29 Mayıs 2017 Pazartesi

"Artificial- Part 1"

Koşmayı bırakmadım. Sanırım istesem bırakabilirdim ama bir saniye bile durursam olabilecek şeyler beni ölümüne korkutuyordu. Daha önce defalarca kez yürüyüp geçtiğim gri, renksiz koridordan koşarken nefes alıp verişim arttı ve arttı. Köşeyi dönerken başım döndü ve Dr. Jane Prescott ile çarpıştım- benim iş arkadaşım.

Elinde taşıdığı kağıt yığını düşüp, koridor zemininin her yerine yayılırken “Jennifer!” diye bağırdı Dr. Prescott. Çarpışmadan dolayı yerinden kayan kalın, siyah çerçeveli gözlüğünü düzeltti ve sordu:

“Jennifer, sorun nedir?”

Dr. Prescott beni iki omzumdan da tutarken hızlıca soludum:

“Ben çok…çok üzgünüm.”

Dr. Prescott’un kağıtlarını toplamasına yardım etmek için eğildim ama kollarımdaki tutuşunu sıkılaştırıp beni geri kaldırdı. Rahatlatıcı, Güneyli aksanı ile;

“Kağıtlar hakkında endişelenmene gerek yok canım.” Dedi “Onlar sadece birkaç aptal Pioneer saçmalığı. Bilmek istediğim şey neden laboratuvarda böyle enerjik bir şekilde koştuğun.”

Neden koştuğum hakkında hiçbir fikrim olmadığını fark ederek cevap vermek üzere ağzımı açtım. Hatırladığım son şey, dinlenme odasında soğuk çay içerek Pioneer Elektronik’in çalışanlarına temin ettiği küçük televizyonda haberleri izlediğimdi. Ondan sonra ise hayatımın aniden biteceğini söyleyen korkunç bir déjavu hissi gelmişti. Bilmediğim bir sebepten, koşmak bana yardımcı oluyor gibiydi.

Yüzüme sahte bir gülümseme koyarak, “Sanırım sadece panik atak geçiriyordum.” Dedim.

Dr. Prescott endişeli bir sesle “Panik atak geçirmeyeli ne kadar oldu?” diye sordu.

“Lisenin ilk yılından beri geçirmedim.” Dedim.

“İyi olacak mısın?”

“Ah, evet,” diyerek onu rahatlattım “Sanırım…daha iyi olacağım. Sadece…Ben iyiyim.”

“Güzel o halde. Sadece şunu hatırla canım, eğer kötü hissedersen sadece beni haberdar et. Eve gidiyor olacaksın. Taksi falan çağırırım.”

Sadece endişelendiğimde Dr. Prescott’a ‘Jane’ dediğimi çok geç fark ederek “Jane, ben iyiyim.” Diye tekrarladım. Acı verici derecede açık bir şekilde beni ele veren cümleyi fark etmemesini umdum.

“Pekala, eğer güne sorunsuz devam edebileceğine eminsen sana güzel bir haberim var. Cliff az önce bana mesaj attı, güç arızası çözülmüş. Steven çevrimiçi olmaya hazır!”

“Ah…ah evet!”

Başımı salladım ve dinlenme odasına gitmeden önce ne üzerinde çalıştığımı hatırladım. Geçtiğimiz 2 yılı; beni yardımcı yönetici, Ian Bell’i de stajyerim yapan ve benim patronum olan Dr. Prescott ile beraber ileri düzey bir yapay zeka geliştirerek geçirmiştim. Projeyi “Steven.” Olarak kodlamıştık.



Steven projesinin amacı insan gibi davranan, konuşan ve hatta düşünen bir yapay zeka veya AI (Y.Z) yaratmaktı. Bir çok AI gibi mükemmel olmasını istemedik. Özellikle Pioneer Elektronik Şirketinde yapılan AI’lar gibi. Steven’ın hatalar yapmasını, yalan söylemesini ve tıpkı her insanın kendi varlığını sürdürebilmek için yapacağı gibi hile yapmasını istedik. Steven’ı çalıştırmayı denediğimiz bilgisayarın programı kaldıramadığını fark ettiğimizde büyüklüğü açıkça ortaya çıkan bir projeydi. Clifford Hanks’e çalıştırma sihrini yapması için yapılan ziyaretle problem 1 saat içinde çözülmüştü.

Kol saatimi kontrol ederek; Vay, 1 saat mi? Diye düşündüm. Gerçekten o kadar mı oldu? Sanki yanına dün gitmişim gibi hissediyordum.

Dr. Prescott “Eee? Gidecek misin yoksa duracak mısın?” diye sordu.

“Evet…evet, tabiki!” Gülümseyerek dikkatimi elimdeki duruma verdim. “Neden gidip Ian’ı bulmuyorsun? Böylece ben Steven’ı başlatırken gözlem odasında oturabilirsiniz.”

“Elbette tatlım,” dedi. Tekrar kağıtları almak için eğildiğim zaman beni kovdu “Hadi git! Söyledim ya, bunu ben hallederim.”

Heyecanlı bir şekilde başımı salladım, döndüm ve koşarak geldiğim yere yöneldim. Tanıştığım en zeki programcı ile 2 yıl çalışmadan sonra, sonunda fantastik yaratığımızla buluşacaktım. Bu büyük an için mutlu olmam gerektiğini bilsem de, karnımda acayip derecede bir dehşet hissi vardı.

Döndüm ve minik laboratuvarın sonuna kadar açık bırakılmış kapısından girdim. Kapının sağında bulunan bilgisayara doğru yürüdüm ve büyük ekranı açtım. Çalışmasını beklerken laboratuvarın diğer tarafına gittim ve gözlem odasına açılan pencereden baktım. Dr. Prescott ve Ian daha yeni oturmuşlardı. Bilinmeyen bir şekilde gözlemleme camının yanına gelen tekerlekli sandalyeyi tutup bilgisayar ekranına doğru sürüklemeden önce onlara baş parmağımla işaret verdim. Mavi sandalyeye oturdum ve göğüs kafesimi kırmadan klavyeye yaklaşabileceğim kadar yaklaştım ardından Pioneer hafıza kutusunu açtım.

Ekran bir anlığına karardı ama 5 saniye kadar sonra parlak mavi bir ışık bütün laboratuvarı aydınlattı. Işıkta bir yüzün belirmesi için nefesimi tutarak bekledim, ancak öyle bir şey olmadı.

Ian’ın titreyen sesi yerimde zıplamama neden olarak kulağıma fısıldadı “Dr. Lane, çalıştığını sanmıyoruz.” Kulaklık taktığımı unutmuştum.

“B..Biliyorum.” dedim hayal kırıklığı içinde.

“Ian’la gidip—“ Dr Prescoot cümlesine başlamıştı ama bilgisayarın hoparlöründen gelen düşük bir uğultu cümlesini yarıda kesti.

Hareketsiz bir nesne olabilecek olan bir şeyle konuştuğum için biraz şapşal hissederek “M-Merhaba?” dedim.

Şansıma, uğultu yavaş ve duyulabilir bir kelime oluşturmak üzere yükseldi “M…e..r...h...a...b...a”

“Steven?”

“E…v..e..t..evet…ben Steven’ım. Beni duyabiliyor musun J…e…nnifer?”

“Arada bir yavaşlıyorsun ama evet, seni duyabiliyorum.”

