23 Mayıs 2019 Perşembe

He Comes (ZALGO)

Mesajın uzunluğunu bağışlayın. Bu bir bilgisayara ulaşabildiğim ilk ve muhtemelen son kez, bu yüzden hala yapabilirken her şeyi yazmanın ve bilmesi gereken kişilere ulaştırmanın iyi olacağını düşündüm. Kasabadan ayrılıyorum, nereye gittiğimi bilmiyorum, sadece gidebildiğim kadar uzağa gidiyorum.

Tamam, bazılarınızın bildiği gibi, bir yıl önce bir kredi aldım ve kendi oto mağazamı açtım. İşler gayet iyi gidiyordu, şikayet edemem. Ve kasabada çoktan kurulmuş bir çok yer varken özel olarak bana gelen müşterilerime minnettarım.
Her şey iyiyken, bir kaç ay önce arkadaşım Neil'ı işe aldım. O çok sıkı çalışıyor ve tam da tahmin ettiğim gibi, işlere epey yardımcı oluyordu.

Pekala, geçen ay bir gün hamile olan karım Rebecca ile bir hamilelik eğitim dersine gitmem gerekiyordu ve bu yüzden mağazayı sabah ve öğlen Neil'a emanet ettim. Sanırım o gün her şeyin başladığı gündü, çünkü döndüğümde, o sersemlemiş görünüyordu ve siyah bir yağ ile kaplanmıştı. Yüzüne bile bulaşmıştı yağ, sanki içmeye falan çalışmış gibi. Eve gitmesini ve kendisini temizlemesini, şu an zaten müşterinin olmadığını ve biri gelirse de benim ilgilenebileceğimi söyledim.

45 dakika sonra geri geldi ama hala normalden çok daha sessizdi. Her zamanki gibi sıkı çalıştı, ama bir şeyler tuhaf görünüyordu. Ona ben yokken bir şey olup olmadığını sordum ve başını iki yana salladı. Kaç müşterinin geldiğini sorduğumda ise anlaşılmaz bir şey mırıldandı. Dediğini anlamadığımdan, tekrar etmesini rica ettim. Bana döndü ve baktı ve yemin edebilirim ki, gözleri bir an için tamamen siyahtı, iris ve sklerası yoktu, sadece siyahlık vardı. Adımlarımı geriye doğru attım ve bir rafa çarptım, her şey yere serildi. Ona geri döndüğümdeyse hala bana bakıyordu ama az önceki gibi bir nefret ifadesi yoktu, sadece biraz... İlgisiz görünüyordu.

"Sadece birkaç tane," sorumu cevapladı.
"Bir kadın, sonra dövmeli, motorcu bir çocuk." İçlerinden birinin yağ değişimi istediğini ve onun yağı o sırada her yerine bulaştırdığını tahmin ettim, bu yüzden herhangi bir sorun yaşayıp yaşamadığını sordum. Basitçe omuz silkti.
O gittiğinde garajı inceledim, hiçbir yerde yağ izi yoktu. Yani her ne olduysa, sadece kendine olmuştu ve mucizevi bir şekilde hiçbir yere bulaşmamıştı. Ama o bu konuda konuşmak için isteksiz görünüyordu, ben de baskı yapmadım ve gün boyunca çalıştık. Hala biraz tuhaf ve sessiz olması dışında o gün ve diğer gün normaldi. Ben dükkana bakarken ona öğlen yemeği için ikimize bir şeyler almak ister mi diye sordum. "Elbette," dedi.

