınmıştı ve karınlarında kocaman kırmızı yarıklar vardı. Koku tarif edemeyeceğim derecede dayanılmazdı. Daha aldığım hiçbir kokuya benzemiyordu. Bu ölümün kokusuydu.
Çığlık atmaya çalıştım ama ağzım tıkanmıştı ve sandalyeye bağlanmıştım.İnanamayarak odaya baktım. Gözlerim, cesetlerin kokusundan ve görüntüsünden yaşlarla doldu.
"Bakın kim uyanmış."
Kafamı çevirdim ve yanıma baktım. Jeff oradaydı. Tekrar bağırmaya çalıştım ama ağzıma tıkadığı şey engel oldu. Birden yanıma geldi ve bıçağı boğazıma dayadı.
"Şşşşşş, arkadaşlarının yanında bağırman hiç kibar değil." bıçağı yüzümde gezdirmeye başladı. Bıçakla sürekli ağzımın kenarlarından yanaklarımın üstüne kadar görünmez çizgilerden bir sırıtış çiziyordu. O bunu yaptıkça ürperiyordum. Kafamı başka yöne çevirdiğimde beni masadaki manzaraya bakmaya zorladı.
"Bak bak bak, kabalık etme. Herkesi güzel yüzlerine bakmayarak aşağılıyorsun."
Masaya geri döndüm. Herkesin gülücük kazınmış suratına bakıyordum. Bazılarının karnındaki yarıktan hala taze kanlar akıyordu. Gözümden yaşlar akıverdi ve hıçkırmaya başladım.
"Yaa, n'oldu?" diye mırıldandı, "Onlar gibi güzel görünmediğin için üzüldün mü yoksa?"
Ona baktım. Ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. Ama yüzünü görür görmez başımı masaya tekrar çevirdim.
"Merak etme, seni de onlar gibi güzel yapacağım. Ne dersin?" bıçağı ağzımı bağladığı şeyle yüzüm arasına geçirdi ve bağı kesti.
Bağı ağzımdan tükürdüm ve bakışlarını yakalamak için direk gözlerinin içine baktım. Bana baktığında başını yana eğdi. Gözlerimi kapadım ve başka yere baktım.
"Git kendini becer," diye homurdandım. "Seni Joker çakması!"
Suratıma karşı kahkaha attı. Kahkaha atmasındansa sadece sırıtmasını tercih ederdim.
"Düşündüğümden daha komikmişsin."
Bana iyice yaklaştı. Tekrar başka yöne baktım. Nefesini tenimde hissediyordum.
"Arkadaş arkadaşa iyilik yapar değil mi? Ben de sana bir tane yapacağım."
Başımın arkasını bıraktığını hissettim. Arkama dönüp baktım ve odadan çıkmıştı. Masaya bir kez daha baktım, hepsini hafızama kaydettim. Daha birkaç dakika önce hayatta olan ailemi ve arkadaşlarımı hatırladım. Taze gözyaşları yüzümden akmaya başladı. Jeff döndüğünde hala ağlıyordum.
"Ağlama," dedi. "yakında bitecek."
Elindekilere baktım. Bir kase çamaşır suyu ve bir teneke dolusu benzin. Gözlerim faltaşı gibi açıldı ve yüzüne tekrar baktım.
"Elimde hiç votka yoktu. Sanırım bu da iş görür."
Beni çamaşır suyu ve benzinle ıslatmaya başladı.
"Acele etsek iyi olur. İtfaiyeyi çoktan aradım bile."
Ardından bir tane kibrit çıkardı.
Kibriti yaktı.
Ve bana doğru fırlattı.
Kibrit bana değer değmez alevler püskürmeye başladı. Mümkün olduğu kadar sesli çığlık atmaya başladım. Acı dayanılmazdı. Etimin eridiğini hissedebiliyordum. Ateş vücudumdaki her bir dokuya hücum ediyordu. Kan, damarlarımda buharlaşıyordu ve kemiklerim kömürleşiyordu.
Kendimden geçmeden önce Jeff'in kahkaha attığını ve, "Sonra görüşürüz arkadaşım! Umarım benim kadar güzel olursun!" dediğini duydum.
Her şey karardı.
Uyandığımda bir sedyedeydim. Baştan aşağı sargılarla sarılmıştım. Her şey dönüyordu. Nefes almak ve gözlerimi kırpmak canımı yakıyordu.
Etrafa bakındım ve boş bir oda gördüm. Yüksek sesle inledim çünkü ağzım da bandajlarla sarılıydı. Her şey acıtıyordu. Birkaç dakika sonra hemşire geldi.
"Jane? Beni duyabiliyor musun?"
Ona doğru baktım. Her şey daha da dönmeye başladı.
"Jane, ben senin hemşiren Jackie. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama aileni yangında kaybettik. Üzgünüm."
Gözyaşları yüzümden tekrar akmaya başladı. Hıçkırdım.
"Hayır tatlım, ağlama. Eğer ağlarsan nefes alamazsın."
Durduramıyordum.
"Jane, şimdi sana sakinleşmene yardımcı olacak bir şeyler vereceğim tamam mı?"
Dolaşım sistemime bir şeyin girdiğini hissettim ve tekrar uyuyakaldım.
Uyandığımda daha çok hareket edebiliyordum ve vücudum ilk uyandığım kadar çok sargılarla kaplı değildi. Etrafa baktım ve odamda çiçekler olduğunu gördüm. Bazıları tazeydi, bazıları ise kurumak üzereydi. Kalkmaya çalıştım ama hemşire gelip beni geri yatırdı.
"Yavaş ol, Jane. Bir süredir kendinde değilsin. Ağırdan al."
Konuşmaya çalıştım. Sesim zımpara gibi pürüzlü çıktı.
"Ne kadardır baygınım?"
"Yaklaşık iki haftadır. Acı çekmemen ve iyileşmen için seni tıbbi komaya yatırdık. Ben ilk uyandığın zaman gördüğün hemşireyim."
"Bana ayna ver." dedim.
"Jane, bunun akıllıca bir karar olduğ-"
"BANA BİR AYNA VER!"
Elime bir ayna sapının iliştiğini hissettim. Aynaya baktığımda yere düşürdüm. Aynanın parçalanması bilincimin parçalanışı yanında bir hiçti. Tenim kayış gibi ve kahverengiydi, kafamda bir tel bile saç yoktu ve gözlerimin altı sarkmıştı. Jeff kadar kötü görünüyordum.
Hafızam yerine gelmeye başladı. Şimdiye kadar hiç ağlamadığım kadar beter ağlamaya başladım. Hemşire bana sarılıyordu ancak pek faydası dokunmuyordu. Ağlamamın şiddetine rağmen kimsenin kontrol etmek için gelmemesi beni şaşırtmıştı. Bu arada iyice tükenmiştim. Zar zor konuşuyordum.
Birisi kapıya geldi.
"Pardon, Jane Arkensaw adına bir teslimatım var."
Jackie, "Onları ben alırım." dedi. Kuryenin bana bakmasını istemiyordum. Ben de karşıdaki duvara baktım.
"Birileri seni gerçekten önemsiyor, Jane. Görünüşe göre bütün bu çiçekleri sana aynı kişi yollamış ve bu sefer bir de paket yollamış."
Ona baktım. Kahverengi kurdeleyle bağlanmış pembe kağıtla kaplı bir kutu tutuyordu. Uzandım ve paketi aldım. Bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyordum.
"Pardon, yiyecek bir şeyler verebilir misiniz?" diye sordum nazikçe.
"Tabii, sana hemen bir şeyler getireyim." dedi Jackie gülümseyerek ve odadan ayrıldı.
Ellerim titriyordu. Kurdeleyi tutum ve çektim. Kurdele çözülünce kağıt yavaşça açıldı ve kağıdın altından kanımı donduran bir şey çıktı. Ağız kısmında kapkara bir gülücük olan ve gözlerinin etrafı da simsiyah beyaz bir maskeydi. Ayrıca maskenin gözlerini kapatan siyah dantelleri vardı. Yani başka biri gözlerimi göremezdi, ama ben onları görebilirdim. Kutuda bir de siyah balıkçı yaka bir elbise, siyah eldivenler ve güzel bukleleri olan bir peruk vardı. Bunların yanısıra en altta siyah güllerden bir buket ve keskin bir mutfak bıçağı vardı.
Maskeye iliştirilmiş bir not farkettim.
"Jane, üzgünüm seni güzel yapmaya çalışırken biraz saçmaladım. Bu yüzden sana iyileşip güzel görünene kadar idare etmesi için bir maske yolladım. Ayrıca, bıçağını bizde unutmuşsun. Geri istersin diye düşünmüştüm.
-Jeff"
Hemşire geri döndüğünde kutuyu yatağımın altına saklamıştım. Kutudan sadece çiçek çıktığını söyledim. Artık çiçeklerden bıkmış olmalıydı ki, hepsini atmıştı. Bu yüzden ona teşekkür ettim.
O gece, herkes uyumuş ya da eve gitmişken, gizlice çıktım. Giyecek tek şeyim o elbiseydi. Bu yüzden onu giydim ve koridorda sorumsuz bir hemşire tarafından unutulmuş bir çift ayakkabı buldum. Daha az şüphe çekici görünmek için peruğu da takmıştım.
Nereye gittiğimi bilmiyordum ve umursamıyordum. Sonunda yürümeyi bıraktığımda bir mezarlığın önündeydim. İçeri girdim ve iki tane mezar taşı buldum. Isabelle Arkensaw ve Gregory Arkensaw. Mezar taşlarının önüne oturdum ve bir kez daha ağladım. Kalktığımda güneş hayatımın yeni başlangıcıyla beraber doğmaya başlamıştı. Maskeyi taktım. Bıçağı elime aldım ve önceden tuttuğum gibi sıkıca tuttum. Arkamı dönüp doğan güneşe baktım, Jeff'ten öcümü alacağıma yemin ettim ve adımı Jane Everlasting* olarak değiştirdim. Çünkü Jeff'in ölümü olmak için deliliğinden bile ebedi olmak istediğim tek şeydi.
O günden beri Jeff'i bulmaya ve öldürmeye çalışıyorum.
Onun izini sürüyorum.
Onu avlıyorum.
Vahşi bir hayvanı avlar gibi peşindeyim.
Seni bulacağım Jeff, ve seni öldüreceğim.
Önüme çıkan fotoğrafta "Sakın uyuma, geri uyanamayacaksın." yazıyordu. Bu aşağı yukarı Jeff'in kurbanlarıyla ne yapacağımı açıklıyordu. En başta onları kurban olmaktan kurtaracaktım. Her kim onları Jeff öldürmesin diye öldürdüğümü söylüyorsa abartmış.
Eh, işte bu da benim hikayem. Gerçekliğini kabul edip etmemeniz bana kalmış bir şey değil. Eğer müsaade edersen, güneş batıyor. Yani av, bir kez daha başlıyor.
Ç.N: Uzun zamandır bu hikayenin beklendiğini biliyorum :3
Meşru müdafaa: Reflekse bağlı kendini savunma
Everlasting: Ebedi, sonsuz.
20 Aralık 2015 Pazar
"Mother's Love"
Gece yarısı uyanıyorsun. Kedin bacaklarının arasında keyiflice uyuyor ve yorganının ağırlığı yorgun bedenini güzelce ısıtıyor. Mutluca iç çekiyorsun. Tam tekrardan tatlı bir uykuya sürüklenmek üzereyken kedin bir anda tıslıyor ve telaş içinde yataktan fırlayıp perdelerin arkasına saklanıyor.
Daha önce hiç böyle garip davranmamıştı ve bu davranışı seni tedirgin ediyor. Onu ürkütebilecek herhangi bir şey var mı diye odana bakıyorsun ama her şey normal görünüyor. Sıradışı bir ses var mı diye sessizce dinliyorsun. Koridordan kedinin kasesinden su içişini duyuyorsun. Bu iğrenç şapırdatma sesini yapması seni her zaman rahatsız etmişti. Hiçbir sorun yok diye rahatlıyorsun, yatağa tekrar uzanıp yorganı gırtlağına kadar çekiyorsun.
Ama gözlerini kapamadan önce masanın altına sinmiş kedinin gölgeli siluetini görüyorsun. Tüyleri dikleşmiş. Nefes nefese kalıyorsun. Eğer suyu içen kedi değilse ses nereden geliyor?
Mümkün olduğunca yavaş ve sessizce yatağından kalkıyorsun. Ama bütün çabalarına rağmen eski tahta karyola gıcırdıyor. Gıcırdama sesiyle birden donakalıyorsun. Şapırdatma sesi bir saniyeliğine kesiliyor ama yine devam ediyor. Bütün "Hayal gücümün eseri mi acaba?" şüpheleri kaçıp gidiyor.
Kalbin göğsüne iyice vurmaya başlıyor, kapıya doğru parmak ucunda yürüyorsun. Odandan dışarı adım atıyorsun ve koridora doğru, kedinin kasesine doğru bakıyorsun. Ve işte orada.
Annen, ellerinin ve dizlerinin üzerine çömelmiş. Kolları bacakları uzun ve sıska, parmaklarıysa kuru ve kemikli. Darmadağınık saçları solgun ve eciş bücüş yüzünü kapatıyor. Derisi gerilmiş ve elmacık kemikleri fırlamış. Kedinin kasesinden suyu kömür karası ve normalden iki kat uzun diliyle lopur lopur yalıyor.
Birdenbire duruyor. Yavaşça kafasını sana çeviriyor. Gözlerine öylece bakıyor. Göz bebekleri sanki karanlıktan oluşan hareket etmeyen iki nokta gibi.
Panik içinde sıçrayıp odana koşuyorsun ama annen dört ayak üstünde peşinden fırlıyor. Kapıyı arkandan kapatıyorsun, saniyeler sonra kapı şiddetlice sarsılmaya başlıyor. Gürültülü vurmalar evin içinde yankı yapıyor. Hiç düşünmeden vücudunu kapıya siper ediyorsun. Bütün kapı iskeleti vahşice sarsılıyor ama sen sabit kalıyorsun.
Birden vurmalar kesiliyor. Dünya dışı bir durgunluk havaya hakim. Sessizlikten birkaç saniye sonra kapı kolu dönmeye başlıyor.
"Tatlım, bir şey mi oldu?"
Annenin yatıştırıcı sesi.
"Kapıyı neden kapattın? Endişeleniyorum, aç kapıyı da gireyim."