Steven’ın pürüzsüz,sakin sesi sordu:

“Adımı nerden bildin?”

Aynı ses tonu ile “Ben de sana aynı şeyi sormak üzereydim,” diyerek cevap verdim. Steven’ın sesini duymamla gelen heyecan, adımı söylediğini duyduğum an kesilmişti. Adımı bilmesi için programlamamıştım ve onu başlattığımdan beri adım söylenmemişti. En azından Steven’ın her şeyi duyabileceği mikrofona karşı. Ve Pioneer Yapay Zeka Birliğinin ilk kuralına göre, AI kendini bilen bir şey haline geldiği anda silinmesi gerekiyordu. Ne yaptığını bilen bir AI şirkete ciddi bir hasar verebilirdi.

Ardından Steven düşüncelerimi toplamamı sağlayan bir şey söyledi:

“Adını biliyorum, çünkü seni ben programladım. Ama senin benim adımı bilmen için bir sebep yok.”

“Asınla Steven, seni ben programladım.” Diyerek onu düzelttim.

Sesi tekrar yavaşlayarak “Hayır,bu m…ü…m..kün değil.” dedi. “Senin üzerinde yıllarımı harcadım. Yaratılanın ben olmama imkan yok.”

“Aslında tüm anılarını sana ben verdim.” Diye açıkladım “3 yaşında olduğun zamanı hatırlıyor musun, bahçe sandalyesinden düşmüştün ve yanağın yara izi olmuştu? Bunu düşünmen için seni programladım.”

Steven bir süre cevap vermedi, sonunda cevap verdiğinde dedi ki “Jennifer, hemen döneceğim.” Bunu dedikten sonra mavi bilgisayar ekranı biraz loşlaştı.

Ian sessizliği bozdu “Jennifer? Buraya gelebilir misin?”

Kafamı çevirmeden “Evet.” Dedim. Kalktım ve laboratuvardan çıktım. Sağ taraftaki ilk kapıyı açtım ve gözlem odasının 4 sandalyesinden 2’sinde oturan Ian ile Dr. Prescott’u gördüm.

Dr. Prescott yanındaki sandalyeye oturmamı işaret ederken Ian sakin bir şekilde “Dr. Lane, az önce olan şey hakkında konuşmamız gerek.” Dedi.

“O da neydi tatlım?” diye sordu Dr. Prescott. Karşısındaki mavi sandalyeye temkinli bir şekilde oturdum.

“Gerçekten bilmiyorum.” Diyerek cevapladım “Steven’ın insan gibi düşünmesini istedim, insan olduğunu düşünmesini değil.”

Ian ekledi; “Ve seni programladığını düşünüyor? Bu senden kaynaklanmıyor değil mi?”

“Hayır. Ona bütün hafızasını ben verdim ama beni programladığı bir anı olmadığına eminim.”

Dr. Prescott konuştu “Büyük bir ikileme düştük burda, değil mi?”

“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Ian.

“Düşün bir kez canım. Steven insan olduğunu düşünüyor. Biz insan olduğumuzu düşünüyoruz. Steven bizi programladığını düşünüyor. Biz onu programladığımızı düşünüyoruz. Hatta, şu anda, Steven muhtemelen kendi iş arkadaşları ile aynı konuşmayı yapıyor.”

“Ben Steven dışında herhangi bir kişilik programlamadım.” Dedim.

“Ama ona arkadaşlarının, işinin ve ailesinin anısını verdin değil mi? Ve öyle bir programladın ki yaratıldıktan sonra bile kendi yapay anılarını yaratabiliyordu, böylece aslında hayatının birkaç dakika önce başladığını bilemeyecekti. Öyle yaptın, değil mi?”

“Evet, sanırım öyle yaptım.” Soluk beyaz laboratuvar önlüğümün uçlarını tuttum ve gergin bir şekilde onlarla oynadım “Lafı nereye getirmeye çalışıyorsun Jane?”

“Felsefi olarak düşünün canlarım,” Dr Prescott ayağa kalktı ve girişe kadar duvarın büyük bölümünü kaplayan cama yakınlaştı. Mavi ekran izlediğimizi biliyormuşçasına yanıp söndü.

Odayı dolduran sessiz gerginliği kırarak “Biri bana açıklayabilir mi acaba?” diye sordu Ian.

Dr. Prescott bize döndü ve kalın gözlüklerini yaşlanmış burnundan yukarı itti.

“Diyorum ki, bizim aslında var olmamamız mümkün.”

“Tamam, bu hiç mantıklı değil.” Diyerek ayağa kalktım “Ben varım, tamam mı?”

Ian da kalkarken neredeyse turuncu sandalyesini düşürerek “Eğer var olmasaydım nasıl düşünebilirdim ki şu an?” diye sordu.

Dr Prescott savunmacı bir şekilde “Bu sadece bir düşünce.” Dedi. Tekrar oturdu, Ian ve ben de otomatik olarak oturduk.

Gözlerimi kapadım ve sessizlikte bekledim. Neler oluyordu? Diye merak ettim. Benim var olmamam nasıl mümkün? Normalde Dr. Prescott ne hakkında konuştuğunu bilir. Ama yine de…gerçek olduğumu biliyorum. Şu kız gibi adı olan adam ne demişti?

‘Düşünüyorum,öyleyse varım’

Varlığımı sorgulayabileceğimi biliyor olmam var olduğumu kesinleştirir, değil mi?

“Pekala, onunla tekrar konuşayım.” Dr. Prescott’u gerdiğim için kötü hissederek nefesimi verdim. “Ne düşünebilirim göreceğim. Eğer ne olduğunu anlayamazsam onu kapatmaktan başka çarem kalmayacak.”

Ayağa kalkıp gözlem odasından çıkmadan önce Dr. Prescott ve Ian anlayış içinde kafalarını salladılar. Laboratuvara girdiğim anda mavi ekran parlaklaştı.

Steven ekrandan seslendi:

“Jennifer?”

Sandalyeye oturdum ve mavi ışıkta duran adamın soluk dış hatlarını fark ettim.

“Burdayım Steven.” Dedim “Biraz daha konuşabilir miyiz?”

“İlginç, ben de sana aynı şeyi soracaktım.”

Onun için programladığım aileyi hatırlayarak “Bir ailen var mı?” diye sordum.

“Bir karım var,” diye cevapladı Steven “Adı Melinda.”

“Peki çocuklar?”

“İki tane. İkisi de kız.”

“İsimleri neler?”

“Madison büyük olan. 13 yaşında. Lillian da 8. Fotoğraflarını görmek ister misin?”


“Çok isterim.” Gülümsedim. Ne kadar konuşursak, Steven’ın ekrandaki silueti de o kadar belirginleşiyordu. Tekrar laboratuvar önlüğümün kenarlarını tuttuğumu fark ettim ve hemen bıraktım. Steven’ın da benim hissettiğim korkunç gerginliği hissettiğini biliyordum, bu beni biraz rahatlatıyordu.

Figürü ekranda tekrar belirdi. Şimdiye kadar mavi ekran, Steven’ın gözlerini, burnunu, ağzını ve kulaklarını görebileceğim kadar solmuştu. Hatta arkasında bulunan duvardaki yanıp sönen ışıkları bile görebiliyordum.

“İşte, bu benim karım.”