Geri döndüğünde ben bir müşteriyle ilgileniyordum, bu yüzden bana aldıklarını tezgaha bıraktı ve kendininkileri yemek için gitti. Müşteriyle işim bittiğinde arabasını bir geceliğine burada tutmaya karar vermiştik. Böylece neden bozulduğunu anlayabilecektik. Neil’dan kadını eve bırakmasını istedikten sonra yemeğimi elime aldım. Bana biraz çin yemeği ve buzlu çay almıştı. Tuhaf şeyi gördüğümde yemeğime soya sosunu dökmek üzereydim. Soya sosu... Bir şekilde yaşayan bir şey gibiydi. Kızarmış pirinçin içine dökülmesiyle birlikte, düzinelerce kıvrılan siyah kurtçuğa dönüştü. O sırada oldukça açtım, fakat çok iğrenmiştim. Yemeği ve buzlu çayı çöpe doğru fırlattım ve yemek yemek için eve dönüp kendi ellerimle bir şey hazırlayana kadar beklemeye karar verdim. Hiç bu kadar iğrenç bir şey görmemiştim ve Neil’a yemeğinde benzer bir şey görüp görmediğini sormaya da çekiniyordum. Son zamanlarda soğuk ve mesafeli davrandığı için, bunu söylediğimde bana bir Looney Tunes’muşum* gibi bakacağından emindim, yani sadece sustum.
O Cuma günü, her zaman bir şeyler içmek ve yerel müzik gruplarını dinlemek için gittiğimiz, eski bir bara gittik, ve Neil yine tüm hafta boyunca olduğu gibi sessiz ve mesafeliydi. Kötü görünüşlü  bir adam değildi, ama kimseyle konuşmak için istekli de görünmüyordu. Bir kadın onun oturduğu yere gelip onunla konuşmaya başladı, gecenin sonunda mekandan birlikte çıktılar. Pazartesi sabahı ona hafta sonunun nasıl geçtiğini sorarak buzları eritmeye çalıştım, kafasını sallayıp “İyi,” diye homurdandı. Ona onun yanında gördüğüm o genç kadın konusunda şanslı olduğunu söyledim. Çok hafifçe sırıttı, ki bu muhtemelen bütün hafta boyunca onun yüzünde görebileceğim tek sırıtmaydı.
“İyi gitti,” dedi. Ona detayları anlatması için baskı yapmadım. İsteseydi anlatacağını biliyordum; ve o küçük sırıtış benim endişelerimi yok etmeye ve yakında onun tamamen eski gibi olacağını düşünmem için bir umut vermeye yeterli olmuştu.
O gün saat 3’e kadar aşırı yoğunduk, sonrasında ise sonunda ofiste oturup sıradaki müşteriyi beklerlerken radyo dinlemek için boş bir anım oldu. İşte oradaydım, arkama yaslanmış ve bacaklarımı masama uzatmıştım. Döndüm ve kafamın tam arkasındaki, kesilmiş kupürler yapıştırılmış olan ilan panoma baktım. En az yüz kere okuduğum birkaç pazar çizgi romanı şeridi vardı... Ama o gün, bir şey farklıydı. İlk pano normaldi, ama sonrakinde çerçevenin köşelerinden çıkan siyah kurtçuklar, çizgi roman karakterlerinin arasında sürünüyordu. Kulaklarından ve gözlerinden, hatta bazılarının burnundan kan akıyordu ve her bir karakterin konuşma balonunda, “O GELİR!” yazıyordu. Bir süre şaşkınlık içinde baktım, sonra fark ettim ki kurtçuklar hiç olmadıkları kadar yavaş hareket ediyorlardı ve sonra karakterlerin kafaları yavaşça bana doğru döndü. Kendimi ilan panosundan uzaklaştırıp iskemleden kaydım ve yere düştüm. Garajdan çıktım ve Neil’a bağırdım, bunları gören tek kişi ben olamazdım! Ve sürpriz olarak, o gitmişti...
Tereddütle tekrar içeri geri gittim ve etrafa göz attım. Çizgi romanlar hala duruyorlardı fakat karakterler artık hareket ediyor gibi görünmüyorlardı. Çizgi roman yapraklarından birini panodan çekip incelemeye başladım. Fakat kurtçuklar hala oradaydı ve daha önceki hızlarının üç katıyla parmaklarıma doğru ilerlemeye başlamışlardı. Elimi silkeleyerek onlardan kurtuldum. Bu şeylerin elime dokunmasına izin vermem hiç de iyi olmazdı.

Tabiki tüm panoyu söküp aşağı indirdim ve küçük bir çöplüğün arka tarafında yaktım, bir daha da asla bundan bahsetmedim.
O gece eve gittim. Karım yataktaydı ve çoktan uykuya dalmıştı. Aklım çok karışıktı ve yemek yemek için bile efor sarf edemedim. Endişelerimi paylaşabileceğim kimse yoktu. Yattım ve rahatsız bir uykuya daldım, ve uyumaktan vazgeçene kadar her saat başı başka bir kâbus görüp durdum.

O Cuma yine bara gittim, karım hamile olduğu için içemiyor olsa da, Neil artık takılınacak eğlenceli biri değildi, ve diğer arkadaşlarıma da ulaşamıyordum. Sadece biraz çakır keyif olup daha iyi hissetmeye ihtiyacım vardı. Birkaç bira devirdikten sonra, beklediğimden daha sarhoş olduğumu fark edip kendimi dinlenme odasına attım ve yüzüme biraz su vurmak için lavaboya uzandım. İşte tam o
sırada, musluğun içinden kulak tırmalayan bir ses yükseldi. Kumaş bir çarşaf, yerde sürükleniyormuş gibi. Sanki şimdiye kadar duyduğum en uzun soluk veriş gibiydi, taa ki ben, o ünlü harflerin arasındaki gizlenmiş kelimeleri fark edene kadar. “O geliiiiiiir!”