Ç.N: Merhaba arkadaşlar bendeniz, Akira Ashi (Mert) çevirmen olarak CreepyPasta Türkçe ailesine katılmış bulunmaktayım ve bu da ilk çevirim. Umarım beğenirsiniz ve yorumlarınızı esirgemezsiniz :D
Daha önce hiç böyle garip davranmamıştı ve bu davranışı seni tedirgin ediyor. Onu ürkütebilecek herhangi bir şey var mı diye odana bakıyorsun ama her şey normal görünüyor. Sıradışı bir ses var mı diye sessizce dinliyorsun. Koridordan kedinin kasesinden su içişini duyuyorsun. Bu iğrenç şapırdatma sesini yapması seni her zaman rahatsız etmişti. Hiçbir sorun yok diye rahatlıyorsun, yatağa tekrar uzanıp yorganı gırtlağına kadar çekiyorsun.
Ama gözlerini kapamadan önce masanın altına sinmiş kedinin gölgeli siluetini görüyorsun. Tüyleri dikleşmiş. Nefes nefese kalıyorsun. Eğer suyu içen kedi değilse ses nereden geliyor?
Mümkün olduğunca yavaş ve sessizce yatağından kalkıyorsun. Ama bütün çabalarına rağmen eski tahta karyola gıcırdıyor. Gıcırdama sesiyle birden donakalıyorsun. Şapırdatma sesi bir saniyeliğine kesiliyor ama yine devam ediyor. Bütün "Hayal gücümün eseri mi acaba?" şüpheleri kaçıp gidiyor.
Kalbin göğsüne iyice vurmaya başlıyor, kapıya doğru parmak ucunda yürüyorsun. Odandan dışarı adım atıyorsun ve koridora doğru, kedinin kasesine doğru bakıyorsun. Ve işte orada.
Annen, ellerinin ve dizlerinin üzerine çömelmiş. Kolları bacakları uzun ve sıska, parmaklarıysa kuru ve kemikli. Darmadağınık saçları solgun ve eciş bücüş yüzünü kapatıyor. Derisi gerilmiş ve elmacık kemikleri fırlamış. Kedinin kasesinden suyu kömür karası ve normalden iki kat uzun diliyle lopur lopur yalıyor.
Birdenbire duruyor. Yavaşça kafasını sana çeviriyor. Gözlerine öylece bakıyor. Göz bebekleri sanki karanlıktan oluşan hareket etmeyen iki nokta gibi.
Panik içinde sıçrayıp odana koşuyorsun ama annen dört ayak üstünde peşinden fırlıyor. Kapıyı arkandan kapatıyorsun, saniyeler sonra kapı şiddetlice sarsılmaya başlıyor. Gürültülü vurmalar evin içinde yankı yapıyor. Hiç düşünmeden vücudunu kapıya siper ediyorsun. Bütün kapı iskeleti vahşice sarsılıyor ama sen sabit kalıyorsun.
Birden vurmalar kesiliyor. Dünya dışı bir durgunluk havaya hakim. Sessizlikten birkaç saniye sonra kapı kolu dönmeye başlıyor.
"Tatlım, bir şey mi oldu?"
Annenin yatıştırıcı sesi.
"Kapıyı neden kapattın? Endişeleniyorum, aç kapıyı da gireyim."
Ç.N: Merhaba arkadaşlar bendeniz, Akira Ashi (Mert) çevirmen olarak CreepyPasta Türkçe ailesine katılmış bulunmaktayım ve bu da ilk çevirim. Umarım beğenirsiniz ve yorumlarınızı esirgemezsiniz :D
13 Aralık 2015 Pazar
"Please Come"
15 yaşındaki bir çocuk küçük bir kasaba olan Marryland'deki okulundan döndükten sonra bilgisayar başına geçti. Bilgisayarı açtı ve sohbet programına giriş yaptı. O gün okula gelmeyen sınıf arkadaşlarından birinden gelen mesajı görünce şaşırdı.
İki kelimeden oluşuyordu; "Lütfen gel."
Şaşırmış bir şekilde çocuk cevap attı, neden okula gelmediğini sordu. İki mesajdan ve 15 dakikalık boşluktan sonra, bisikletine binip sınıf arkadaşının evine gitmeye karar verdi. Kısa bir mesafeydi, 5 dk kadar.
Eve vardığında, kapının kilidinin açık olduğunu fark etti. İçeride yere ve duvara sıçramış,yarı yarıya kurumuş kan izleri vardı, tanınmaz hale gelmiş bir figür duvara yaslanmıştı. Bir kolu ve bir bacağı yerinde değildi, yerdeki kan izi tanınmaz haldeki cesetten mutfağa doğru ilerliyordu. Çocuk kapıyı kapadı ve hemen 911'i aradı.
Polis oraya vardığında, cesetleri buldular, ve aynı zamanda evin arka kapısına doğrru giden ipuçlarını.
Olay yeri inceleme ekipleri ise bütün ailenin geçen gün veya daha önce öldürüldüğünü söylüyordu.
İki kelimeden oluşuyordu; "Lütfen gel."
Şaşırmış bir şekilde çocuk cevap attı, neden okula gelmediğini sordu. İki mesajdan ve 15 dakikalık boşluktan sonra, bisikletine binip sınıf arkadaşının evine gitmeye karar verdi. Kısa bir mesafeydi, 5 dk kadar.
Eve vardığında, kapının kilidinin açık olduğunu fark etti. İçeride yere ve duvara sıçramış,yarı yarıya kurumuş kan izleri vardı, tanınmaz hale gelmiş bir figür duvara yaslanmıştı. Bir kolu ve bir bacağı yerinde değildi, yerdeki kan izi tanınmaz haldeki cesetten mutfağa doğru ilerliyordu. Çocuk kapıyı kapadı ve hemen 911'i aradı.
Polis oraya vardığında, cesetleri buldular, ve aynı zamanda evin arka kapısına doğrru giden ipuçlarını.
Olay yeri inceleme ekipleri ise bütün ailenin geçen gün veya daha önce öldürüldüğünü söylüyordu.
11 Aralık 2015 Cuma
"Spoilsport"
Basit bir oyun sanmıştım, böyle sonuçlar doğuracağını bilemezdim. Arkadaşımın evindeydik bize bir oyundan bahsetti. "Sadece basit bir oyun,kartında ne yazıyorsa yap sadece." Demişti. Oyuna başladık,ilk başlarda basit şeyler çıkıyordu. Sıra bana geldi,zarı attım ve sayıya göre alttaki kartı çektim. Kartta "Önüne çıkan ilk hayvanı öldür." Yazıyordu. Bu canice bir istekti. Ama nedense karşı koymadan dışarıya çıktım. Sanki kontrol bende değildi, kendi içimde çığlıklar atıyordum.
Arkadaşlarım ne yaptığımı anlamaya çalışırcasına bana bakıyorlardı, birden karşıma bir yavru kedi çıktı. Yapmak istemedim yemin ederim. Ama usulca yaklaştım ve sevmeye başladım yerde kırık bir cam parçası vardı, yavaşça elime aldım ve kedinin boğazına sapladım, yavaşça kesilen soluğunu dinledim ama ölmemişti. Defalarca sapladım, devam ettim.
Arkadaşlarım bana hayret ve iğrenirmişcesine bakıyordu. Neden öyle bakıyorlar? Yavaşça geri eve döndüm ve odada eski yerime oturdum, kartı elime aldım. Tam diğerlerinin arasına karıştıracakken kartta farklı bir şey yazıyordu "Yakınındaki kişiye habersiz vur." ama bir hayvanı öldür yazdığına yemin edebilirim "Neden yaptın bunu Mike?" Diye sordu Joy. Hepsine üzgün gözlerle baktım. İstemiyordum ama ağzım benden bağımsız, hiç istemeyeceğim sözleri söyledim.
"Canım istedi yaptım." Dedim. Sanırım artık ben, ben değildim.
"Bu olay burda kapanacak ve bir daha görürsek Mike şikayet ederim seni. Şimdi sadece arkadaşlığımızın hatrına susuyorum." dedi "Tamam." Dedim.
Cevabım kısa ve özdü. Oyuna devam ettik. O arsız oyuna.
Garip bir şeydi ama elimdeki kartta yazılı olanlar kendimi öldürmem için bir sebepti "Onları öldür." Yazıyordu.
Birden tüm kapılar kapandı ve kilit sesi duyuldu, odada bulunan beyzbol sopasını aldım ve ilk olarak Joy'a yaklaştım. "Seni sevmedim ufaklık. "
O demişti, ben değil.
"Ben oyunbozan tanıştığıma memnun oldum, oyun oynayalım mı? " Demişti. İstemiyordum ama nedense ona ayak uyduruyordum .
Joy'a yaklaştı ve defalarca kafasına vurduk. Ta ki beyni kalmayana dek.
Diğer arkadaşlarıma da aynısını yaptı…
"Oyunbozaaan!! Benden ne istiyorsun?!"
“Birazcık oyun oynamak." dedi ve birden bedenimin kontrolü bana geçti, sesler duyan komşular polisi aramış ve burdayım.
***********
“Bu kadar hatırlıyorum." yavaşça iğne adamın koluna girdi.
"Oyun bozan sizi de bulacak, o her zaman bulur ve oynar."
"Bu adam tam bir deli, konuşmasına bakılırsa öyle. Acaba neden üç arkadaşını ve bir kediyi öldürdü?"
"Bilinmez John, zaten buraya hiç akıllı gelmez.”
Arkadaşlarım ne yaptığımı anlamaya çalışırcasına bana bakıyorlardı, birden karşıma bir yavru kedi çıktı. Yapmak istemedim yemin ederim. Ama usulca yaklaştım ve sevmeye başladım yerde kırık bir cam parçası vardı, yavaşça elime aldım ve kedinin boğazına sapladım, yavaşça kesilen soluğunu dinledim ama ölmemişti. Defalarca sapladım, devam ettim.
Arkadaşlarım bana hayret ve iğrenirmişcesine bakıyordu. Neden öyle bakıyorlar? Yavaşça geri eve döndüm ve odada eski yerime oturdum, kartı elime aldım. Tam diğerlerinin arasına karıştıracakken kartta farklı bir şey yazıyordu "Yakınındaki kişiye habersiz vur." ama bir hayvanı öldür yazdığına yemin edebilirim "Neden yaptın bunu Mike?" Diye sordu Joy. Hepsine üzgün gözlerle baktım. İstemiyordum ama ağzım benden bağımsız, hiç istemeyeceğim sözleri söyledim.
"Canım istedi yaptım." Dedim. Sanırım artık ben, ben değildim.
"Bu olay burda kapanacak ve bir daha görürsek Mike şikayet ederim seni. Şimdi sadece arkadaşlığımızın hatrına susuyorum." dedi "Tamam." Dedim.
Cevabım kısa ve özdü. Oyuna devam ettik. O arsız oyuna.
Garip bir şeydi ama elimdeki kartta yazılı olanlar kendimi öldürmem için bir sebepti "Onları öldür." Yazıyordu.
Birden tüm kapılar kapandı ve kilit sesi duyuldu, odada bulunan beyzbol sopasını aldım ve ilk olarak Joy'a yaklaştım. "Seni sevmedim ufaklık. "
O demişti, ben değil.
"Ben oyunbozan tanıştığıma memnun oldum, oyun oynayalım mı? " Demişti. İstemiyordum ama nedense ona ayak uyduruyordum .
Joy'a yaklaştı ve defalarca kafasına vurduk. Ta ki beyni kalmayana dek.
Diğer arkadaşlarıma da aynısını yaptı…
"Oyunbozaaan!! Benden ne istiyorsun?!"
“Birazcık oyun oynamak." dedi ve birden bedenimin kontrolü bana geçti, sesler duyan komşular polisi aramış ve burdayım.
***********
“Bu kadar hatırlıyorum." yavaşça iğne adamın koluna girdi.
"Oyun bozan sizi de bulacak, o her zaman bulur ve oynar."
"Bu adam tam bir deli, konuşmasına bakılırsa öyle. Acaba neden üç arkadaşını ve bir kediyi öldürdü?"
"Bilinmez John, zaten buraya hiç akıllı gelmez.”
Ç.N:
Bu CP Angel of Death isimli arkadaşımız tarafından yazıldı ^^
Hala Facebook grubuna eklenmeyen varsa bana istek atsın, sonra da mesaj ^^
---> REİ SHİZUKA
---> REİ SHİZUKA
5 Aralık 2015 Cumartesi
"The Intruder"
Saat gece 01:45'i gösterirken karım tarafından uyandırıldım. Yüzüne bakmadan uyandığımı belirtircesine mırıldandım "Hmm?"
Kulağıma hızlıca fısıldadı "Çabuk kalk, eve biri girdi."
Bunları duyduktan sonra yataktan fırladım, yatağın altında duran silahımı aldım ve parmak uçlarımda alt kata indim. Hızlı ama dikkatliydim, salondan gelen tıkırtıları duydunca o tarafa yöneldim. Kapıdan başımı uzatıp baktım.
Siyah bir figür orda duruyordu, derin bir nefes aldım ve bağırdım "Çabuk evimden çık! Yoksa seni vururum!"
Figür kafasını bana çevirdi ve sonra aniden camdan dışarı atladı.
Dizlerimin bağı çözüldü, yere çöktüm. Ağlıyordum, titriyordum ve nefes alamıyordum. Bir el saçlarımı okşadı, ardından yok oldu.
Daha da şiddetli bir şekilde titremeye başladım.
Sorun evime bir hırsızın girmiş olması değildi, sorun evime daha önce de defalarca kez hırsız girmiş olması değildi.
Sorun, evime her hırsız girişinde beni uyandıran karımdı.
Çünkü o, 7 yıl önce evimize giren bir hırsız tarafından öldürülmüştü.
Ç.N:
Sayfa biraz başı boş kaldı kusura bakmayın :3
Kısa da olsa şimdilik bunu paylaşıyorum ^^ Kendi ellerimle yazdığım bir Cp, umarım seversiniz.
Kulağıma hızlıca fısıldadı "Çabuk kalk, eve biri girdi."
Bunları duyduktan sonra yataktan fırladım, yatağın altında duran silahımı aldım ve parmak uçlarımda alt kata indim. Hızlı ama dikkatliydim, salondan gelen tıkırtıları duydunca o tarafa yöneldim. Kapıdan başımı uzatıp baktım.
Siyah bir figür orda duruyordu, derin bir nefes aldım ve bağırdım "Çabuk evimden çık! Yoksa seni vururum!"
Figür kafasını bana çevirdi ve sonra aniden camdan dışarı atladı.
Dizlerimin bağı çözüldü, yere çöktüm. Ağlıyordum, titriyordum ve nefes alamıyordum. Bir el saçlarımı okşadı, ardından yok oldu.
Daha da şiddetli bir şekilde titremeye başladım.