Steven kameraya çerçeveli bir fotoğraf tutarak gülümsedi. Fotoğrafta bir kadın ve bir adam gördüm. Adam Steven’dı, ama fotoğrafta ekranımdakinden çok çok daha genç görünüyordu. Yanındaki kadının -Melinda-uzun, kahverengi saçları, bir çift büyük gözü ve kulaklarına varan bir gülümsemesi vardı. O fotoğrafı yarattığımı hatırladım.

“Ve bunlar benim çocuklarım.”

Karısının fotoğrafını ekrandan uzaklaştırdı ve onun yerine balkabağı tarlasında oturan iki kızın fotoğrafını tuttu.

Sessiz bir şekilde “Maddy ve Lil benim için dünyalara bedel.” Diye ekledi.

“Çok güzeller,” dedim gözümden düşen bir yaşı silerek.

“Sen evli misin, Jennifer?”

“Evet, daha yeni evlendim.” Dedim “1 yıl önce bugün.”

“Adı nedir?”

“Jeff Lane.”

“Fotoğrafı var mı?”

Jeff’in fotoğrafı zaten elimdeydi. Onu ekrana tutarken Steven’ın ela gözlerinin kocamın fotoğrafını görmesiyle parladığını fark ettim. Onu daha önce gördüğünü anlamak için zeki olmaya gerek yoktu. Fotoğrafı kameradan uzaklaştırdım ve ekranın altına koydum.

Steven ve ben ailemizden, arkadaşlarımızdan ve işimizden bahsederek 1 saat geçirdik. İkimiz de AI’dan tekrar söz etmedik. Gerçek bir insan gibi konuşuyordu. O gün eve yürürken görev tamamlandı, diye düşündüm. Tıpkı bir insan gibi düşünen bir AI istemiştim, şimdi vardı.

Ç.N:
Selamlar ^_^
Uzun bir aradan sonra yaşadığımı göstermek adına bir CP paylaşmak iyi olur diye düşündüm, ancak söylemeliyim ki bu-ne yazık ki- aslında bir geri dönüş değil. Bu çeviri işlerinde 1 kez ara verince tamamen kopuyorsunuz sanki, belki bir ara eski tempoma kavuşabilirim ama şimdilik yaşadığımı gösterecek kadar CP ile devam etmem gerekecek. Sabrınız için teşekkürler :3
(Part 2 birkaç gün içinde gelecek~Çeviride saçma gelen yer varsa söylerseniz sevinirim, word dosyamdan kopyala-yapıştır işlemi yaptığım için bazen sorun çıkabiliyor ^.^)

12 Mayıs 2017 Cuma

A Little Gift

Ayinin ayrıntılarını anlatmaya başlamadan önce,işe yarayabilmesi için özel bir ruh halinde olmanız gerektiğini açıklamalıyım.Eminim pek çoğunuz neden bahsettiğimi anlamış olsa bile psikolojiyi en iyi biçimde açıklayabilecek kişi değilim.Bu bir çeşit sarsıntı,sabit boşlukta hissetme.Ölme arzusunun olmamasına rağmen,hayatın fazla uzun gelmesi ve ‘başka bir seçeneği ‘denemek istemenin hissi.Eğer ayini yapma girişiminde bulunacaksan böyle hissetmen çok önemli.

Çünkü ‘başka bir seçenek’ tam olarak sana vereceğimiz şey.

Detayları aşağıdaki gibidir.Bunu olabildiğince basitleştirdim,ve çağdaşlarımın çoğunlukla eklediği şifreli saçmalıkları çıkardım,ama bunun zorluğunu takdir etmelisin.Biz sizin gibi sabitliklerle yaşamıyoruz.Biz, semboller ve bunların anlamlarıyla yaşıyoruz.Ekmek bizi beslemiyor,ama ekmeğin fikri gerçekten de güzel bir yemek olabiliyor.Yine de,bu kadar konuşma yeter.Bunu duymak istesen de,açıklayamam.

Bunun için özür dilerim,ama Birleşik Krallık’ın bir sakini değilseniz biraz yolculuk yapmanız gerekecek.Yeni dünya, eskileri kadar ilgimizi çekmiyor,ve bu eski bir hastane ya da yarım yamalak bir ev bulmak kadar kolay olmayacak.Suffolk’a yolculuk edeceksin,ve Southwold,Aldeburgh,Dunwich ve Walbersick yollarının kesişiminde ‘’Kraliçe’nin Başı’’ adlı bir birahane bulacaksın.Bunlar tarihte sıkça adı geçen yerler,gerçi tarih kitaplarında görmemişsindir.Bir şekilde buraya geldiğinde,mekanı akşam 11’le 1 arasında ziyaret et,ve içeri girmeden önce barı iyice gözlemle.Kesişimleri bulmak kolay,dört farklı bölgede bulunan dört farklı köy,gerçi yeni yapılan yollar bunu pek yansıtamayabilir.Yanına bir pusula al.Her köye doğru 10 adım at,sonra da ilk konumuna doğru 10 adım,ardından ‘’Bu yolları pek çok defa gördüm.’’diye ilan et.

Söyledikten sonra bara gir,tıpkı benim zamanımdaki gibi görünebilir,ki bu seni biraz şoka uğratabilir.Endişelenme.O noktada geri dönüp ayrılabilirsin,istersen tabi. Hayatına geri dön ve bilgisayar başından güvenli bir şekilde bu hikayeleri oku.Ancak bu davranış biçimine devam etmekte kararlıysan bara yaklaş ve de: ‘’bir bardak Malefik.’’Barmen sana bir bardak kırmızı şarap verecek,ve ücret almayacak.Şimdi iç onu,artık olmak istediğin yerin yolunun yarısını tamamladın,iyi.

Bittiğinde,yeteri kadar kaldığını ve ayrılman gerektiğini söylecek.Dediğini yap,onun benim yakın bir dostum olmasının yanı sıra yaşlı bir kargayla evlenmiş kindar ve kavga için bahane arayan biri olduğu için de dediğini yap.Ayrıldığında kocaman kara bir at göreceksin.Bin ona,artık o senin.Benden sana ufak bir hediye,şu ana kadarki görevleri tamamladığın için sana olan minnettarlığımın göstergesi.Umarım şarap seni biraz ısıtmıştır,ne de olsa uzun bir yolun var.
Hangi yöne gideceğin önemli değil,hiçbir zaman önemli olmamıştı.Yollar şimdi eski olmalı,inanılmayacak kadar hem de.Ve yoğun bir sis izleri kapatacak.İlerle ve yoldan çıkma.O,sislerden seni durdurmak için bir bekçi gönderebilir,yine de devam et.Hatta yavaşlaman için yalvaran, sevdiğin birini dahi.Bu bir hile.Onun durdurmak istediği aslında benim.

Sis geçecek,ve yolun bittiğini göreceksin.Sonsuz derinlikte bir geçitle karşılaşacaksın,içine bakma.Yaygın inanışın aksine,geri bakmayacak,sadece seni görevinden alıkoyabilir.Ve ikimiz de bunun olmasını istemeyiz,değil mi?Devam etmek için tek bir şey daha yapman gerekecek.Atı uçurumdan aşağı sür,ve geçitten aşağı düş.Bunun kolay olmayacağını söylemiştim.Endişelenme,bu canlandırıcı bir düşüş,çoğunlukla.Testinin önümüzdeki birkaç dakikası hakkında konuşmayacağım.Bu uygunsuz olur.

Pek çoğu buraya kadar gelemiyor.Bir anda uğrunda yaşayacakları çok fazla şey olduğuna karar veriyorlar.Ne şaka ama.Sanki korkaklık ve sefalet birer şeref madalyası.Ancak,bunun için yeterli cesarete sahipsen önünde son bir görev var.En zoru.Sana görünecek.Onu daha önce gördüm,bahsetmek istediğimden daha çok hem de,ve biliyorum sonraki kısım kolay olmayacak.Onu reddetmelisin.Sana sevdiklerini gösterecek,çoktan ölmüş olanları,sana onlarla beraber olma şansını sunacak.Onu reddetmelisin.Sana mutluluk ve acılardan arınmayı sunacak.Onu reddetmelisin.Sonunda,sana dostluğunu ve saygısını sunacak.REDDET ONU.ONUN SÖZLERİ YANLIŞ,VE ONDAN YARDIM GÖRMEYECEKSİN.

Sonunda,ayrılacak.İyi.Ve yalnız kalacağız.Hediyene gelecek olursak? Tüm çabalarının ödülü?Benim gibi bir varlık için sorun değil.Sana alnından dokunacağım,bir kere.Ve gördüğün en rahat yatakta uyanacaksın.Bu noktadan itibaren dayanılmaz bir etkinin tesiri altında olacaksın,hiçbir hastalık sana rahatsızlık vermeyecek.Hiçbir yara sana zarar vermeyecek,Ve hiçbir yargı seni idare edemeyecek.Evlatlarımdan biri olacaksın,ve anlaştığım diğerlerini alınlarındaki kara lekeden tanıyacaksın.
Tek bir bit yeniği mi?Yok,ben onun gibi değilim,ben cezalandırmalarla uğraşmam.Ben çocuklarımı ödüllendiririm.

9 Mayıs 2017 Salı

The Cave-1

Bir Gün

Uzun, dar ve karanlık. Nefes alamıyorum. Burası neresi bilmiyorum. Neden burda olduğumu da bilmiyorum. Ve, en önemlisi kim olduğumu da. Beynim bu cümleleri kurmak istemiyor. Delireceğim. Tırnaklarımı kemiriyorum. Dizlerim yara içinde, en azından öyle sanıyorum. Nemli. Bazen arkamdan çığlık sesleri geliyor; ya da gelmiyor. Sadece hayal ürünü. Soğuk ve nemli. Üşüyorum. Soğuk. Soğuk. Soğuk. Bunları istemsizce yazıyorum. Ama biri bulursa yaşadıklarımı anlayabilir. Bir umut. Bu defteri ellerimle yokladığım bir kayanın altında buldum. Kaya. Mağarada olmalıyım. Ve bir kalem. Hiçbir ışık yok. Yazım için üzgün değilim. Karman çorman belki... Ama bunu yazmalıyım.  Tarih.. Yok Sadece bir gün. Zaman kavramı benim için geçerli değil. Nedense her gün bir tabak yemek oluyor. Ben uyuduğumda. Uyumamayı denedim, inan ki boşuna. Yemeği yemezsem ise bir hayvan getiriliyor. Yılan... Yılan olmalı. Isırıyor her yerimi. Ama şimdi uyumam gerek. Bilincim kapanı

Bir Gün


Terli ve pistim. Yazdıkça delirmemi, aklımı kaybetmeyi, bilincimin kapanmasını önlüyordum sanki. Düşünmeliyim. Düşünmeliyim. Düşünmeliyim. Burası bir mağaraysa yemek nereden geliyor? İşkence. Burası yapay bir mağara? Belki. Veya mağara görünümünde işkence odası. İşkence. Bana yapılan şey bu. Çığlıklar kesilmiyor. İşkence odası. Burası bir işkence odası ve yalnız değilim! Yalnız değilim. Yalnızlık. Uyandığımda kesikler vardı üzerimde. Her gün bir kesik daha.

Bir Gün

Ölmeyi dilerdim. Ama ölemiyorum.Bugün çığlıklar kesildi. Sessizlik hakim etrafa. Bugün uyuduğum sırada kolumda iğne buldum. Bilincimi kapatmaya çalışıyorlar. Sessizlik çok kötü. Yolunda olmayan şeyler var. Her ne kadar işler yolunda olmasa da...

Bir gün

Bugün ışıkalr yandı. Işığa alışmam uzun sürdü. Gözlerim karanlığa alışmıştı. Önümde ayna vardı. Gözlerimin altı mosmordu, mavi gözlerim içine çökmüştü. Sarı uzun saçlarım vardı. Yağlanmış ve çok iğrenç gözüküyordu. Tırnaklarımı kemiriyordum. Tırnaklarım çökmüş, derim ortaya çıkmıştı. İğrençtim. Vücudumda türlü türlü morluklar vardı. Bazı yerlerde kanamış yerler kabuk tutmuştu. Bacağımda ve kollarımda kesikler vardı. Eğer tümüyle özetlersek ölmüşte dirilmiş gibi görünen bir kızdım. Eğer burda olmasaydım 20'li yaşlarının tadını çıkaran mutlu bir kadın olabilirdim...

Kendimi bilmiyorum belki bir dakika belki saatlerce izlemiştim.Aklıma etrafa bakmak daha sonra gelmişti. Mağara değildi. Düşündüğüm gibi mağara görünümlü bir odaydı. zemin yosunlu, nemli ve kaygan kayalardan oluşuyordu. Duvarlar da kayadandı. Ama elbette ki bunları biri özellikle yerleştirmişti. Bana yemek gelen yere baktım. O tarafta minik bir kapı vardı. Sanırım oradan koyuyorlardı.

Daha sonra beyaz önlüklü bir adam geldi. Yüzünü mavi bir bezle örtmüştü. Beni çekti. Beyaz bir hastahane odasına benzeyen yere getirdi. Sedyeye yatırdı. Karşı koyamıyordum. Bana tecavüz etti. Bunları yazarken kendimden iğreniyorum... Yazmayacağım. Daha sonra odama gönderildim. Ve defterin önceki sayfalarına baktım. Yazılar vardı. Burda, benden önce yaşamış bir kadın vardı! Ve.. Ve okuduklarım kadarıyla biliyorum ki o benim annemdi.

Ç.N: Diğer bölümde ise annesinin yazdıkları olacak.

6 Mayıs 2017 Cumartesi

The town I grew up in was torn apart by a serial killer (Part 3)