Sorun evime bir hırsızın girmiş olması değildi, sorun evime daha önce de defalarca kez hırsız girmiş olması değildi.
Sorun, evime her hırsız girişinde beni uyandıran karımdı.
Çünkü o, 7 yıl önce evimize giren bir hırsız tarafından öldürülmüştü.
Ç.N:
Sayfa biraz başı boş kaldı kusura bakmayın :3
Kısa da olsa şimdilik bunu paylaşıyorum ^^ Kendi ellerimle yazdığım bir Cp, umarım seversiniz.
23 Kasım 2015 Pazartesi
"Obsesif Kompulsif - Saplantı"
Merhaba. İnsanlarının isteği dışında düşüncelerinin, duygularının ve davranışlarının saplantı haline gelmesi olarak tanımlanan Obsesif Kompulsif Bozukluk (Saplantı Dürtüsü) hastalığım var. Diğer bir değişle, hayatım sistematik bir model.
Ama dün sistemimde bir bozukluk olduğunu fark ettim.
Her sabah yaptığım gibi, 06:45'te göl kenarındaki evimde uyandım. Yatağımdan kalkıp odadan çıkmadan önce kapı kulpuna üç kez dokundum. Bunu yapmak zorundaydım. Yapmaya ihtiyacım vardı.
Merdivenlerden aşağı inerken sondan ikinci basamağa basmadığıma emin oldum. O basamağa asla dokunmam. Sadece yapamam.
Her zamanki gibi tost, yumurta ve koyu kahveden oluşan kahvaltımı yaptım. Her sabah bu üçünü yerdim, asla başka hiçbir şey yemezdim. iPad'imi açarak her zaman olduğu gibi haber başlıklarını okudum. Ama bugün bir şey eksik gibiydi.
Parmağımla iPad'e dokunamadım. Bir şey mi unutmuştum? Bu garip duygu arabama gidene kadar benimleydi. Ön kapıdan çıktıktan sonra kapıyı kilitledim, sonra tekrar açtım ve tekrar kilitledim. Bunu hep yapardım. İş yerine arabamı sürerken bile bir şeylerin eksik gittiğini hissedebiliyordum. Neyi atlamıştım? Nasıl bir şeyi unutmuş olabilirim?
Çalışırken bu hissin gitmesini umuyordum. Ancak öyle olmadı. 12 saat boyunca benimle kaldı. Yaklaşık 18:45'te eve gitmek için ofisten çıktım.
Yola çıktıktan 25 dakika kadar sonra West yolundaki Marbury kavşağında kırmızı ışıktan dolayı durdum.
Işık kırmızıdan yeşile döndüğünde o garip hissi yine hissettim. Arkamdaki itici adam gitmem için kornaya bastı, hızlanmak yerine adama yanımdan geçmesini işaret ettim. Ve en sonunda gitti.
Hâlâ ışıklarda duruyordum. Bazı şeyler yanlıştı. Eksik olan neydi?
Hafızamın yerine gelmesi umuduyla arabadaki her şeye dokundum. Deri koltuklara, yol göstergesine hatta arabanın tavanına bile. Ama değişen hiçbir şey olmadı.
Ellerim yavaş yavaş titremeye başlıyordu. Bu kötüydü, sevmemiştim.
Eve gelince 1974 model Mustang aracımı garajıma çektim. Arabamı sadece hafta içi her gün yıkardım, haftasonları yıkamazdım. Sadece ön ve arka taraflarını. Asla başka bir yerini yıkamazdım. Ne olursa olsun, ne kadar kirlenirse kirlensin. Yıkayamazdım işte.
Ama hâlâ günlük rutinimde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum. Hayır! Yine mi! İlk önce haberlere bakarken, sonra kavşakta ve şimdi yine!
Arabamla işim bittiğinde arka bahçeye koştum. Araç-gereçlerimin olduğu yere gidince sonunda neyin eksik olduğunu anlamıştım. Çığlık attım.
Bu doğru değil, bu doğru değil, bu doğru değil!
Dışarı çıkacağım sırada tökezledim ve göle doğru baktım. Göl beni her zaman sakinleştirirdi. Ama bu gece tek yapmak istediğim uyumaktı. Bu günü bir ân önce sonlandırmalıydım.
Ertesi sabah, 06:45'te uyandım. Kapı kulpuna üç kez dokundum. Mutfağa giderken sondan iki önceki basamağa basmadım. Tost, yumurta ve koyu kahvem ile kahvaltımı tamamladım. iPad'imden haberlere baktım.
Bir şeyler hâlâ kayıp.
Sinirlendim. Eksik olan ne olabilir? Midemin bulandığını hissettim.
Öfkeyle dışarı çıktım, kapıyı kilitledim, tekrar açtım ve kilitledim. Sonra işe gitmek için tekrar arabama bindim.
Garip veya üzgün hissettiğimde kendimi hep işime verirdim. 18:45'te işimi başarıyla tamamladım.
Arabayı hızlıca evime sürdüm. West yolundaki Marbury kavşağında yine ışıklarda durdum.
Hadi ama, düşün. Bir şeyler yanlış.
Adamın biri yolun ortasından karşıya geçiyordu.
Neden hatırlayamıyorum?
Adam daha ne olduğunu fark edemeden Mustang model aracım ona çarpmıştı. Şimdi hatırladım. Korku bir rüzgar gibi yüzüme çarparken karşıya geçmesini izledim.
Adamın gittiği yöne doğru saptım. Adama çarptığımı kanıtlayan o iğrenç ezilme sesi duyuldu. Tanrım!
Ne yapacağımı bilemeyerek arabadan atladım. Acıyla kıvranıp, korkunç çığlıklar atıyordu.
Arabamın bagajını açıp onu kaldırdım ve oraya koydum. Garajıma girdiğimde ön ve arka kısmındaki kanları temizledim. Yanları yıkamama gerek yoktu.
Adamı diğer cesetlerin yerine götürmek için araç-gereçlerime ihtiyacım vardı. Karanlık odadan çöp poşeti, birkaç taş ve bir testere aldım. Adamı parçaladıktan sonra torbaya koydum. Cesedi poşet ile birlikte gölün içine bıraktım. İşte her şey bu kadardı, bitmişti.
Ertesi sabah yine 06:45'te uyandım, kapı tokmağına üç kez dokundum, mutfağa giderken sondan ikinci basamağa basmadım. Tost, yumurta ve koyu kahvem ile kahvaltımı yaptım. Haberlere bakarken bir şey gözüme çarptı.
İlk manşet: "Olay yerinden hızla uzaklaşan seri katil yine iş başında."
Gülümsedim.
Normale döndüm.
// Ç.N: Privetik druzya, ben yeni çevirmen Chimei. Size ilk çevirimi sunmuş bulunmaktayım. Çeviri için kurduğum cümleleri ve seçtiğim olayı yararlı olması açısından eleştirebilirsiniz, dobrıy den! //
Ama dün sistemimde bir bozukluk olduğunu fark ettim.
Her sabah yaptığım gibi, 06:45'te göl kenarındaki evimde uyandım. Yatağımdan kalkıp odadan çıkmadan önce kapı kulpuna üç kez dokundum. Bunu yapmak zorundaydım. Yapmaya ihtiyacım vardı.
Merdivenlerden aşağı inerken sondan ikinci basamağa basmadığıma emin oldum. O basamağa asla dokunmam. Sadece yapamam.
Her zamanki gibi tost, yumurta ve koyu kahveden oluşan kahvaltımı yaptım. Her sabah bu üçünü yerdim, asla başka hiçbir şey yemezdim. iPad'imi açarak her zaman olduğu gibi haber başlıklarını okudum. Ama bugün bir şey eksik gibiydi.
Parmağımla iPad'e dokunamadım. Bir şey mi unutmuştum? Bu garip duygu arabama gidene kadar benimleydi. Ön kapıdan çıktıktan sonra kapıyı kilitledim, sonra tekrar açtım ve tekrar kilitledim. Bunu hep yapardım. İş yerine arabamı sürerken bile bir şeylerin eksik gittiğini hissedebiliyordum. Neyi atlamıştım? Nasıl bir şeyi unutmuş olabilirim?
Çalışırken bu hissin gitmesini umuyordum. Ancak öyle olmadı. 12 saat boyunca benimle kaldı. Yaklaşık 18:45'te eve gitmek için ofisten çıktım.
Yola çıktıktan 25 dakika kadar sonra West yolundaki Marbury kavşağında kırmızı ışıktan dolayı durdum.
Işık kırmızıdan yeşile döndüğünde o garip hissi yine hissettim. Arkamdaki itici adam gitmem için kornaya bastı, hızlanmak yerine adama yanımdan geçmesini işaret ettim. Ve en sonunda gitti.
Hâlâ ışıklarda duruyordum. Bazı şeyler yanlıştı. Eksik olan neydi?
Hafızamın yerine gelmesi umuduyla arabadaki her şeye dokundum. Deri koltuklara, yol göstergesine hatta arabanın tavanına bile. Ama değişen hiçbir şey olmadı.
Ellerim yavaş yavaş titremeye başlıyordu. Bu kötüydü, sevmemiştim.
Eve gelince 1974 model Mustang aracımı garajıma çektim. Arabamı sadece hafta içi her gün yıkardım, haftasonları yıkamazdım. Sadece ön ve arka taraflarını. Asla başka bir yerini yıkamazdım. Ne olursa olsun, ne kadar kirlenirse kirlensin. Yıkayamazdım işte.
Ama hâlâ günlük rutinimde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum. Hayır! Yine mi! İlk önce haberlere bakarken, sonra kavşakta ve şimdi yine!
Arabamla işim bittiğinde arka bahçeye koştum. Araç-gereçlerimin olduğu yere gidince sonunda neyin eksik olduğunu anlamıştım. Çığlık attım.
Bu doğru değil, bu doğru değil, bu doğru değil!
Dışarı çıkacağım sırada tökezledim ve göle doğru baktım. Göl beni her zaman sakinleştirirdi. Ama bu gece tek yapmak istediğim uyumaktı. Bu günü bir ân önce sonlandırmalıydım.
Ertesi sabah, 06:45'te uyandım. Kapı kulpuna üç kez dokundum. Mutfağa giderken sondan iki önceki basamağa basmadım. Tost, yumurta ve koyu kahvem ile kahvaltımı tamamladım. iPad'imden haberlere baktım.
Bir şeyler hâlâ kayıp.
Sinirlendim. Eksik olan ne olabilir? Midemin bulandığını hissettim.
Öfkeyle dışarı çıktım, kapıyı kilitledim, tekrar açtım ve kilitledim. Sonra işe gitmek için tekrar arabama bindim.
Garip veya üzgün hissettiğimde kendimi hep işime verirdim. 18:45'te işimi başarıyla tamamladım.
Arabayı hızlıca evime sürdüm. West yolundaki Marbury kavşağında yine ışıklarda durdum.
Hadi ama, düşün. Bir şeyler yanlış.
Adamın biri yolun ortasından karşıya geçiyordu.
Neden hatırlayamıyorum?
Adam daha ne olduğunu fark edemeden Mustang model aracım ona çarpmıştı. Şimdi hatırladım. Korku bir rüzgar gibi yüzüme çarparken karşıya geçmesini izledim.
Adamın gittiği yöne doğru saptım. Adama çarptığımı kanıtlayan o iğrenç ezilme sesi duyuldu. Tanrım!
Ne yapacağımı bilemeyerek arabadan atladım. Acıyla kıvranıp, korkunç çığlıklar atıyordu.
Arabamın bagajını açıp onu kaldırdım ve oraya koydum. Garajıma girdiğimde ön ve arka kısmındaki kanları temizledim. Yanları yıkamama gerek yoktu.
Adamı diğer cesetlerin yerine götürmek için araç-gereçlerime ihtiyacım vardı. Karanlık odadan çöp poşeti, birkaç taş ve bir testere aldım. Adamı parçaladıktan sonra torbaya koydum. Cesedi poşet ile birlikte gölün içine bıraktım. İşte her şey bu kadardı, bitmişti.
Ertesi sabah yine 06:45'te uyandım, kapı tokmağına üç kez dokundum, mutfağa giderken sondan ikinci basamağa basmadım. Tost, yumurta ve koyu kahvem ile kahvaltımı yaptım. Haberlere bakarken bir şey gözüme çarptı.
İlk manşet: "Olay yerinden hızla uzaklaşan seri katil yine iş başında."
Gülümsedim.
Normale döndüm.
// Ç.N: Privetik druzya, ben yeni çevirmen Chimei. Size ilk çevirimi sunmuş bulunmaktayım. Çeviri için kurduğum cümleleri ve seçtiğim olayı yararlı olması açısından eleştirebilirsiniz, dobrıy den! //
22 Kasım 2015 Pazar
"Complex"
O gün çok sıkılmıştım ve kendi adımı Google'da aramaya karar verdim. Nadir bir ismim vardı. O yüzden hiçbir şeyi bulmayı beklemiyordum. Buna rağmen adres kısmında ismimin bulunduğu bir siteyle karşılaşınca ne kadar şaşırdığımı tahmin edemezsiniz.
www.(ismim).com
Linke tıkladığımda bir mesaj bölümü çıktı. Sitenin sahibinin profiline baktığımda yaşımızın, hobilerimizin, ilgi alanlarımızın aynı olduğunu gördüm. Mesaj bölümünde hiçbir şey yazmıyordu. Yalnızca ilgimi çektiği için sayfayı favorilerime ekledim. Yaklaşık 1 ay sonra siteye tekrar girdim. Bu sefer daha çok yorum vardı. Birkaç tane de günlük girişi vardı. Çoğunlukla basit şeylerdi. "Hava bu gün çok güzeldi" ya da "Bu gün işte çok sıkıldım." Doğal şeyler.
Yalnız, zaman geçtikçe daha çok benzerlik fark etmeye başladım. Sitenin sahibi benimle aynı şehirde yaşıyordu. Aynı nadir isme sahip iki kişinin aynı anda aynı şehirde olması çok garip gelmişti. Site de daha fazla zaman geçtikçe günlük yaşantılarımızda yaptıklarımızın da benzer olduğunu fark ettim. Beyzbol maçına gittiğim bir günün akşamında siteye baktığımda sitenin sahibinin de aynı maça gittiğini gördüm.
Basit bir tesadüften daha fazlası olduğunu düşünmeye başlamıştım. Siteyi her ziyaret edişimde rahatımı daha çok kaçıran küçük kişisel detayları fark ettim. Örneğin, Sahibin köpeğinin ismi benim küçükken sahip olduğum köpeğin ismiyle aynıydı. Sitenin sahibi arabasının resmini yüklemişti. Araba benim üniversite de sahip olduğum arabanın markasındandı. Arkadaşları ile gitmeyi planladığı restaurant benim bir önceki işimdeyken sürekli gittiğim restauranttı.
Bir gün yeniden siteye girdiğimde mesaj bölümünde bir sürü doğum günü mesajını gördüm.
O gün benimde doğum günümdü. Merakımdan ilk defa mesaj yazmaya karar verdim. Doğum gününü kutlayıp aynı ada sahip olduğumuzu söyleyecektim. Fakat mesaj yazmaya çalıştığımda mesaj yazılacak hiçbir yerin olmadığını gördüm. Sitenin sahibi, sitesinin aktif bir site gibi gözükmesi için çok uğraşmışa benziyordu. Başka insanların gönderdiği mesajları kendi oluşturduğu sahte hesaplar ile yazıyordu. "Böyle bir şeyi kim, niye yapar ki?" diye merak ettim.
E-mail göndermeye karar verdim.
"Merhaba, Belki bana inanmayacaksın ama ikimiz de aynı isime ve aynı soyada sahibiz memnun oldum." yazdım.
Bu sadece arkadaşça bir e-mail'di.
Ertesi gün siteye yeniden girmeye çalıştığımda sitenin yok olduğunu gördüm. Silinmiş gibiydi.
Daha sonra e-mail adresime girip gelen kutuma baktım, Dün kü e-mailim'e cevap vardı. E-mail'e baktığımda ürperdim.
Sadece iki kelime yazıyordu.
"BULDUM SENİ!"
www.(ismim).com
Linke tıkladığımda bir mesaj bölümü çıktı. Sitenin sahibinin profiline baktığımda yaşımızın, hobilerimizin, ilgi alanlarımızın aynı olduğunu gördüm. Mesaj bölümünde hiçbir şey yazmıyordu. Yalnızca ilgimi çektiği için sayfayı favorilerime ekledim. Yaklaşık 1 ay sonra siteye tekrar girdim. Bu sefer daha çok yorum vardı. Birkaç tane de günlük girişi vardı. Çoğunlukla basit şeylerdi. "Hava bu gün çok güzeldi" ya da "Bu gün işte çok sıkıldım." Doğal şeyler.
Yalnız, zaman geçtikçe daha çok benzerlik fark etmeye başladım. Sitenin sahibi benimle aynı şehirde yaşıyordu. Aynı nadir isme sahip iki kişinin aynı anda aynı şehirde olması çok garip gelmişti. Site de daha fazla zaman geçtikçe günlük yaşantılarımızda yaptıklarımızın da benzer olduğunu fark ettim. Beyzbol maçına gittiğim bir günün akşamında siteye baktığımda sitenin sahibinin de aynı maça gittiğini gördüm.
Basit bir tesadüften daha fazlası olduğunu düşünmeye başlamıştım. Siteyi her ziyaret edişimde rahatımı daha çok kaçıran küçük kişisel detayları fark ettim. Örneğin, Sahibin köpeğinin ismi benim küçükken sahip olduğum köpeğin ismiyle aynıydı. Sitenin sahibi arabasının resmini yüklemişti. Araba benim üniversite de sahip olduğum arabanın markasındandı. Arkadaşları ile gitmeyi planladığı restaurant benim bir önceki işimdeyken sürekli gittiğim restauranttı.
Bir gün yeniden siteye girdiğimde mesaj bölümünde bir sürü doğum günü mesajını gördüm.
O gün benimde doğum günümdü. Merakımdan ilk defa mesaj yazmaya karar verdim. Doğum gününü kutlayıp aynı ada sahip olduğumuzu söyleyecektim. Fakat mesaj yazmaya çalıştığımda mesaj yazılacak hiçbir yerin olmadığını gördüm. Sitenin sahibi, sitesinin aktif bir site gibi gözükmesi için çok uğraşmışa benziyordu. Başka insanların gönderdiği mesajları kendi oluşturduğu sahte hesaplar ile yazıyordu. "Böyle bir şeyi kim, niye yapar ki?" diye merak ettim.
E-mail göndermeye karar verdim.
"Merhaba, Belki bana inanmayacaksın ama ikimiz de aynı isime ve aynı soyada sahibiz memnun oldum." yazdım.
Bu sadece arkadaşça bir e-mail'di.
Ertesi gün siteye yeniden girmeye çalıştığımda sitenin yok olduğunu gördüm. Silinmiş gibiydi.
Daha sonra e-mail adresime girip gelen kutuma baktım, Dün kü e-mailim'e cevap vardı. E-mail'e baktığımda ürperdim.
Sadece iki kelime yazıyordu.
"BULDUM SENİ!"
Ç.N:
Öhöm, biliyorsunuz.. Yoğun oluyorum ve çeviri yapmak için vaktim bol olmuyor ve hafta içi ortalama üç tane çeviri gelmesi gerekiyor. Aksaklık olursa haftasonu iki tane çeviri yayınlayacağım.
18 Kasım 2015 Çarşamba
"Message's"
İlk mesaj akşam 19:30'da geldi. Gönderen kişi gizliydi ve bunu çok garip bulmuştum. Mesajda "Birazdan orada olurum." yazıyordu, biraz korkmuştum ama birinin beni işlettiğini düşündüm. Bu yüzden cevap vermedim.
İkinci mesaj 20:30 da geldi. Mesajda "Yaklaştım." yazıyordu.
Umursamadım.
Üçüncü mesaj 21:15'te geldi. "Dışarıdayım, Gel ve beni gör." yazıyordu.
Mesaja cevap veremeden dış kapının vurulma sesiyle olduğum yerde kaldım. Annem ve babam bir saatten önce dönmeyecekti.
Dördüncü mesaj 21:30'da geldi. Üzerime örttüğüm örtülerin altından telefonuma ulaşmak için elimi uzattım. Mesajı açtığımda ellerim titremeye başladı. Mesajda "Kapıyı Aç!" yazıyordu.
Kapının vurulma sesini duydum... Yatak odamın kapısının...
Ç.N:
Olaylar hızlı geçiyor kusura bakmayın, elimde değil. Kısa ve fazla Cp'ler mi yoksa uzun ve daha az mı iyi, sizce? ona göre Cp paylaşacağım. Facebook grubuna katılmak için Rei'yi eklemeniz yeterli, yani hala bilmeyen varsa.
Tıklayın. -> REİ SHİZUKA
İkinci mesaj 20:30 da geldi. Mesajda "Yaklaştım." yazıyordu.
Umursamadım.
Üçüncü mesaj 21:15'te geldi. "Dışarıdayım, Gel ve beni gör." yazıyordu.
Mesaja cevap veremeden dış kapının vurulma sesiyle olduğum yerde kaldım. Annem ve babam bir saatten önce dönmeyecekti.
Dördüncü mesaj 21:30'da geldi. Üzerime örttüğüm örtülerin altından telefonuma ulaşmak için elimi uzattım. Mesajı açtığımda ellerim titremeye başladı. Mesajda "Kapıyı Aç!" yazıyordu.
Kapının vurulma sesini duydum... Yatak odamın kapısının...
Ç.N:
Olaylar hızlı geçiyor kusura bakmayın, elimde değil. Kısa ve fazla Cp'ler mi yoksa uzun ve daha az mı iyi, sizce? ona göre Cp paylaşacağım. Facebook grubuna katılmak için Rei'yi eklemeniz yeterli, yani hala bilmeyen varsa.
Tıklayın. -> REİ SHİZUKA
"The Dreadful Cinema"
Annem ve babam iş seyahatindeydiler. Bende arkadaşım Jessy ile anlaştım. Yarın sinemaya gidecektik, daha çok erkendi, Canım çok sıkılıyordu . Bende televizyondan film izlemeye karar verdim birden odamdan sesler gelmeye başladı. Odama gittiğimde ne birisi vardı ne de sesler. Biraz irkilmiştim, televizyonun karşısına geçtiğimde televizyonun açık olduğunu ve hemen yanındaki fişin prize takılı olmadığını gördüm.
Ve evde durmak yerine, Jessy'nin evine gitmeye karar verdim. Orada kalmak için izin istedim ve evde olanları Jessy'e anlattım. Gece bir türlü uyku tutmadı. Sabaha kadar olanları düşünmüştüm. Sabah Jessy ile beraber sinemaya gittik. Film gerçekten güzeldi, ikimizde eve dönmek istemiyorduk. Fakat annem ve babam iş seyahatinden dönmüşlerdi.
Eve varır varmaz telefonum çaldı. Arayan Jessy'di
"Sinemaya gitmiyor muyuz, Maria?."
Ç.N: Kısa ve etkili bir Cp açıkçası *-*
Ve evde durmak yerine, Jessy'nin evine gitmeye karar verdim. Orada kalmak için izin istedim ve evde olanları Jessy'e anlattım. Gece bir türlü uyku tutmadı. Sabaha kadar olanları düşünmüştüm. Sabah Jessy ile beraber sinemaya gittik. Film gerçekten güzeldi, ikimizde eve dönmek istemiyorduk. Fakat annem ve babam iş seyahatinden dönmüşlerdi.
Eve varır varmaz telefonum çaldı. Arayan Jessy'di
"Sinemaya gitmiyor muyuz, Maria?."
Ç.N: Kısa ve etkili bir Cp açıkçası *-*
15 Kasım 2015 Pazar
"A Child's Eyes"
Her çocuk yatağının altından korkar. Eğer yataktan korkmuyorlarsa dolaptan korkarlar, veya neredeyse kapalı olan kapının aralığından.
Bilim insanları çocukların perspektifinin daha gelişmiş olduğunu biliyor, onlar yetişkinlerin göremediği şeyleri görebiliyor. Toplumun kabul ettirmeye çalıştığı şeyleri kabul etmiyorlar. Onlar gerçekten olan şeyleri görüyorlar.
Canavarları görüyorlar.
Eğer bir çocuğun gözlerini ödünç alıp bütün bir gece boyunca etrafa onlarla bakacak olsaydınız, delirirdiniz. Bulanık bir şekilde hatırlanan şeyleri görmek, trenli pijamalarla örtünün altına sığınmak, onun seni görmemesi için tanrıya yalvarmak... bir yetişkini delirtirdi. Çünkü yetişkinler kuralları unutur.
1)Nefes almanı zorlaştırsa bile üstünü ört. Eğer sen onları göremezsen,onlar da seni göremez.
2)Ses yapma. En ufak bir hıçkırık ölüme sebep olabilir.
3)Hareket etme. Dikkat çeker.
4)Sadece ışık onları uzak tutabilir.Parlak ışık. Telefon ışıkları durumu kötüleştirir.
Gençler arada kalanlardan. Orda olan şeyi hala hissedebiliyorlar, ama göremiyorlar...ve kuralları unutuyorlar...
Yoksa neden bir kaç uyku hastası bilgisayarlarında oturup monitör ışıklarının "onları" uzak tutması için yeterli olmasına dua ederek yazı yazsınlar ki?
Yeterli değil.
Şimdi bir çocuğun gözleri ile arkana bak, ve sakın çığlık atma.
Ç.N:
Hala bilmeyenler varsa diye söylüyorum Facebook grubunda olmayanlar bana istek göndersinler ^_^
Tıklayın ^^ ----> REİ SHİZUKA
Bilim insanları çocukların perspektifinin daha gelişmiş olduğunu biliyor, onlar yetişkinlerin göremediği şeyleri görebiliyor. Toplumun kabul ettirmeye çalıştığı şeyleri kabul etmiyorlar. Onlar gerçekten olan şeyleri görüyorlar.
Canavarları görüyorlar.
Eğer bir çocuğun gözlerini ödünç alıp bütün bir gece boyunca etrafa onlarla bakacak olsaydınız, delirirdiniz. Bulanık bir şekilde hatırlanan şeyleri görmek, trenli pijamalarla örtünün altına sığınmak, onun seni görmemesi için tanrıya yalvarmak... bir yetişkini delirtirdi. Çünkü yetişkinler kuralları unutur.
1)Nefes almanı zorlaştırsa bile üstünü ört. Eğer sen onları göremezsen,onlar da seni göremez.
2)Ses yapma. En ufak bir hıçkırık ölüme sebep olabilir.
3)Hareket etme. Dikkat çeker.
4)Sadece ışık onları uzak tutabilir.Parlak ışık. Telefon ışıkları durumu kötüleştirir.
Gençler arada kalanlardan. Orda olan şeyi hala hissedebiliyorlar, ama göremiyorlar...ve kuralları unutuyorlar...
Yoksa neden bir kaç uyku hastası bilgisayarlarında oturup monitör ışıklarının "onları" uzak tutması için yeterli olmasına dua ederek yazı yazsınlar ki?
Yeterli değil.
Şimdi bir çocuğun gözleri ile arkana bak, ve sakın çığlık atma.
Ç.N:
Hala bilmeyenler varsa diye söylüyorum Facebook grubunda olmayanlar bana istek göndersinler ^_^
Tıklayın ^^ ----> REİ SHİZUKA
7 Kasım 2015 Cumartesi
"You're Late "
Okul çıkışı eve gelince masanın üzerindeki not gözüme takıldı. "Geç olmadan fırını kapat" yazıyordu. İçeri geçip salona göz attım, Annem bir yere gitmiş olmalıydı.
Üzerimi değiştirmek için odama geçtim. Kulağıma bir yerlere vurulduğuna dair sesler geliyordu. Üst komşunun çocukları yine kavga ediyordu anlaşılan.. Üzerimi değiştirdikten sonra tekrar bilgisayar başına geçtim.
Bir süre sonra şiddetlenen sesler şimdi kesilmişti. Saate baktığım zaman annemin notunu unuttuğumu fark ettim, Koşarak mutfağa gittim.
Buzdolabında bir not daha vardı. "Geç kaldığının farkında mısın?" Yutkunarak fırını açtım, annemin yanmış ve bükülmüş bedeni yere yığıldı. Korku ile çığlık attım.
Aklımda ise tek bir soru vardı. Katil geç kaldığımı nereden biliyordu?
Ç.N:
Rei'ye Facebook grubuna eklenmek için istek atmayı unutmayın ^.^
REİ SHİZUKA
Üzerimi değiştirmek için odama geçtim. Kulağıma bir yerlere vurulduğuna dair sesler geliyordu. Üst komşunun çocukları yine kavga ediyordu anlaşılan.. Üzerimi değiştirdikten sonra tekrar bilgisayar başına geçtim.
Bir süre sonra şiddetlenen sesler şimdi kesilmişti. Saate baktığım zaman annemin notunu unuttuğumu fark ettim, Koşarak mutfağa gittim.