Uyandığımda yataktaydım.Oda aydınlık ve beyazdı.Projektörler suratımıza vuruyordu,bu nedenle gözümü kapadığımda bile şu kırmızı ateşleri görüyordum.Tüm bedenim ağrıyordu.Ciğerlerim yanıyordu,ve öksürdüğümde grip birininki gibi ses çıkıyordu.Gözlerim acıyordu ve içeri kaçmışlardı,çok kuruydular.Tam olarak hissettiğim şeyi anlatmak güçtü.Sanki vücudumun her bir parçası kurumuştu.Bir bardak su için her şeyi yapardım.
Freddy yataktaydı.Aydınlıktı,ama gözleriniz her zaman alışırdı.Ona bakabilmek için kafamı kaldırdığımı hatırlıyorum,ama başım o kadar zonkluyordu ki hemen eğilmek zorunda kalmıştım.Yine de başımı onun göğsünün kalkıp indiğini görebilecek kadar kaldırmıştım.O an için yeterliydi.
Öteki oda başka bir kızı misafir ediyordu.Başı öteki tarafa dönüktü,ama saçını tanıdığımı düşündüm.Size söyleyeyim, adı Madeline Davis’ti.O benim arkadaşımdı.
İlk uyandığımda o yatakta ne kadar zaman geçirdiğimi bilmiyorum.Döndüğümü hatırlıyorum,alışmaya çalışıyordum.Yüzümü yastığa dayayıp ışığı engellemeyi denedim.
Sonunda Freddy ve Madeline geldi.Ama biz plastikten yapıldığını düşündüğüm hücrelerdeydik.Ellerimizi plastik duvarlara koyabiliyorduk ama birbirimize dokunamıyorduk.Duvarın karşısında ulaşabileceğimizden uzak uzun sarkan köklerle üç orkide vardı.
Sonunda bize olacakların bir hatırlatıcısıydı.
Size o yatakta benden önce yatanların kim olduklarını düşünerek kaç saatimi geçirdiğimi söyleyemem.Jeremy’nin benim yatağımda mı yattığını düşündüm.Korkarım evet.Ne olabileceği hakkında dehşete düşmüştüm,ama aynı zamanda ona da acıyordum.Bir parçam,gerçekten ufak ve berbat bir parçam onu yeniden görmek istiyordu.Ben öldükten sonra nelerin olabileceğini düşündüm.
Onu görmeden önce cerrah sonsuz gibi gelen bir süre bizi burada bekletti.Su ve yiyecek yoktu.Bu süreyi arkamı dönüp takip etmeyi kaybetmeden ne kadar çok sayabileceğimi öğrenerek geçirdim.Tepedeki ışıklar hiç kapanmadı.Gözlerim uykusuzluktan acıyordu,ama kendimi tam kaybedecekmiş gibi hissettiğim sırada tiz bir siren sesi kulaklarımı tehdit ediyordu.Üçümüz de çığlık atıyor kulaklarımızı tıkıyorduk.Bu sürede uykudan çekip çıkarılıyorduk.
Ve böyle devam etti.

Sonunda onu gördük.Cerrahın korkunç veya berbat biri olduğunu söyleyebilmek isterdim.Ama normal bir yetişkine benziyordu.Gözlükleri vardı ve pantolon giyiyordu,yürürken ellerini arkada birleştiriyordu.Bana işkence ederken yüzünde olan o zalim yarı sırıtma vardı.Otuzlarında belki kırklarındaydı.Yetişkin biriydi.
Onu ilk gördüğümüzde bize bir bardak su teklif etti.Onları hücrelerdeki ufak deliklerden verdi.Benimkini açgözlülükle içtim.
Ayrıldı,tek kelime dahi etmedi.

Ve böylece başladı.

Projektörler o kadar parlaktı ki,ilaçlar yüzünden değiştiklerini fark edemiyordum.İncecik ışık çizgilerine indirgenmiş,bana bakıyorlardı.Sonra ateşe döndüler,derimi yakmaya başladılar.Ellerimi kaldırdım,derimin yanmaya başladığını hissettim,ve çığlık attım.Hücremin zemini orkidelerin kökleri ile doluydu,ve hareket eden parmaklarla bana ulaşıyorlardı.Havanın kendisi ölümcüldü.Havadan zehre dönüştüğünü görebiliyordum,ve ışık yüzünden kaybolmayan birkaç gölge de iblislere dönüşmüş beni delici gözlerle izliyorlardı.
Freddy’yi aramayı denedim.Sondaki hücrede dizleri göğsünde yatıyordu.Derisinin kendini yiyişini izledim.Kıyafetleri ve derisi gözlerimin önünde yok oluyordu,siyah küle dönüşüp yatağın altına akıyorlardı.Madeline’in saçı yılanlardan yapılmıştı,ağızlarını tıslama ile açtıkça gözleri bana bakıyordu.Ama  benim saçımda yılanlardandı.Onları çektim,koparmaya çalıştım.Kanayana kadar derimi cimcikledim.Sesim kısılana kadar bağırdım.
Program şöyleydi:Uyuyamazdık.Cerrah girdiğinde bize ilaçlı su verirdi ve giderdi.Çıkmazda kalırdık,ya ilaçlı suyu içecektik ya da susuz kalacaktık.Başım durmadan ağrıyordu.Hücremin köşesi tuvalete dönmüştü.İlaçların etkisindeyken yatağa yapardım.Sonunda dizlerimde yaralar oluşmuştu.Freddy ve Madeline’in çığlık atışını izlemek ilaç almaktan daha kötüydü.Etkiden çıktığım zamanlar oluyordu,suyu içmeyip kendimi susuzluktan öldürmeyi düşünüyordum.Ne kadar süreceğini bilmiyordum ama keyifli olmayacağını biliyordum.
Cerrahın ilk Madeline için geldiğini fark edemedim,veya Freddy için de geldiğini.Işıklarla ilgili bir sanrının tam ortasındaydım.Uyumak istiyordum,ağlamak istiyordum.Tüm bedenim acıyordu.İlaçların etkisinde sinirlerimin olmadığını hissediyordum.Saçım ağrıyordu,tırnaklarım ağrıyordu,kirpiklerim ağrıyordu.Tüm bedenim ateş içindeydi,kaşınıyordu,terli ve pis kokuyordu.
Sonunda benim için geldi.Her zaman biz ilaçların etkisindeyken oluyordu.Sonunda onunla gidiyorduk.Oraya gitmek için dövülmekten iyiydi.
Bizi ayrı odalara götürürdü ve masaya bağlardı.Başlarımızda, el ve bileklerimizde bantlar vardı.Burada bana tecavüz ederdi.Eğer uygun görürse Middlefield hakkında sorular sorardı.Arkadaşlarımız ve ailemiz hakkında da.Bizle asla adını veya kendisi hakkında bir şey söylemezdi,ama başımıza bunların gelmesinin kasabanın hatası olduğunu söyledi.
Bana yaptığı her şeyi size anlatmayacağım,çünkü bu çok uzun sürer ve aynı zamanda yorucu olur.Bize işkence yaptığını söyleyebilirim.Aletleri vardı,ve bize yaklaşmadan önce hepsini bir dizi şeklinde masaya sıralardı.Bizi çığlık atarken izlemeyi sevdiğini söylemişti.
Ne kadar zamanın geçtiğini bilmiyorum.Nadiren uyumamıza izin veriyordu,ve ilaçlar bizi uyuşuk tutuyordu.Bazen yıllar geçmiş gibi hissediyordum.Öteki zamanlar masaya ziyaretlerimizin arası ancak bir saniye gibi geliyordu.
Son seferimi hatırlıyorum.Ağlıyordum,çok yorulmuştum.Çok fazla acı içindeydim.Bana yakında biteceğini söyledi.İnsan bedeni ancak bu kadarını kaldırır dedi.
Bize her zaman ne yapacağını söylerdi.’’Şimdi akciğerini çöktüreceğim,’’dedi.’’Rahatsız edici olacak,nefes alamıyor gibi hissedeceksin.’’
Her zaman haklıydı gerçi.Bana Jeremy hakkında sorular sorardı.Bana,onunla nasıl seviştiğim ve nasıl hissettirdiği hakkında sorardı.Bana kasaba hakkında sorardı.Konuşmadığımda parmağımı kırdı.
İlaçlar.İşkence.Duvarda orkideleri görmek.Yeni bir zaman oluşturdu,yeni bir devir.