Buzdolabında bir not daha vardı. "Geç kaldığının farkında mısın?" Yutkunarak fırını açtım, annemin yanmış ve bükülmüş bedeni yere yığıldı. Korku ile çığlık attım.
Aklımda ise tek bir soru vardı. Katil geç kaldığımı nereden biliyordu?
Ç.N:
Rei'ye Facebook grubuna eklenmek için istek atmayı unutmayın ^.^
REİ SHİZUKA
30 Ekim 2015 Cuma
"Red Eyes"
Ben Katie.29 yaşında bir garsonum.İşimi çok seviyorum.İnsanlarla sohbet ediyorum,onlarla birlikte alışverişe bile gidiyorum. Bir gün işten eve dönerken caddenin karşısında bir kız çocuğu oturuyordu.Elinde de pompalı tüfek vardı.Onun yanına doğru gittim ve konuşmaya başladım.
"Sen iyi misin?Neden elinde bu pompalı tüfek var."
"Annemden kaçtım.Annem odaya girdiğinde elindeki bıçağı gördüm.Beni öldürmek istiyordu.Ben de duvarda bulunan pompalı tüfeği aldım ve pencereden atladım."
"Peki.Benim evime gelmek ister misin?Orda annen seni bulamaz."
Küçük kız başını salladı.Onu yerden kaldırdım ve kızla beraber eve kadar yürüdük. Eve girdiğimizde kız girmek istemedi.Onun önüne doğru eğildim ve şunu söyledim:
"Bana inan.Burda annen seni asla ve asla bulamayacak."
Kız bana doğru gülümsedi ve içeriye girdi.Tüfeği bir kenara bıraktı ve bir yere oturdu.Ben de onun yanına oturdum.
"Senin adın nedir?"
"Aylse."
"Ne kadar güzel bir isim."
"Teşekkür ederim."
Küçük kızı incelediğimde gri uzun elbisesi,elbisenin kenarlarında kırmızı çizgileri,gri saçları ve çizmeleri vardı.Bu kıyafetler ona çok yakışmıştı.Hemen mutfağa gidip,ona yiyecek hazırladım.Belki karnı aç olabilirdi.Aylse'i çağırdım.Yemeğini yedikten sonra onu kendi yatağıma götürdüm ve yatırdım.Aylse benim çocuğum gibiydi.Onu hiçbir zaman yanımdan ayırmayacağım. Aradan yıllar geçtikten sonra Aylse artık 15 yaşındaydı.Aylse'le birlikte yolda yürürken annesini gördü.Ama Aylse saklanmadı veya korkmadı.Annesine doğru gitti ve ona bağırmaya başladı.Annesi Aylse'i hatırlayınca cebindeki bıçağını çıkarttı.Durdurmaya çalıştım ama olmadı.Aylse de çantasındaki pompalı tüfeğini çıkarttı ve ona vurmaya başladı.Annesi yerde kanlar içinde duruyordu.Aylse çok şaşırmıştı.Koşarak eve doğru gitti.Ben de o yolda öylece duruyordum.Eve geldiğimde Aylse odasında oturuyordu.Sadece camdan bakıyordu.Bir kötülük düşünüyor gibiydi ve kucağında tüfeği vardı.Onun için çok endişeleniyorum. O olaydan sonra bir daha okula gitmedi.Odasının kapısını da kilitlerdi.Akşamları evden dışarı çıkardı ve eve geldiğinde giysilerini kanlar içerisinde görürdüm.Uyuduğum zaman odasından sesler gelmeye başlardı.Artık sabrım kalmadı ve Aylse'in odasına gidip,kapıdan ona bağırmaya başladım.
"Artık sana hiç güvenmiyorum.Sana kızım gibi baktım ama sen ne yaptın? İnsanlara karşı kin beslemeye başladın.Onları öldürdün.Gel beni de öldür.Seni lanet olası çocuk."
Birden kapı açıldı.Aylse nazik bir ses tonuyla:
"Peki tamam.Madem benim odama girmek istiyorsun al gir."
O anda Aylse'e inanamamıştım.Beni odasına alıyordu.Kim bilir odasında ne tür pislikler vardır.
Odasına girdiğimde her yerde iç organları,parçalanmış vücutlar vardı.Yüzümü Aylse'e döndürecekken arkamdan büyük bir acı hissettim.Ben o anda yere yığıldım.Kanlar içerisinde Aylse'e bakıyordum.Bana yaklaşarak kulağıma şunu fısıldadı:
"Ölümünle yüzleş."
Sonra Aylse odasındaki cesetleri ve iç organlarını bir yere saklayıp,pencereden kaçıp,uzaklaştı.
"Sen iyi misin?Neden elinde bu pompalı tüfek var."
"Annemden kaçtım.Annem odaya girdiğinde elindeki bıçağı gördüm.Beni öldürmek istiyordu.Ben de duvarda bulunan pompalı tüfeği aldım ve pencereden atladım."
"Peki.Benim evime gelmek ister misin?Orda annen seni bulamaz."
Küçük kız başını salladı.Onu yerden kaldırdım ve kızla beraber eve kadar yürüdük. Eve girdiğimizde kız girmek istemedi.Onun önüne doğru eğildim ve şunu söyledim:
"Bana inan.Burda annen seni asla ve asla bulamayacak."
Kız bana doğru gülümsedi ve içeriye girdi.Tüfeği bir kenara bıraktı ve bir yere oturdu.Ben de onun yanına oturdum.
"Senin adın nedir?"
"Aylse."
"Ne kadar güzel bir isim."
"Teşekkür ederim."
Küçük kızı incelediğimde gri uzun elbisesi,elbisenin kenarlarında kırmızı çizgileri,gri saçları ve çizmeleri vardı.Bu kıyafetler ona çok yakışmıştı.Hemen mutfağa gidip,ona yiyecek hazırladım.Belki karnı aç olabilirdi.Aylse'i çağırdım.Yemeğini yedikten sonra onu kendi yatağıma götürdüm ve yatırdım.Aylse benim çocuğum gibiydi.Onu hiçbir zaman yanımdan ayırmayacağım. Aradan yıllar geçtikten sonra Aylse artık 15 yaşındaydı.Aylse'le birlikte yolda yürürken annesini gördü.Ama Aylse saklanmadı veya korkmadı.Annesine doğru gitti ve ona bağırmaya başladı.Annesi Aylse'i hatırlayınca cebindeki bıçağını çıkarttı.Durdurmaya çalıştım ama olmadı.Aylse de çantasındaki pompalı tüfeğini çıkarttı ve ona vurmaya başladı.Annesi yerde kanlar içinde duruyordu.Aylse çok şaşırmıştı.Koşarak eve doğru gitti.Ben de o yolda öylece duruyordum.Eve geldiğimde Aylse odasında oturuyordu.Sadece camdan bakıyordu.Bir kötülük düşünüyor gibiydi ve kucağında tüfeği vardı.Onun için çok endişeleniyorum. O olaydan sonra bir daha okula gitmedi.Odasının kapısını da kilitlerdi.Akşamları evden dışarı çıkardı ve eve geldiğinde giysilerini kanlar içerisinde görürdüm.Uyuduğum zaman odasından sesler gelmeye başlardı.Artık sabrım kalmadı ve Aylse'in odasına gidip,kapıdan ona bağırmaya başladım.
"Artık sana hiç güvenmiyorum.Sana kızım gibi baktım ama sen ne yaptın? İnsanlara karşı kin beslemeye başladın.Onları öldürdün.Gel beni de öldür.Seni lanet olası çocuk."
Birden kapı açıldı.Aylse nazik bir ses tonuyla:
"Peki tamam.Madem benim odama girmek istiyorsun al gir."
O anda Aylse'e inanamamıştım.Beni odasına alıyordu.Kim bilir odasında ne tür pislikler vardır.
Odasına girdiğimde her yerde iç organları,parçalanmış vücutlar vardı.Yüzümü Aylse'e döndürecekken arkamdan büyük bir acı hissettim.Ben o anda yere yığıldım.Kanlar içerisinde Aylse'e bakıyordum.Bana yaklaşarak kulağıma şunu fısıldadı:
"Ölümünle yüzleş."
Sonra Aylse odasındaki cesetleri ve iç organlarını bir yere saklayıp,pencereden kaçıp,uzaklaştı.
Ç.N:
Bu CP'nin yazarı Ayşenur , ve çizimi de arkadaşına ait . İkisinin de ellerine sağlık ^^
Ankete oy vermeyi unutmayın :3
27 Ekim 2015 Salı
"I Begged You"
"Lütfen, sana burda yalvarıyorum." dedim, ancak celladım sadece derin bir nefes alıp verdi ve iğneyi koluma batırırken içten bir üzüntü ile bana baktı.
Papaz yanıma oturdu. Daha önce defalarca kez duymuş olmama rağmen "Düğmeye basıldığı anda ilaçlar hızlı bir şekilde verilecek. Yaklaşık 30 saniye içinde bilincin kapanacak, ve ondan hemen sonra da ölümün gerçekleşecek." diye açıkladı.
"Son sözlerin?"
"Sadece bir kez daha bunu yapmamanız için yalvarıyorum." dedim.
Papaz üzgün bir şekilde başını salladı, celladımla temiz bir vicdan ile yüzleşememem üzücü.
Aslında gerçek şu ki, ben kimseyi öldürmedim. Bu bütün hayatım boyunca böyle oldu. Neden bilmiyorum ama ne zaman kazara kendime zarar versem, yaraları çevremde bulunan insanlar alıyordu.
Bir kez sınıfta parmağım kağıt kesiği oldu ve etrafımdaki 3 kişinin parmağının kanamasına neden oldu.
Lisedeyken bir araba kazasındaydım, ve arabanın benim bulunduğum tarafı darbeyi almış olmasına rağmen kız arkadaşımın bacağı kırıldı.
Ben her zaman dikkatliydim. Kendime dikkat ediyorudm, sağlığımın iyi olmasını sağlamak için uğraşıyordum. Ama bir gün üç kişi beni sıkıştırdığında ve içlerinden biri beni yüzümden vurduğunda yüzü patlayan ben değildim,onlardı. Ve polisler geldiğinde, beni onların cesedinin yanında diz çökerken buldular. O sırada silahı aptal gibi elime almış ne yapmam gerektiğini düşünüyordum.
İlaçlar verilmeye başlandıktan yaklaşık 30 saniye sonra cellatın ve papazın yüksek bir sesle yere düştüğünü gördüm.
Üzgün bir şekilde "Size yalvarmıştım." dedim.
Ç.N:
Bu baya büyük bir yük o_O
Ankete oy vermeyi unutmayın bu arada ^o^
Papaz yanıma oturdu. Daha önce defalarca kez duymuş olmama rağmen "Düğmeye basıldığı anda ilaçlar hızlı bir şekilde verilecek. Yaklaşık 30 saniye içinde bilincin kapanacak, ve ondan hemen sonra da ölümün gerçekleşecek." diye açıkladı.
"Son sözlerin?"
"Sadece bir kez daha bunu yapmamanız için yalvarıyorum." dedim.
Papaz üzgün bir şekilde başını salladı, celladımla temiz bir vicdan ile yüzleşememem üzücü.
Aslında gerçek şu ki, ben kimseyi öldürmedim. Bu bütün hayatım boyunca böyle oldu. Neden bilmiyorum ama ne zaman kazara kendime zarar versem, yaraları çevremde bulunan insanlar alıyordu.
Bir kez sınıfta parmağım kağıt kesiği oldu ve etrafımdaki 3 kişinin parmağının kanamasına neden oldu.
Lisedeyken bir araba kazasındaydım, ve arabanın benim bulunduğum tarafı darbeyi almış olmasına rağmen kız arkadaşımın bacağı kırıldı.
Ben her zaman dikkatliydim. Kendime dikkat ediyorudm, sağlığımın iyi olmasını sağlamak için uğraşıyordum. Ama bir gün üç kişi beni sıkıştırdığında ve içlerinden biri beni yüzümden vurduğunda yüzü patlayan ben değildim,onlardı. Ve polisler geldiğinde, beni onların cesedinin yanında diz çökerken buldular. O sırada silahı aptal gibi elime almış ne yapmam gerektiğini düşünüyordum.
İlaçlar verilmeye başlandıktan yaklaşık 30 saniye sonra cellatın ve papazın yüksek bir sesle yere düştüğünü gördüm.
Üzgün bir şekilde "Size yalvarmıştım." dedim.
Ç.N:
Bu baya büyük bir yük o_O
Ankete oy vermeyi unutmayın bu arada ^o^
24 Ekim 2015 Cumartesi
"Falling"
Düşüyorum.
Yaklaşık....ah, artık ne kadar süredir düşüyorum onu bile bilmiyorum. Bir kaç milyon yıl? Artık önemi yok gerçi, zaman sonsuzluktayken anlamsız.
Anlatılacak pek fazla bir hikaye yok. Evde oturuyordum, sonra göğsüme bir ağrı girdi, ve düşüyordum. İlk başta sadece çığlık attım, ve kemiklerimin zeminde parçalanmasını bekledim. Öyle bir şey olmadı. Bir kaç gün sonra farkına vardım ki bu benim sonum olmayabilirdi. Yanlış hiçbir şey yapmadım, doğru bir şey yapmadım; hiçbir şey yapmadım.
Ancak yine de düşüyorum.
Düştüğüm yerin bomboş karanlığından başka hiçbir şey görmüyorum.
Kulaklarımın yanından geçen havanın vızlaması dışında hiçbir şey duymuyorum. (Sanırım aşağıda hava var. Orası her neresi ise.)
Çürüyüp solan bedenim dışında hiçbir koku almıyorum.
Derimin çatlayıp kırıldığını, bazı parçalarımın kopup düştüğüm yerin hiçliğine karıştığını hissedebiliyorum. Acıya alıştım. Sanırım hiçliğin sonsuzluğundan daha ilgi çekici olduğu için.
Bağırmak? 1 veya 2 yüzyıldan sonra pes ettim. Anlamı yok. Yapacak başka bir şey de yok.
Belki bir gün ölürüm. Aşağıda beni bekleyen şey bundan daha iyi olmalı.
Gerçekten de beni bu noktada en çok korkutan şey ise...
Zaten ölmüş olmam.
Ç.N:
Sonsuza dek düşmek korkunç >_<
Ve eski rutine geri dönüyorum, paylaşımlar 3-4 günde bir olacak gençler ^^
Yaklaşık....ah, artık ne kadar süredir düşüyorum onu bile bilmiyorum. Bir kaç milyon yıl? Artık önemi yok gerçi, zaman sonsuzluktayken anlamsız.
Anlatılacak pek fazla bir hikaye yok. Evde oturuyordum, sonra göğsüme bir ağrı girdi, ve düşüyordum. İlk başta sadece çığlık attım, ve kemiklerimin zeminde parçalanmasını bekledim. Öyle bir şey olmadı. Bir kaç gün sonra farkına vardım ki bu benim sonum olmayabilirdi. Yanlış hiçbir şey yapmadım, doğru bir şey yapmadım; hiçbir şey yapmadım.
Ancak yine de düşüyorum.
Düştüğüm yerin bomboş karanlığından başka hiçbir şey görmüyorum.
Kulaklarımın yanından geçen havanın vızlaması dışında hiçbir şey duymuyorum. (Sanırım aşağıda hava var. Orası her neresi ise.)
Çürüyüp solan bedenim dışında hiçbir koku almıyorum.
Derimin çatlayıp kırıldığını, bazı parçalarımın kopup düştüğüm yerin hiçliğine karıştığını hissedebiliyorum. Acıya alıştım. Sanırım hiçliğin sonsuzluğundan daha ilgi çekici olduğu için.
Bağırmak? 1 veya 2 yüzyıldan sonra pes ettim. Anlamı yok. Yapacak başka bir şey de yok.
Belki bir gün ölürüm. Aşağıda beni bekleyen şey bundan daha iyi olmalı.
Gerçekten de beni bu noktada en çok korkutan şey ise...
Zaten ölmüş olmam.
Ç.N:
Sonsuza dek düşmek korkunç >_<
Ve eski rutine geri dönüyorum, paylaşımlar 3-4 günde bir olacak gençler ^^
21 Ekim 2015 Çarşamba
"Father Figure"
Babamın koridorun uzak tarafından gelen ayak sesleri ben küçükken ninnimdi. Gecenin ortasında, sırtım kapıya dönük olduğunda, gri çoraplarının sert tahta zeminle yarattığı etkileşimin hafif sesini duyardım.
Geldiği yerden içeri yansıyan altın rengi ince ışık hüzmesi ile odanın kapısı açılırdı. Ayak sesleri odama girdiğinde halı tarafından emilerek daha sessiz olurdu. Ve eli alnımdaki saçları nazikçe geriye iterdi, soğuk dudakları hafifçe alnıma konardı.
Her zaman zayıf bir kan dolaşım sistemi olmuştur, bu yüzden örtünün altında geçirdiğim aşırı sıcak yaz akşamlarında onun soğukluğunu hissetmek iyi oluyordu, soğuk ve affedici.
Bazen onu görmek için kafamı ona çevirirdim. Uykulu gözlerim onunkilere bakardı, ve karanlıkta onun inci beyazı dişleri sıcak bir gülümseme ile parlardı. Ben de gülümseyerek karşılık verirdim.
Ziyaretlerinden birine uyandığımda hep sessiz olurdu, genelde benim el sallamam ve onun yavaşça kaybolan sevgi dolu gülümsemesi ile biterdi.
14 yaşına geldiğimde, nedenini anlayamadığım bir sebepten gece ziyaretleri azaldı. Bunu anneme sorduğumda bana döndü, bakışları yumuşadı ve dudakları cevabı vermek üzere aralandı:
"Şey," dedi alçak bir tonla "Yaşın ilerledikçe...hayaletleri gittikçe daha az görmeye başlarsın."
Ç.N:
Adminin tembellik zamanına denk geldiğiniz için kusura bakmayın (>_<'')
Ah, bir de şu komik Cp paylaşımları olan blog ne zaman açılacak merak eden varmış :3
Şu an Blogun ziyaretçi sayısı benim tembelliğim yüzünden düştü, onu eski haline getirdiğim anda açacağım ^^
Geldiği yerden içeri yansıyan altın rengi ince ışık hüzmesi ile odanın kapısı açılırdı. Ayak sesleri odama girdiğinde halı tarafından emilerek daha sessiz olurdu. Ve eli alnımdaki saçları nazikçe geriye iterdi, soğuk dudakları hafifçe alnıma konardı.
Her zaman zayıf bir kan dolaşım sistemi olmuştur, bu yüzden örtünün altında geçirdiğim aşırı sıcak yaz akşamlarında onun soğukluğunu hissetmek iyi oluyordu, soğuk ve affedici.
Bazen onu görmek için kafamı ona çevirirdim. Uykulu gözlerim onunkilere bakardı, ve karanlıkta onun inci beyazı dişleri sıcak bir gülümseme ile parlardı. Ben de gülümseyerek karşılık verirdim.
Ziyaretlerinden birine uyandığımda hep sessiz olurdu, genelde benim el sallamam ve onun yavaşça kaybolan sevgi dolu gülümsemesi ile biterdi.
14 yaşına geldiğimde, nedenini anlayamadığım bir sebepten gece ziyaretleri azaldı. Bunu anneme sorduğumda bana döndü, bakışları yumuşadı ve dudakları cevabı vermek üzere aralandı:
"Şey," dedi alçak bir tonla "Yaşın ilerledikçe...hayaletleri gittikçe daha az görmeye başlarsın."
Ç.N:
Adminin tembellik zamanına denk geldiğiniz için kusura bakmayın (>_<'')
Ah, bir de şu komik Cp paylaşımları olan blog ne zaman açılacak merak eden varmış :3
Şu an Blogun ziyaretçi sayısı benim tembelliğim yüzünden düştü, onu eski haline getirdiğim anda açacağım ^^
17 Eylül 2015 Perşembe
Laughing Jack
Ben James'in annesiyim. James çok tatlı ve iyidir, fakat arkadaş edinmeyi pek sevmez. O yüzden hep yalnızdır. Bir gün James evin bahçesinde oynarken biriyle konuştuğunu duydum. Mutfağın penceresinden ona baktığımda, yanında kimse yoktu. O kadar kendi kendine konuşuyordu. Oğlumun yanına gittim. "James, kimle konuşuyorsun ?" diye sordum. "Ben.. hayali arkadaşım ile. Neden sordun ki?" dedi. "Neyse haydi içeri gel uyuyacaksın." James'i yatağına yatırdım. Ve yatak odama gidip, uyumaya başladım. Çok berbat bir rüya gördüm. Rüyamda; bir lunaparktaydım. Her şey siyah beyaz gözüküyordu. Lunaparktaki sakat çocuklar beni ürkütüyordu. Çocuklar beni bacaklarımdan ve kollarımdan tırmalayıp duruyordu. Ve berbat bir gülme sesi.. Uyandığımda hala geceydi. James'in oyuncakları çekmecemin üzerinde duruyordu. O oyuncakları James'in koyduğunu düşünüp, odasına gittim. Ama odasına girdiğimde James hala uyuyordu. Onu hafifçe dürterek uyandırdım. "James, bu oyuncakları sen mi koydun benim odama ?". Diye sordum. "Hayır. Ben koymadım Gülen/Laughing Jack koymuş." Dedi. Fazla üzerine gitmedim. "Peki tamam sen uyumaya devam et bebeğim."
Ertesi sabah James bahçeye çıkmıştı. James'in elinde şekerler vardı. İlk, komşumuz falan vermiştir diye düşündüm. Ama sormalıydım.
-James, o şekerleri sana kim verdi ?
-Gülen\Laughing Jack verdi.
-James bana derhal doğru cevap ver. Onları sana kim verdi!!!
-Ama anne ben gerçekten..
-Tamam James.
James aslında bana hiç yalan söylemez. Neden sorularıma doğru cevap vermiyor ki ?. Neyse. Gece oldu. James'in bu garip hareketleri ardından onu gözetim altında tutmam gerekirdi. Mutfaktan sesler geldi. Ben korkuyla uyandım. Hemen koşarak aşağı indim. Evin köpeği Fido öldürülmüştü. Midesi kesilmişti, organları gözüküyordu ve James'in yediği şekerler vardı. Kendimden geçmiştim o görüntüye. Fakat James'in odasından çıkan ses gelene kadar. Oğluma bir şey olmasından korktum ve hemen çekmeceden bir bıçak alıp yatak odasına çıktım. Oda darmadağınıktı. Çekmeceler biri tarafından tekmelenmiş, kırılıp dökülmüştü. James odanın bir kenarında ağlıyordu. Hemen James'i kucağıma alıp komşumuzun evine koştum. Oradan hemen polisi aradım. Polis kısa sürede evin etrafını sardı. Ama ortada görünen bir şey yoktu. Bir ölü köpek ve darmadağınık bir oda.
Sonra ki gece James'in eski bebek monitörünü odasına kurdum. James'in odasına bir şey gelirse onu görebileceğim. James odasında yatmaya pek niyetli değil gibiydi. Ama ona söz verdim bir şey olmayacağı konusunda. Sonra yatak odama gittim. Tam uyuyacaktım, monitörden ses gelmeye başladı. Bir an ürktüm. Ses radyo gibiydi. Ondan sonra rüyam da gördüğüm o berbat gülme sesini duydum. Hemen yastığımın altındaki bıçağı kapıp, James'in odasına koştum. İlk başta ışık açılmadı. Sonra James'in gece lambası açıldı ve gördüğüm görüntüye şok oldum. James'in bedeni duvara çivilenmişti. Organları sarkıyordu bedeninden. Her tarafı kesilmişti. Gözleri parçalanmıştı. Ama odadan bir inilti geldi. James yaşıyordu, evet. Onu kurtarmalıydım. Ve lanet olası oda da gözüktü. O Gülen\Laughing Jack'ti. Beyaz teni, beyaz ve siyah çizgili çorapları ve de o iğrenç uzun saçları.. Durmadan sırıtıyordu. Ondan nefret ettim. James'e döndü ve büyük bir kahkaha attı. Ona bıçağı sapladım. Onu öldürmüştüm. Ama.. o siyah bir sis ile gözden kayboldu. O bıçak James'in kalbine gelmişti. Kanı yüzüme fışkırdı. Kendime inanamıyorum. B ben oğlumu öl-dürdüm. Kısa sürede polisler evin etrafını sardı. Ben mahvoldum...
Ç.N:
Türkiye'de olsa şeker bayramında katillikte master yapacak..
Ertesi sabah James bahçeye çıkmıştı. James'in elinde şekerler vardı. İlk, komşumuz falan vermiştir diye düşündüm. Ama sormalıydım.
-James, o şekerleri sana kim verdi ?
-Gülen\Laughing Jack verdi.
-James bana derhal doğru cevap ver. Onları sana kim verdi!!!
-Ama anne ben gerçekten..
-Tamam James.
James aslında bana hiç yalan söylemez. Neden sorularıma doğru cevap vermiyor ki ?. Neyse. Gece oldu. James'in bu garip hareketleri ardından onu gözetim altında tutmam gerekirdi. Mutfaktan sesler geldi. Ben korkuyla uyandım. Hemen koşarak aşağı indim. Evin köpeği Fido öldürülmüştü. Midesi kesilmişti, organları gözüküyordu ve James'in yediği şekerler vardı. Kendimden geçmiştim o görüntüye. Fakat James'in odasından çıkan ses gelene kadar. Oğluma bir şey olmasından korktum ve hemen çekmeceden bir bıçak alıp yatak odasına çıktım. Oda darmadağınıktı. Çekmeceler biri tarafından tekmelenmiş, kırılıp dökülmüştü. James odanın bir kenarında ağlıyordu. Hemen James'i kucağıma alıp komşumuzun evine koştum. Oradan hemen polisi aradım. Polis kısa sürede evin etrafını sardı. Ama ortada görünen bir şey yoktu. Bir ölü köpek ve darmadağınık bir oda.
Sonra ki gece James'in eski bebek monitörünü odasına kurdum. James'in odasına bir şey gelirse onu görebileceğim. James odasında yatmaya pek niyetli değil gibiydi. Ama ona söz verdim bir şey olmayacağı konusunda. Sonra yatak odama gittim. Tam uyuyacaktım, monitörden ses gelmeye başladı. Bir an ürktüm. Ses radyo gibiydi. Ondan sonra rüyam da gördüğüm o berbat gülme sesini duydum. Hemen yastığımın altındaki bıçağı kapıp, James'in odasına koştum. İlk başta ışık açılmadı. Sonra James'in gece lambası açıldı ve gördüğüm görüntüye şok oldum. James'in bedeni duvara çivilenmişti. Organları sarkıyordu bedeninden. Her tarafı kesilmişti. Gözleri parçalanmıştı. Ama odadan bir inilti geldi. James yaşıyordu, evet. Onu kurtarmalıydım. Ve lanet olası oda da gözüktü. O Gülen\Laughing Jack'ti. Beyaz teni, beyaz ve siyah çizgili çorapları ve de o iğrenç uzun saçları.. Durmadan sırıtıyordu. Ondan nefret ettim. James'e döndü ve büyük bir kahkaha attı. Ona bıçağı sapladım. Onu öldürmüştüm. Ama.. o siyah bir sis ile gözden kayboldu. O bıçak James'in kalbine gelmişti. Kanı yüzüme fışkırdı. Kendime inanamıyorum. B ben oğlumu öl-dürdüm. Kısa sürede polisler evin etrafını sardı. Ben mahvoldum...
Ç.N:
Türkiye'de olsa şeker bayramında katillikte master yapacak..
14 Eylül 2015 Pazartesi
"Sir Elyan the White"
Sir Elyan the White 8. yüzyılda yaşayan bir şövalyeydi.
Bir insana göre çok uzun ve iriydi.
Her ne kadar saray şövalyesi olsa da büyü ile ilgilenirdi çünkü sevdiği kadın bir büyücüydü.
Kralının “Ülkemdeki büyücülerin hepsini öldürün.” emrine karşı geldiği için idama mahkûm edilmişti.
İdam günü Julia (Sevdiği kadın) onu kurtarmak için ölümsüzlük ile lanetledi.
Elyan asıldıktan ve tüm insanlar teker teker gittikten sonra Julia onun ipini kesti ve beraber ormana kaçtılar.
Ormanda Julia ona yaptığı laneti anlattı ve bunun bedelinin onun hayatı olduğunu söyledi.
Kelimelerini bitirdiğinde Julia nefes almayı kesti ve arkasında saf öfke ile dolu bir canavar bıraktı.
Elyan Kralın ülkesindeki yaşayan her bir canlıyı öldürdü.
Sadece o ülkedekileri değil yakın kasaba ve köyleri de yerle bir etti.
Aylar sonra öfkesi dindi ve artık tek istediği ölüp Julia ile beraber olmaktı.
Bunun için kara büyü yolunu seçti.
Uzun araştırmalarından sonra “Yaşayan Orman” adı verilen bir yerde büyülü bir zırh ve büyülü bir çalgı aleti olduğunu öğrendi.