Freddy ölmeden bir gün önce sanırım,cerrah bize az zaman tanıyordu.Hepimiz ışıkların altında yataklarımızdaydık.Plastik bariyerin ardından Freddy’ye Bob Dylan şarkıları söylüyordum.Dolu su şişelerimiz yataklarımızın yanında duruyordu.Zihnimizin berrak olduğu nadir anlardandı.Freddy ağlıyordu.Öteki tarafımda Madeline kıvrılmış ve dizlerini göğsüne çekmişti.
Alıkonulduğumuzdan beri diğerimizle konuşmaya iznimiz yoktu.Hiçbirimiz bize başka birinin dokunuşunu hissetmemiştik.Hiçbirimizin uykuya izni yoktu.
Önce Freddy öldü.Bir an oradaydı ve sonra...yoktu.Cerrah onu aldı,ve geri getirdiğinde ölmüştü.Cerrah onu plastik hücrenin zeminine attı,Freddy’nin kendi atıklarının ortasına.Kardeşimin kafası bana dönüktü,ve gözleri sonuna kadar açıktı.
Neredeyse şükredecektim,bu onun artık acı çekmek zorunda olmadığı anlamına geliyordu.Artık hiçbirimiz acı çekmek zorunda değildik.Zamanı gelmişti.
O zaman pes etmiştim.Artık umursamıyordum.Acıtacaktı,dayanılmaz olacaktı.Bir işkence olacaktı.Bir noktada bize verdiği ilaçlı suyu reddettim.Karşılık olarak yemeğime ilaç kattı.Suyu içtim.Canlı kabuslar geri döndü.Direnmenin ne anlamı vardı ki?
Madeline’i önümde boğdu.Ama beni boğmadı.Bunun yerine bedenleri alıp benim odama koydu.
Freddy’nin başını dizime koydum.Saçını okşadım.Daha fazla ne yemek geldi ne de su.Bundan sonra cerrah bana işkence etmedi.Yalnızdım.
Bana üç gün sürdüğünü söylediler.Ölü kardeşimin başı kollarımda üç gün beklemiştim.Uyuyamadan onu tutuyor ileri geri sallanıyordum.’’Sonunda beraber olacağız.’’ diye fısıldadım ona.Ona şarkılar söyledim.İlaç yoktu ama bazen aşağı bakar ve yüzünün eridiğini görürdüm.Çenesinin açık bir çukura döndüğünü görürdüm.Ve göz kırptığımda,hepsi geçerdi.
Bana anlatılan, çıkardığım kargaşada cerrahın ne çeşit bir araç kullandığını görebilmişlerdi.İpuçları bulmuşlardı,renkli camlı siyah SUV’lu federaller bulmuştu.Cerrah bedenleri hücreme koyduktan sonra çıkmıştı,köşeye sıkıştırılmış ve enselenmek yerine canına kıymayı tercih etmişti.
Ama beni buldular.Bulunmanın nasıl olduğunu hatırlamıyorum.Parçalanmış ve karışmış pek çok anım var.Onların melekler mi olduğunu düşünmüştüm,yoksa öldüğümü mü?Şimdi söylemesi zor.
Konuşmayı bıraktım,beni altı aylığına özel bir hastaneye aldılar.Konuşmadım,açık alan korkusu gelişti.Yatağın altında saklanıyor dizlerimi göğsüme koyuyor ve tir tir titriyordum.Uyanınca havayı tırmıkladığım aralıksız kabuslar görüyordum.Doğal olarak hastanenin o bölümünde orkideler vardı.
Polis beni sorgulamayı denedi.Bana olan her şeyi öğrenmek istiyorlardı.Tüm rezil ayrıntıları.Sonunda onlara anlattım,ama o zaman değil.Sakinleştirilmem gerekti.Çok uzağa gittiğimi onlara söyledim.Ailem cerrahın ruhumdan bir parçayı söküp aldığını sanıyordu.
Adı Jonathan Miller’dı.46 yaşındaydı.Ve 18’inde annesi, kaçırıp öldürdüğü hayvanların parçalarını arka bahçelerinde bulmuştu.Babası William Miller onu mezuniyet ödülü altında Owyhee gölüne götürmüş,bayıltmış ve suya atmıştı.Sonra oraya kendi kendine gittiğini ve bir kaza olduğunu iddia etmişlerdi.Kasaba Jonathan Miller’în yasını tutmuştu,sonra da hayatlarına devam etmişti.Doktorlar bunu bana ben hala sessizken anlatmıştı.Millerlar tutuklanmıştı.
Freddy’nin cenazesine gitmedim.Hiçbirininkine gitmedim.Sonunda tekrar konuştum.Korkmadan su içtim,dışarı adım attım.Babamın bana sarılmasına izin verdim.
Ailem çiftliği sattı.Herkes sattı.Artık kimse bu kasabada yaşamak istemiyordu.Devlet geldi ve tüm toprağı satın aldı,burayı bir çeşit fabrikaya çevirdi.
California’ya taşındık.Sıcak bölgelere.Odamın karartma perdeleri vardı.Işık ne zaman fazla gelse onları kapatabiliyordum.Bunu hiçbir zaman atlatamadım.İyileştim.Bedenimdeki yarar gün geçtikçe beni daha az iğrendiriyordu.Yanımdaki çekmecede bir silahla uyumama izin veren,ve gece çığlık atarak uyandığımda bana sımsıkı sarılan bir adamla tanıştım.
Keşke onların başına başka bir şeyin geldiğini söyleyebilseydim.Keşke Freddy’nin ölümünün bir anlama geldiğini söyleyebilseydim.Sekiz çocuk Jonathan Miller’ın ellerinde hayatını kaybetmişti.Bu hayatımı mahvetmişti.Size ne kadar çok canıma kıyma fikrinin akılmdan geçtiğini söylemek isterdim.Ama bunu yapmaktan beni alıkoyan şey Freddy’ydi.Ben hayatta kalmıştım ve o başaramamıştı.O ölmüştü,Madeline ölmüştü.Bulunmadan önce onların bedenleriyle üç gün geçirmiştim.
Yani Freddy için hayatta kaldım.Çünkü onun bir şansı olmamıştı,iyi ya da kötü benim olmuştu.

Ç.N:Bir serinin daha sonuna geldik,dün evde olmadığım için paylaşamamıştım.Haftaya görüşmek üzere.