Bu zırha ve çalgı aletine sahip kişi muazzam bir güce ulaşacaktı fakat bunun bedeli her geçen saniye yaşam enerjisinin emilip en sonunda ölmesiydi.
Bu süreci tersine çevirmenin tek yolu insan öldürmekti.
Elyan bunun en doğru yol olduğuna karar verdi, zırha ve çalgı aletine sahip olduktan sonra ölmeyi bekleyecekti.
Zırhı buldu ve giydi ama hiçbir şey tahmin ettiği gibi olmadı….
Zaman hızla geçti, günler, aylar, yıllar.
Ama o ölmedi, sadece güçsüz düştü.
Ve en sonunda kaderini kabullendi.
O ölmüyordu.
Lanet ormanda sıkışıp kalmıştı.
Elindeki orak gitara baktı, geçmişi aklına geldi, Julia için çaldığı şarkılar.
Son gücüyle elini tellerin üzerinde dans ettirdi.
Bunu yaparken gelen diğer ritimleri de duyuyordu fakat delirdiğini düşünüyordu, gölgesinin beşe bölünüp ona eşlik ettiğini fark etmemişti.
Bir süre sonra ona doğru koşarak 6 kişi geldi.
Zorlukla ayağa kalktı ve okuduklarını hatırladı.
Hepsinin kafasını uçurdu ve hissettiği şey muazzamdı.
O güç onu çıldırtmaya yetmişti.
Elyan artık sıradan bir insan değildi, o White Raven’dı.
(Çizim Sir Elyan the White‘ın, White Raven olmadan önceki zırhı.)
Bir insana göre çok uzun ve iriydi.
Her ne kadar saray şövalyesi olsa da büyü ile ilgilenirdi çünkü sevdiği kadın bir büyücüydü.
Kralının “Ülkemdeki büyücülerin hepsini öldürün.” emrine karşı geldiği için idama mahkûm edilmişti.
İdam günü Julia (Sevdiği kadın) onu kurtarmak için ölümsüzlük ile lanetledi.
Elyan asıldıktan ve tüm insanlar teker teker gittikten sonra Julia onun ipini kesti ve beraber ormana kaçtılar.
Ormanda Julia ona yaptığı laneti anlattı ve bunun bedelinin onun hayatı olduğunu söyledi.
Kelimelerini bitirdiğinde Julia nefes almayı kesti ve arkasında saf öfke ile dolu bir canavar bıraktı.
Elyan Kralın ülkesindeki yaşayan her bir canlıyı öldürdü.
Sadece o ülkedekileri değil yakın kasaba ve köyleri de yerle bir etti.
Aylar sonra öfkesi dindi ve artık tek istediği ölüp Julia ile beraber olmaktı.
Bunun için kara büyü yolunu seçti.
Uzun araştırmalarından sonra “Yaşayan Orman” adı verilen bir yerde büyülü bir zırh ve büyülü bir çalgı aleti olduğunu öğrendi.
Bu zırha ve çalgı aletine sahip kişi muazzam bir güce ulaşacaktı fakat bunun bedeli her geçen saniye yaşam enerjisinin emilip en sonunda ölmesiydi.
Bu süreci tersine çevirmenin tek yolu insan öldürmekti.
Elyan bunun en doğru yol olduğuna karar verdi, zırha ve çalgı aletine sahip olduktan sonra ölmeyi bekleyecekti.
Zırhı buldu ve giydi ama hiçbir şey tahmin ettiği gibi olmadı….
Zaman hızla geçti, günler, aylar, yıllar.
Ama o ölmedi, sadece güçsüz düştü.
Ve en sonunda kaderini kabullendi.
O ölmüyordu.
Lanet ormanda sıkışıp kalmıştı.
Elindeki orak gitara baktı, geçmişi aklına geldi, Julia için çaldığı şarkılar.
Son gücüyle elini tellerin üzerinde dans ettirdi.
Bunu yaparken gelen diğer ritimleri de duyuyordu fakat delirdiğini düşünüyordu, gölgesinin beşe bölünüp ona eşlik ettiğini fark etmemişti.
Bir süre sonra ona doğru koşarak 6 kişi geldi.
Zorlukla ayağa kalktı ve okuduklarını hatırladı.
Hepsinin kafasını uçurdu ve hissettiği şey muazzamdı.
O güç onu çıldırtmaya yetmişti.
Elyan artık sıradan bir insan değildi, o White Raven’dı.
(Çizim Sir Elyan the White‘ın, White Raven olmadan önceki zırhı.)
Ç.N:
Baya bir kişi White Raven'ı oldukça havalı bulunca istekler doğrultusunda White Raven'ın geçmişine göz atmış olduk ^^ Yazı ve çizim için emek sahibi Reaper [DCLXVI] 'ye teşekkür ediyorum :3
10 Eylül 2015 Perşembe
"Nurses"
"Sıradaki!" Diye bağırdı fotoğrafçı adam. Fotoğrafı çekilen çocuk sınıfına giderken sıradaki kameranın önüne geçip gülümsedi. Böylece sıra ilerlemeye devam ediyordu. 15-16 yaşlarındaki çocukların fotoğrafı çekiliyor, kimi gülümsüyor, kimi ifadesizce duruyordu.
Sıra sonunda Sally'e geldiğinde Sally gülümsedi, sonra sınıfına gitmek için dışarı çıktı. Koridorların boş olduğunu gördüğünde içini bir telaş kapladı.
Sınıfının kapısını açtığında oranın bir sınıf değil, ilaçlarla dolu bir oda olduğunu gördü. Ne olduğunu anlamaya çalışarak etrafında döndü, bir kadının yaklaştığını görünce rahatladı. Dersine girmeyen bir öğretmen olmalıydı.
"Sınıfım buradaydı ama-" Kadın onu dinlemeden cebinden bir iğne çıkarttı. Sally çığlık atıp koşmaya başladı. Neler dönüyordu?
Hızla merdivenlerden yukarı çıktı. En üst kata geldiğinde kendini nefes nefese tuvalette bir kabine kilitledi. Ne olduğunu bilmiyordu, sadece kaçması ve kurtulması gerektiğinden emindi. Telefonuyla annesini aramak için elini cebine attı. Ama telefon nasılsa orada değildi.
Burada daha fazla kalamazdı. Kaçmalıydı. Yavaş adımlarla tuvaletten çıktı ve sağına soluna bakındı. Kimse olmadığını görünce rahat bir nefes alıp merdivenlere yöneldi. O anda koluna saplanan iğnenin acısıyla tiz bir çığlık attı. Saniyeler içinde bilincini kaybetti. Hemşireler aralarında konuşuyorlardı,
"En çok uğraştıran hastalardan biri."
Ç.N:
Bu Cp Fulya Taylor Woods tarafından yazılmıştır ^_^
Bir de gençler, hala bilmeyen varsa diye söylüyorum da ben erkek değilim :D Ama bana istediğiniz gibi hitap edebilirsiniz, şahsen cinsiyet konusunu pek takmam :3
1 Eylül 2015 Salı
The Rake
2003'ün yazında, Kuzeydoğu Amerika'da olanlar çok garipti,
insana benzeyen bir varlık medyada ilgi yarattı. internetteki online yazılı
hesapların esrarengiz bir şekilde yok olması çok ilginçti.
İlk önce New York'un kırsal kesimlerine odaklanıldı ve
Idaho'da bulundu, Duygular korku ve rahatsızlık son derece travmatik seviyeleri
arasında değişmektedir, öncelikle çocuksal duygularda.. Oyunculuk ve meraklılık
alanında. Onların yayınlanmış versiyonları kayıttan alındıktan sonra, hatıralar
güçlenmeye devam etti. Birkaç ilgili grup bu konu için yanıt aramaya başladı
(beyin erorr 404 :D)
2006'nın başlarında, 12.yüzyıl ve günümüz arasında uzanan
yaklaşık iki düzine belge birikmişti. Bir grubun üyesi ile iletişime geçtim.
onlardan sadece özel baskı kitabı alabildim.
Bir İntihar Notu: 1964
"Hayatımı almaya hazırlanırken (ha?), yaşadığım bu
suçluluk yada acıyı tatdıktan sonra buna ihtiyacım olduğunu anladım. onun
dışında kimsenin suçu değildir. Onu gördükten sonra her seferinde uyandığımda
onun sesini duyuyorum ve görüyorum. Artık her uyandığımda alıcağım tecrübeden
korkmadan uyuyamıyorum. artık uyanamayacağım. Görüşmek Üzere.." (gerçekten
zorlandım burda karışıklık oldu kusura bakmayın)
Bu notu tahta kutudan aldım, yanında iki tane zarf vardı.
Willam ve Rose'a yazılmışlardı.
"Sevgili Linnie,
Senin için dua ettim. O senin ismini söyledi"
Bir günlük (ispanyolcadan çevirilmiştir) :1880
"Büyük bir terör tecrubem var. Ve büyük bir teröre
tecrübe edindim. Ve büyük tecrübe aldım (anladık peki,). Onun yakınında
gözlerinin içine baktım. onlar korkutucuydu. Siyah..sadece simsiyah bomboş
gözler.. onun ıslak elleri.. onun.. kanlı eller. Uyumayacağım.."
Mariner'in geçmişi: 1691
"uykumda geldi, herşeyimi aldı. İngiltere'ye geri
dönmeliyiz. bir daha Rake'in yanına dönmeyeceğiz."
Tanığın notu: 2006
Üç yıl önce, Niagara Şelalerine gittiğimiz yolculuktan
ailemle birlikte 4 Haziran'da döndüm. Tabi ki uzun yolculuğumuzdan sonra
hepimiz yorgunduk, bu yüzden eşim ve ben çocuklarımızı uyuttuk (WHY ?! TT^TT)
Gece 4 gibi, kocamın/eşimin tuvaleti kullanmak için
kalktığını düşünerek uyandım. O anı çarşafları kendi tarafıma çekmek üzere
değerlendirdim, sırf o süreçte uyandı. Yataktan kalktığını sandığımı söyleyerek
özür diledim. yüzünü bana döndüğünde, soluk soluğa ayağını hızlıca yatağın
ucundan çekti ve diziyle az daha beni yataktan düşürüyordu. Sonra beni tuttu ve
hiç bir şey demedi.
Gözüm karanlığa alışalı yarım saniye geçmişti, bu değişik
olayı görebilecek durumdaydım. yatağın diğer tarafında oturan çıplak bir adam
ortaya çıktı, yada saçsız uzun alışılmadık bir köpek.
Kocam kıllarına ve dizlerine dikkatlice
bakıyordu,pozisyonunun içine sıkışmıştı,
telaşlı bir şekilde varlık yatağın diğer tarafına sürünerek
gitti ve hızlıca kocama emekledi. varlık 30 saniye boyunca sessiz kaldı kocama
doğru bakıyordu.varlık elleri ve dizleri üzerinde hol e gitti, çocukların
odasına doğru gidiyordu. çığlık attım ve hemen ışığı açmaya gittim, çocuğuma
zarar vermesini önlemeye uğraşıyordum. Hol e gittiğimde ve ışığı açtığımda bana
dğru döndü ve bana baktı,etraf kanlar içindeydi. sonra kızım Clara'yı gördüm.
Varlık merdivenlerden aşağı indi ve bende kızıma yardım
etmek için koştum. Clara çok yaralıydı. ve dedi ki "o Rake'di.."
Kocam arabayı sürdü ve hastaneye kızımızı yetiştirmeye
çalıştık.Hayatta kalamadı..
küçük bir kasabada yaşarsanız, haberler her tarafa çok kolay
yayılır. Polis bize bu konuda yardım etti. herneyse hikayem hiç bir yerde
yayınlanmadı ve televizyonlar da pek s**ine takmadı.
bir kaç ay sonra oğlum Justin ve ben ailemin yakınındaki bir
hotelde kaldık. Eve dönmeye karar verdiğimizden bericevap aramaya başladım,
karşıdaki kasabada bir adam bulduk ve onunla iletişime geçtik. Adam, New
York'da 2 tane Rake ile karşılaşan insan tanıdığını söyledi.
Yatağımın yanında dijital kaydedici yerleştirdim ve bütün
gece orada kaldı.
Rake benim hayatımı ayak üstü s**tikten sonra bir daha
görmedim, fakat biliyorum ki ben uyurken benim odamda beliriyor. Uyandığımda
göz göze gelmekten çok korkuyorum.
ÇN: Aynen, korkmalısın zaten, tipe bak .-. uygunsuz kelimeler ve karışıklıklar var o yüzden özür dilerim ;-,
26 Ağustos 2015 Çarşamba
Lost Silver -Pokemon-
Ben tek başına bir apartmanda yaşayan bir kolej öğrencisiyim. Pokemon Heart Gold/Soul Silver çıktığından beri gerçekten aşırı heyecanlıyım. Fakat okul yüzünden kendimi 4chan ve Bulbapedia gibi mizah sitelerinden ayırmak zorunda kaldım.
O zamanlar okulla uğraşıyordum ve fakirdim, o yüzden SoulSilver’i alacak param yoktu. Okul yılım bittikten sonra Amazon’ndan Soul Silver’ı sipariş ettim. Bir hafta gibi bir sürede geleceği söylendiğinde, o sırada bende Gameboy’umda Crystal versiyonunu oynamaya karar verdim.
Fakat bir süre sonra hatırladım ki annem o oyunu atmıştı çünkü kayıtlarım silinmişti. Annem aynı zamanda Silver versiyonunuda atmıştı, o yüzden sadece Gameboy’um var elimde. Bende dışarı çıkıp Gamestop’tan daha önce kullanılmış Silver versiyon aldım, zaten başka Pokemon oyunu kalmamıştı oradada.
Eve döndüm , nostalji yaşamaya hazırdım. Fakat, işler bu kısımdan sonra korkunçlaşmaya başladı, ve bu yazıyı okumanızın nedenide yaşanılanlar zaten.
Gamefreak logosu her zamanki gibi çıktı, fakat orada dondu. Cart error verdi sandım, o yüzden kapatıp açtım. Aynı şey gene yaşandı. A ve Start tuşlarına durmadan basmaya başladım, ve diğer butonlarada. Daha sonra logo yok oldu ve 5 saniyeliğine falan siyah bir ekran görüntüsü oldu. Birden bire, normalde olacağı gibi menüye gitmektense, zaten daha önce kayıt edilmiş bir oyuna başladım, garipti çünkü cart’ın yeni olduğunu sanıyordum. Genede, oyalanmadım, ve “Continue” butonuna basarak önceki adamın yaptıklarına bakmaya karar verdim.
Öncelikle Trainer ismine baktım. İsmi sadece “...”dı. Adam orjinallikten anlamıyor.