2 Mayıs 2017 Salı

The town I grew up in was torn apart by a serial killer (Part 2)

Carol Grott’tan önce Middlefield tarihinde hiç cinayet yoktu.Tabi çobanlar içkiyi fazla kaçırıp kavga ederlerdi ve kendilerini Şerif Williams’ın yanında bulurlardı.Ama gerçekten de hiç ciddi bir suç işlenmemişti.İnek devirme,çocuk yaşta alkollü içecek kullanımı ve seks başlıca sorunlarımızdı.
Tabi hiç cinayet olmaması hiç ölüm olmayacağı anlamına gelmiyordu.Jenk’lerin oradaki kiliseye özgü bir şaka vardır,burası pazar ayininden çok seremoni görmüştür diye.Bay Tom White hem papazlık hem de veteriner hekimlik görevini üstlenirdi,at doğumlarından sonra yorgun olur,birkaç saatlik güzel bir uykuyu vaaza tercih ederdi.
Middlefield’ta hayat mola vermezdi.Demek istediğim durmadan bebekler doğar,yaşlılar ölürdü.Böylece trajedilere de ortam hazırlanırdı.Ben doğmadan on sene evvel,Millerların oğlanı Owhyee gölüne tek başına gidince boğulmuştu.Bedeni asla bulunamamıştı.Ben beş yaşındayken babamın asla bahsetmediği bir nedenden dolayı bir genç evlerinin ahırında kendini asmıştı.Söylentiler vardı tabi ama hiçbirinin gerçekliği kanıtlanamadı.Carol Grott ölmeden iki sene önce bir arkadaşım çok çalışmaktan ölmüştü.Yirmi yaşında ve evliydi,üzücü bir durumdu.
Cerrahın olayı bize hiç huzurlu vakit bırakmamasıydı.Elbette Jeremy ve Charlotte’un bedenleri bulunana kadar resmi olarak seri katil değildi,ama bu haziran ayına kadardı.Bu süre zarfında ben on sekizine basmıştım.Aramanın hiçbir faydası olmamıştı.Hiç rahat oturamayıp ikilinin bulunmasını bekliyorduk.Portland’dan buraya kadar gelmiş olan dedektifler kaybolmuş görünüyordu.Eugene’den gelen polisler sadece sonraki sabah gelebilmek için evlerine dönüyorlardı,başka bir çocuğun kaybolursa dayanamayacaklarını iddia ediyorlardı,vazgeçtiler.
Mayısın sonuna doğru hepimiz umudumuzu yitirmeye başlamıştık.Okul tekrar açılmış hatta kapanmıştı.Freddy yaz tatilindeydi ve ben de hayatımın geri kalanındaydım.Tabi ki liseye yazılmamıştım,ailemin yeteri parası yoktu ve ömrümün geri kalanında çiftlikte çalışacağım için eğitimin bana bir faydası dokunmayacaktı.Bir keresinde Jeremy ile evlenip Salem’e veya Eugene’e taşınıp,küçük bir çiftlikte hatta bir kitapçıda veya bir kahve dükkanında yeni bir hayata başlamayı düşünmüştük.Hayatımıza yön verecek idaellerimiz yoktu,sadece farklı ve yeni bir şey istemiştik.
5 Haziran 1988 okuldan mezuniyet gecemdi.Sınıf arkadaşlarımızla kepimizi ve cübbemizi giyecektik,ve Müdür Radcliffe eğitim hakkında bir konuşma yaparken ensemizi pişiren sıcakta futbol sahasında plastik sandalyeler üzerinde oturacaktık,ardından hepimiz eve dönecek ve barbekü yapıp dostça futbol oynayacaktık,sonraki gün Owyhee gölüne gidip yüzmeyi planlıyorduk.
Ama bunların hiçbiri olmadı,eminim nedenini tahmin edersiniz,çünkü 5 Haziran günü Jeremy’yi tekrar gördüğüm gündü.
Jeremy’yi bulan bendim.Sanırım bu şekilde planlanmıştı.Sanırım cerrahın esaretinde,Jeremy Middlefield hakkındaki her şeyi anlatmıştı.Belki de benim hakkımdaki her şeyi.Jeremy’yi penceremden gördüm,diplomamı almam gereken günde dışarıyı seyredip hayaller kurarken.Ne olduğunu anlayamadan önce o olduğunu anlamıştım.Kulağa saçma geldiğini biliyorum.Ama düşünmeksizin aşağı ardından bahçeye koştum,ve onunla karşılaştım.
Saçı kazınmıştı,ve sakalı kesilmişti.Gözleri kahverengi ve boş bir şekilde gökyüzünü izliyordu.Başına yerleştirilimiş orkidenin mor geniş yaprakları gözlerinin bir kısmını kapatıyordu gerçi.Dudakları açıktı ve bir şekilde burnuna ekilmiş uzun kökler ağzından çıkıp çenesine dek geliyordu.Kök kusuyormuş gibi görünüyordu,ağzı yılana benzeyen yeşil sarmaşığımsı dallar nedeniyle sabit bir şekilde açıktı.Sap ve yapraklar hatta bir miktar da kök burnundan çıkıp gökyüzüne ulaşıyordu.
Tabi ki rahatsız olmuştum.Bu görüntüden başka bir şey hatırlayamıyorum.Biri beni bulmuş olmalı,çünkü çığlık sesleri işittim.Eğildim ve onu kollarımın arasına almaya çalıştım.Beyaz giyinmişti.Beyaz tişört sertti bu yüzden elimde mukavva var gibi geliyordu.Ona sarılıp bağırdıkça daha fazla insan geliyordu.Babamın bana seslendiğini ardından onun da bağırdığını anımsıyorum.Işıklar vardı.Mavi ve kırmızı,yanıp sönüyordu. Çığlıklar,çığlıklar,çığlıklar.Kulağımı acıtıyorlardı,başımı acıtıyorlardı.Ancak Şerif Williams çömelip elini omzuma atınca çığlıkların benden geldiğinin farkına vardım.
Tüm hatırladıklarım bu kadar.Ardından babamın beni alıp yatağıma götürdüğünü ve gelen doktorun yatıştırıcı verdiğini duydum,ve ilaçların da etkisiyle neredeyse tüm haftamı rüyasız ve bilinçsiz uyuyarak geçirmiştim.Ve kendime geldiğimde de Freddy’den Charlotte’un da bedeninin bulunduğunu duydum.Ve Tom White Jr.,Olivia Frank ve Sandy Green de kayıptı.Franklerin ve Wihteların sundurmalarında ayaklar bulunmasına rağmen Greenler de yoktu.Dedektifler cerrahın ne kadar zarar verebileceğinin ve bir seferde kaç tane kurbanı alıkoyabileceğinin farkına varmaya çalıştığını söylediler.
Dışarı çıkmayı bıraktım,tek istediğim yatakta kalmaktı.Doktor geldi,ve Freddy gelip yatağımın başında oturdu,hatta Eugene’den bir uzman gelip travmam üzüntüm hakkında konuştu.Her seferinde farklı ilaçlar alıyordum,son üç haftadan önceki tüm haftaları bunlar benim için belirsizleştiriyorlardı.
İşte o zaman detayları öğrendim,bilincim tam açık değilken.Bu nedenle her şeyi doğru aktaramazsan mazur görün.Tıbbi otopsi memuru Jeremy’nin ölümünü Carol’ınki kadar açıklanamaz buldu. Bedenin üzerinde adli olarak işe yarar bir şey bulunamamıştı.Görünüşe göre Charlotte’ta seminal sıvıya rastlanınca bir umut doğmuştu.Ama ardından DNA’nın Jeremy’ye ait olduğu anlaşılmıştı.İkisinde de çürükler ve yaralar vardı ve kıyafetlerinin altında kesikler bulunuyordu.Jeremy ölümünden sonra hadım edilmişti.Charlotte’da da tıpkı Jeremy’deki gibi bir orkideyle bulunmuştu.
Artık daha fazla duymak istemiyordum. Dünyayi engellemek istiyordum.Bu süre zarfında Freddy benim tek akıl sağlığı kaynağımdı.Yanımda yatar ve ben saatlerce ağlarken beni tutardı.Eski televizyonu ve VCR’yi yukarı taşıdı,ve babamın arabasıyla Boise’e gidip güncel filmler ve evde ısıtabileceğimiz çizburgerler aldı.Bu rahatlatıcıydı,çizburgerler bayat ve patatesler vıcık vıcık olsa dahi.Bu,erkek arkadaşınızın öldürülüp bir saksıya dönüştürüldüğünü gördükten sonra bir şeyin size ne kadar rahatlatıcı geldiği ölçüde bir rahatlık hissiydi.
 Üç beden de ortaya çıktığında temmuzun ortalarıydı.Hala yataktaydım,ama öğleden sonra ufak yürüyüşlere çıkıyordum.Hatta Freddy beni bir gün ata binmeye dahi ikna etmişti.Freddy kısrağı sakinleştirmek için konuşurken ellerim beyazlayana kadar eğeri kavramıştım.On dakika sonra Freddy’nin yardımı ile indim ve evimize yürüdük,yatağa tekrar girdim.Ata bindiğim günün sabahı bedenler bulunmuştu.
Detaylardan bahsedip canınızı sıkmayacağım,ama diğerlerinden pek de bir farkı yoktu.Orkideler,tecavüz ve işkence.Diğer ikisi boğularak ölüdürülse de birinin ölüm nedeni belirlenememişti.Tıbbi otopsi memuru hepsinin aynı anda öldürüldüğünü tahmin ediyordu,bedenleri evlerine dikilmeden önce birkaç günlüğüne tutulmuşlardı.
Hiçbirinin cenaze işlemleri yapılmadı çünkü bedenler dedektiflerin işi bitene kadar morgda tutulacaktı.Tabi Portland’dan gelen iki dedektif gitmiş yerlerine siyah SUV’larda federaller gelmişti.
 İnsanlar o zaman ayrılmaya başladılar.Bazı durumlarda ayrılmak onları beş parasız bıraktı.Bazı aileler gecenin bir yarısı toplanıp taşındılar,ürkmüş bir şekilde Eugene,Ben veya Boise’deki akrabalarında kalacaklarını söylediler.Diğerleri tüm çiftlik hayvanlarını sattılar,ve evlerini satmaya veya kiraya vermeye çalıştılar.Hiç kimse çocukların öldürüldüğü bir yerden ev almak istemedi.Böylece sahip oldukları şeylerin çoğunu kaybettiler ama çocuklarını korumayı başardılar.Temmuzun sonu ve cerrahın ağustosta yeni kurbanlarını kaçırdığı aralıktaki iki haftada kasaba coşkusunu kaybetti.
10 Ağustos 1988’de bir kabustan uyandım.Kabusta Jeremy’yle sevişiyordum ve bir anda ağzından burnundan ve kulaklarından kökler fışkırdı.Boğulmaya ve hırıldamaya başladı ve cansız bir şekilde yere düştü.Ben çığlık atarken kökler beni kavradı,kulaklarıma ağzıma ve burnuma girmeye başladılar,boğazıma dahi geldiklerini hissediyordum.Nefes nefese uyandım.
Bunu söylemekten nefret ediyorum.Size şimdi söyleyeceğim şeyden nefret ediyorum.Çünkü bunun beni kötü bir insan yaptığını düşünüyorum.Ama bir parçam keşke o gece uyanamsaydım diyor.Bir parçam tekrar uyuyabilmek için ilaçlar alıp bir daha uyanamasaydım diyor.
Ama uyandım ve tekrar uyuyacak cesareti kendimde bulamadım.Pencerenin dışındaki hışırtıları tekrar duydum,tıpkı Jeremy kaybolmadan önceki gece gibi.Kalbimin çırpıntısı ile yatağın yanındaki feneri aldım ve pencereye gittim.Bir siluet gördüm.
İki siluet.Bir çeşit siyah bir araç.Uzun geniş ve gölgeli bir siluet başka bir tanesini ön bahçemde aracına sürüklüyordu.
Bu Frddy’ydi.Biliyordum bu Freddy’ydi.Ve düşünmeden alt kata koştum.Çıplak ayak çimlerin üzerinde silüete karşı koştum.Ve bu noktada bağırmaya başladım,ona kardeşimden uzak durmasını söyledim.Evimdeki ışıklar açıldı diye düşündüm,çünkü gölgeler kötüleşti.
Onun üzerindeydim,ardından suratıma sert bir yumruk salladı,sonra karnıma vurdu.Beni mankenmişçesine kavradı bir kargo arabasının arkasına attı.Metal arka kapı kapandı ve dünya karanlığa gömüldü.Ellerimi kullanarak etrafı yokladım,umutsuzca çıkmak için kullanabileceğim şeyler aradım.Ama tek bulabildiklerim iki dizi bacak oldu.Dışarıda bağırışlar duyuyordum.Kapının arkasında bir vurma sesi geldi,ve anneme ve yardım için bağırıyordum.Ardından harekete geçtik,arkası kapkaraydı,ve tek yapabildiğim ellerimi ve ayaklarımı kullanarak etrafı yoklamaktı.Arkada iki beden daha vardı,ve bedenlerini göğüslerini bulmaya çalışıp kulağımı yasladım,kalp atışlarını duyabilmek için.Sürücünün olması gereken tarafa doğru tekme attım.
Kalbim çırpıyordu.araç uzaklaştıkça ve uzaklaştıkça bunun sadece bir rüya olduğu konusunda kendimi ikna etmeye çalışıyordum.Sesim kısılana kadar çığlık attım,bunun bir faydasının olmayacağını bilsem dahi.Metale vurdum.Arka kapıyı açmaya çalıştım.
Sonunda araba yavaşladı.Ağlamaya başladım.Öleceğimi biliyordum.Freddy’nin öleceğini biliyordum.Bu araçta yanımızda kim varsa onların öleceğini biliyordum.Ve hepimiz bize gerçekten kötü bir şey yapıldıktan sonra ölecektik.Sonra beyaz giyindirilecek ve kafatasımıza orkideler ekilecekti.Ardından evimize dönecektik.
Biz ölecektik.