Profiline baktım, oyunda 999:99 saat geçirmiş, tüm 16 Badge’leri toplamış, 99999.9 Pokedollar’ı var, ve tüm 251 Pokemon’da Pokedex’te kayıtlı.
Pokedex’te Mew ve Celebi bile kayıtlıydı, o yüzden herhalde ya Game Genie kullanmış yada gerçekten hakiki bir Pokemon hayranı.
Pokemon’larına bakıp ne kadar iyi bir takımı olduğunu görmek istedim. 5 Unown vardı ve 6. Pokemon “HURRY” (Anlamı: Çabuk) isimli Pokemondu. Herhalde şakadır diye düşündüm, genede Pokemon’ların profillerine bakmaya karar verdim. Düşündüğüm gibi, isimleri Unown’dan farklı şekillerdi, hepsi Level 5’ti. Unown diliyle pek aram yok fakat “LEAVE” (Anlamı: Çık) diyordu.
6. Pokemon Cyndaquil çıktı. Görünümü normaldi, fakat 5 Level’di ve sadece 1 HP’si vardı, ve sadece 2 attack’ı vardı: Leer ve Flash. İsmini niye HURRY koyduklarını anlamadım. En anlamadığım şey ise sesin sonda olmasına rağmen hiç bir Pokemon’un ağlama sesi yoktu. Sessizlik vardı.
Takıma bakmaktan sıkılıp kapattım. Başladığımda Bellsprout kulesinin içindeki bir odadaydım. Neden bilmiyorum ama etrafta kimse yoktu. Müzikte yoktu. Çıkış veya merdivende yoktu. Yada ben olmadığını düşündüm.
Etrafta 5 dakika boyunca gezindim fakat çıkış yolu bulamadım. Bu odayı bile zaten Bellsprout kulesinde daha önce görmemiştim. Escape Rope vardır diye düşünüp itemlerime baktım fakat çantam bomboştu. Etrafta Wild Pokemon’da yoktu.
Sonunda, bir merdiven buldum, “sütun”un arkasında duran. Ekran simsiyah oldu ve müzik sonunda başladı. Sonunda rahatladım.
Oyunda loading olmadığını farkettim. Bu karanlık bir odaydı ve FLASH hareketine ihtiyacımız vardı. Pokegear’ımdaki radyo’ya girdim. Radio Card’ım yada telefon card’ım yoktu. ( Bu arada ana Trainer’imize artık Gold diyeceğim, kafanız karışmasın.) Sadece Gold’un karanlıkta yürüdüğü görünüyordu.
Daha sonra farkettim ki Cyndaquil’de FLASH vardı, o yüzden Pokegear’ımı kapatıp Cyndaquil’e FLASH kullandırttım. Ama “HURRY has used Flash!” diye bir mesaj falan çıkmadı. Sadece oda aydınlandı, ve odayı görünce yaptığıma pişman oldum. Oda kırmızı kan rengindeydi ve güneye giden gri bir yol vardı. Daha önce kullandığım merdiven artık yerinde değildi.
Başka bir seçeneğim olmadığından güneye gitmeye başladım. Her 20 adım atışımda ekran karanlıklaşıyordu. Yolun sonuna geldiğimde, bir tabela gördüm. Tabela’da “TURN BACK NOW.” Yazıyordu. (Anlamı: HEMEN GERİ DÖN.)
Bir anda karşıma “YES/NO” ekranı çıktı. Fakat bana soru sorulmamıştı. Ne yaptığımı bilmeden YES’e bastım, ve ekran gene karardı, “merdivenden çıkma” sesleri çıkararak. Unown Radio müziği durdu, ve bir kaç saniye sonra çok ta ürkütücü olmayan Poke Flute radio müziği ile değişti.
Gene karanlık bir odadaydım, nefesimi tuttum ve tekrar FLASH kullandım. Bir anda, “HURRY was fainted!” yazdı. Garipti çünkü ölmesine neden olacak hiçbir şey yoktu ve kesinlikle bir battle içinde değildim. Hemen Pokemon’larıma baktım ve o artık party’mde değildi. Aslında, biraz araştırdıktan sonra, hiçbir Pokemon’um benimle değildi, fakat hepsi 10 level Unown’la değişti. Unown’un ismini okudum. İsmi “HEDIED” di. (HEDIED = OÖLDÜ)
O korkunç değişimden sonra, etraf aydınlanınca, sadece 4 kare büyüklüğündeki küçük bir odada olduğumu farkettim. Duvarlar gri taştan yapılmıştı, içi boş bir yerdeydim. Odanın dışarısında Pokemon Red/Blue’dekilere benzer mezarlıklar vardı. Bu küçük odanın etrafında yürüdüm ve A’ya bastım fakat hiç bir şey olmadı.
Zaten artık bunun hacklenmiş bir oyun olduğunu ve bir yavşağın bunu insanları korkutmak için Gamestop’a sattığını anlamıştım bile. Fakat merakım yüzünden devam ettim. Trainer’in profilini tekrar inceledim, Gold’un görünümünde kolları yoktu. Aynı zamanda daha az şık görünüyordu, ve daha fazla üzgün ve boş, anlatamıyorum bile. Bir anda nedense, 24 badge’yide topladığını söyledi, ki bu imkansızdı.
Bi süre sonra karakterim birden büküldü ve Escape Rope hareketini yaptı. Fakat havaya doğru uçacağına, karakterim yavaşça aşağıya büküldü, batıyormuş gibi.
O sahneden sonra müzik durdu. Sonunda iniş yaptığımda, Gold’un görünümü tamamen değişmişti. Kırmızı renkli kıyafetleri yerine bembeyaz bir görünümü vardı, ten rengi bile beyazdı. Sanki renksiz bir Gameboy oyunundan çıkıp renkli bir Gameboy’a girmiş gibi. Profiline baktım, ve şimdide bacakları yoktu ve gözlerinden kırmızı kanlar akıyordu. Ayrıca şuanda 32 badge’si olduğu yazıyordu, bu beni korkuttu çünkü bu sayının değişmesi ciddi birşey olduğunun göstergesiydi.
Pokemon’larıma baktım, bu sefer 5 Unown vardı ve isimsiz 100 Level Celebi. Unown’lar 15 levellerdi ve isimleri “DYING”di. (DYING = ÖLÜYOR) Celebi’nin profiline baktım. Parlak bir Celebi’ydi fakat görünümünün yarısı vardı sadece. Bir kol, bir bacak, ve bir göz. Ve sadece bir attack hareketi vardı: “Perish Song”.
O anda Sprout Tower’daydım, önceki sütun gibi, fakat bu sefer herşey kıpkırmızıydı. Kuzeye yürüdüm, sonsuza kadar yürüyecekmişim gibi hissettiriyordu. Bu sefer sonunda bir kaç erkek ve kadın NPC’leri gördüm. Hepsi sütuna bakarak sıraya dizilmişlerdi. Bembeyazlardı, ve onlara konuşmaya çalıştığımda hiçbirşey olmuyordu. Kuzeye gitmeye devam ettim, yolun devamında sütuns onunda kesilmişti, ve Red duruyordu o kısımda. Red’e doğru çıktım, fakat A’ya bile basmamıştım, ve birden battle’ye başladım.
Müzik tekrar başladı, bu gene Unown Radio müziğiydi, fakat tersten çalıyordu. Gold’un arkadan dövüş görüntüsü öndekiyle aynıydı, kanlı gözler, beyaz ten ve olmayan kollar, Red’in görünümü ise normaldi. “wants to battle!”diye bir yazı çıktı, Red’in ismi yazmıyordu. Ve ikimizdede sadece bir Pokemon vardı, garipti çünkü yemin ederim ki Unown’larla beraber 6 Pokemon’um vardı. Parlak Celebi’m çıktı, gene yarım bir görünüme sahipti. “Parlak” sesi ve animasyonu değişikti, sesler “Screech” hareketinin sesi ile aynıydı. Red normal erkek görünümde bir Pikachu çıkardı, fakat o Level 255’ti ve görünümü üzgündü, gözlerinde yaşlar vardı.
Normal “FIGHT/ITEM/PKMN/RUN” komutlarından farklı olarak, sadece saldırı komutları vardı. Celebi sadece bir harekete sahip olduğundan onu kullandım, fakat, Pikachu 255 level olduğundan, o başladı.
“Pikachu used CURSE!” kendisinin hızını ve diğer şeylerini düşürerek. Pikachu’nun curse kullanabildiğini bilmiyordum bile.
“Celebi used PERISH SONG!” 3 turdada iki Pokemon’da yenildi .
Bu sırada Fight menüsüne gitmedim bile, dövüş benim kontrolüm olmadan devam etti. Ve animasyonlarda yoktu.
“Pikachu used FLAIL!” fazla etki etmedi çünkü Level ve boost’u maximumdu.
“CELEBI used Perish Song!” hiç bir şey olmadı.
“PIKACHU used FRUSTRATION!” çok büyük bir etki etti, Celebi’nin 10HP’den daha fazlasını düşürdü.
“CELEBI used Pain Split!” sürpriz oldu benim için çünkü Celebi başta bu hareket sahip bile değildi. Şimdi Celebi ve Pikachu ikisindede 150 HP vardı.
“PIKACHU used MEAN LOOK!” hiç bir şey olmadı.
Beklendiği gibi, Perish Song’un etkisinden sonra, Celebi’m bayıldı. Fakat yazıda “CELEBI has died!” (Celebi öldü!) dedi ve ekrandan normal olarak çıkacağına, CELEBI sadece görünmez oldu. Fakat Pikachu hala yaşıyordu.
Pikachu önceki 5 attack’tanda farklı bir attack kullandı.
“PIKACHU used DESTINY BOND!”
Daha sonra “PIKACHU has died!” yazdı (Pikachu öldü!), ve yavaşça Pikachu yok oldu. Görüşüne göre yenen bendim, fakat Red önüme çıktı ve “..............” dedi.
O kısımda korkudan ödüm patladı, çünkü Red idam edilmiş gibi görünüyordu, vücudundan başka hiçbir şey bırakmayarak. Müziğinde durmasıyla battle sona erdi.
Dünyaya geri dönmüştüm, ve Gold’un görünümü tekrar değişmişti. Bu sefer Red’in görünümüne sahipti. Hızlıca Gold’un profiline baktım, bu sefer ondan geriye kalan tek şey kafasıydı. Kafası biraz yakın duruyordu ve gözlerinin içi simsiyahtı. Ve bu sefer 40 badge’si vardı. Gidip tekrar Pokemon’larıma baktım. Hepsi 20 level Parlak Unown’lardı, ve bu sefer isimleri “NOMORE”dı. (NOMORE= ARTIK)
Bu sefer hiç müzik çalmıyordu, fakat hala duyabileceğim bir şey varmış gibi hissediyordum. New Bark Town’daki evime dönmüştüm. Belkide şimdi bu oyunu normal oynayabilirdim, kimi kandırıyorum. Bu oyunu bu hale getiren yavşak kesin birşeyler yapmıştır gene. Odamdaki şeylerle iletişim kurmaya çalıştım, aşağı kata inmeye korkuyordum çünkü orada beni neyin beklediğini bilmiyordum. Gold yürümüyordu, arkaplan hareket ediyordu fakat Gold sadece hayalet gibi hareket etmeden dümdüz ilerliyordu.
Radyo, bilgisayar, TV falan hiçbirşey çalışmıyordu, o yüzden aşağı kata inmek zorundaydım. Fakat herşey normaldi, ancak anne evde yoktu. Bu odadaki hiçbirşeyle etkileşim kuramayınca evden çıktım. Fakat, kapıdan çıkınca dünyaya gelmedim, sadece kapkaranlık biryere yürümüş oldum. Ne boklar yediğimi anlamak için güneye doğru yürüdüm fakat hala simsiyah biryerde öylece yürüyordum. Heryer kapkaranlık olunca içime korku hissi düştü. Gold buraya geldiğinde görünümü siyaha uymak için bembeyaz oldu. Sonunda bembeyaz bir yere geldim ve Gold simsiyah oldu. Güneye doğru düşünmeden yürümeye devam ettim.
Uzun bir yürüyüşten sonra birşey gördüm. Gördüğüm şey GOLD’un normal görünümüydü. Onunla konuştum. “Goodbye forever ......” dedi. ( forever ve ... arasında boşluk olduğuna dikkat edin.) ve yok oldu. Bu yaşanınca “??? Used NIGHTMARE” yazdı. Bunun imkanı olduğunu düşünmüyordum. Gold tekrar Escape Rope hareketi yaptı ve yavaşça aşağıya doğru büküldü, daha önce yaptığı gibi.
Daha önce geldiğim etrafı mezarla dolu olan küçük odaya geldim. Yada sadece oraya tekrar geldiğimi söyleyeyim çünkü artık hiçbirşey görünmüyordu. Etrafta yürümeye çalıştım fakat hiç bir şey olmadı – hiç bir ses gelmedi. Trainer profiline baktım ve Gold’un hiç bir görüntüsü yoktu. 0 badge’m olduğu yazıyordu ve tüm Johto GYM liderlerinin kafatasları vardı.
Pokemonlarıma baktım, hepsi 25 Level Unown’lardı. Okumaya korktum, fakat isimleri şuydu “IMDEAD”. (BENÖLDÜM)
Dünyaya geri döndüm. Final yazısı “R.I.P...” dediğinde nerede olduğumu anladım.
İçinde olduğum oda büyük bir mezardı, diğer mezarların ortasında. Gold zaten ölmüştü. Red’i yendikten bir süre sonra oda ölmüştü.
O genç bir Trainer’di, tüm badge’leri toplayıp Pokemon master’i olmak için yaptığı herşey, kendisini ölümden kurtarmaya yetmemişti, ve tüm çalışmaları yeni nesil tarafından unutulmuştu.
Bu yazıdan çıkmak imkansızdı, oyunu resetlemeye çalıştım ve gene aynı şey yaşandı, ve sonunda bu korkunç şeyi bırakmaya karar verdim.
Bu yaşadığımdan sonra, Unown pokemonuna asla aynı gözle bakamadım. Herkes sadece ilk nesilin böyle anıları olduğunu söyler, fakat ikinci nesil bana gerçeklerin ne kadar acı olabileceğini gösterdi. SoulSilver beni bayağı eğlendirdi, fakat bu oyunun bana öğrettiklerini asla unutamam.
ÇN: Hi ^^ ben yazarınız Misaki. İlk çevirim biraz acemice oldu. kusura bakmayın. iyi geceler. katı ve umursamaz gibi oldu ama. ya tamam vurmayın gidiyorum .D
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)