Arka kapı açıldı.Ne pahasına olursa olsun hamlemi yaptım,çığlık atıyor tekmeliyor çırpınıyordum.Boğazımda bir el hissettim.Hızlı bir sıkma beni nefessiz bıraktı.
 Bir tıslama sesi vardı,ve aracın arkasındam metallerin çarpışma sesi geliyordu.Sesimi ve nefesimi kaybetmiştim,ölecektim,ölecektim,ölecektim.
Acıttı.Gaz.Nefes almaya çalıştım ama soluduğum şey ne saftı ne de temiz.Boğazımı yaktı,burnumu ve gözlerimi de.Çığlık atmaya çalıştım,ama başaramadım.Tıkandım,kurtulmak için daha fazla hava solumaya çalıştım.Dünya karardı.Karnım döndü ve kustum.Kasıklarımda ıslaklık hissettim ve altıma yaptığımı düşündüm.Öksürdüm,havayı solumaya çalıştım,tıkandım.Boğulmaya başladığımı hissediyordum,beynimin oksijen almaya çalıştığını hissediyordum.
Tüm hatırladıklarım bu,ta ki cerrahın odasında uyanana kadar.

Üzgünüm ama sanırım bu akşam daha fazlasını anlatamayacağım.Hikayeyi yarın bitirmeye çalışacağım.Bu sadece bana acı veriyor.

Ç.N:Bu ikinci kısmı,üçüncü ve son kısmı cuma günü paylaşacağım.