Porselende çatlaklar belirdi, su akan yerin çevresinden yavaşça ilerledi. En azından, başında çatlak gibi görünüyorlardı... Fakat birkaç saniye sonra fark ettim ki, onlar o hafta daha önce gördüğüm, çizgi romanlarımın üstünde dolaşan kurtçukların aynılarıydı... Boylu boyunca, yavaşça ilerliyorlardı.
Adımlarımı lavabo kapısından geriye doğru atmaya başladım, o esnada birinin göğsüne çarptım. Arkamı döndüm ve yaklaşık 2 metre uzunluğunda, elleri ve kafası hariç teninin her yeri dövmelerle
kaplanmış, tamamen simsiyah gözleriyle bana bakan bir bisiklet sürücüsüyle göz göze geldim. Delici bakışları ben hızla bara geri dönerken de beni takip etti. Bir rüyanın içinde gibi hissediyordum, hayatın için koştuğun her an, aslında bir bataklığın içinde koşuyormuşsun gibi hissettiren bir rüya.

Odaya girdiğim an fark ettim ki, o bisiklet sürücüsü bana bakan tek kişi değildi. Her çift göz bana
odaklanmıştı ve bu gözlerin yarısından fazlası, kusursuzca siyahtı. İris ya da skleraları yoktu.
Birkaç dudak kıpırdadı, ve pikaptan gelen müzikten dolayı seslerini tam olarak duyamasam da, ne dediklerini kolayca tahmin edebildim. “O gelir!” Diyorlardı.

O gece hiç uyumadım.
Son bir kaç haftadır hiç uyumuyordum ve aslında son zamanlarda benimle konuşan herkes bunu tahmin edebilirdi. O iki siyah gözün bana baktığını görüp duruyordum. Kiminle konuşsam o kişinin bana dönüp ruhumun içine inecek kadar derin bir şekilde, dik dik bakarak o kelimeleri fısıldayacağından korkuyordum. Ne zaman bir lavabonun yanına gelsem ya da yemek yemek için ağzımı açsam, o siyah iğrenç kurtçukların üzerimde kıvrılıp durduğunu görmekten korkuyordum. Karım bile son zamanlarda soğuk ve mesafeli görünüyordu.


Sonra bu akşam işten eve arabayla dönerken, ve kaza yapmamak için gözlerimi açık tutmaya çalışırken, cep telefonum çaldı ve arayan karım Rebecca’ydı. Bebeğimizi doğurmak üzere, hastaneye doğru yoldaydı ve iki haftadır ilk kez ben kesinlikle mutluydum!

Oraya geldiğimde kasılmalarını izleme amaçlı bir monitöre bağlanmıştı. İçeri girdiğimi zorlukla fark
etti, ama yanına oturup ellerini ellerimin arasına aldığımda ürkmedi. Onunla konuşmaya çalıştım ama tepkisizdi. O kadar yorgundum ki, hemşire yarım saat sonra gelip karımı doğum odasına götürene kadar uykuya daldığımı fark etmedim bile. Geldiğinde önlüğümü giydim ve saç bonemi takıp onunla birlikte içeri girdim. Karımın elini tutup ona yapması gerekenleri söylemeye başladım, bize önceden eğitimini verdikleri gibi.

Bu ana hazırlanmıştım, elimi böylesine güçlü sıkmasına da, ama karnındaki hareketlenmeyi gördüğümde beynim sarsılmaya başladı. Doktor, bebeğin başının çıktığını ve Rebecca’ya tekrar ıkınmasını söyledi. Doktorun söylediklerini tekrarladım ve o bana doğru tarif bile edemeyeceğim bir sesle çığlık attı. Aşağı, ona baktım.
Bana o bisiklet sürücüsünün gözlerinin aynıları ile bakıyordu. Neil’da haftalar öncesinde gördüğümü sandığım gözlerin aynıları.
Elimi çekmeye çalıştım ama sıkıca kavramaya devam etti.
Katran siyahı kan doktorun önlüğüne sıçradı ama doktor pek oralı olmadı. Tekrar Rebecca’nın karnına baktığımda, siyah damarlar tüm karnını sarmıştı. Bana bakmaya devam etti, ve artık çığlık
atmıyordu, sadece sırıtıyordu... O obsidiyen gözler içime sıkıntı veriyordu.

“Kaosun yöneticisini çağırmak için,” rahatsız edici bir sesle fısıldadı.
“Duvarın arkasında bekleyeni,” diye devam etti doktor sözlere. Çocuğa, benim çocuğuma bakarak. Sessizce yatıyordu ve doktor kanlı elleriyle onu bir beşik gibi sallıyordu. Yukarı baktı ve bebeği havaya kaldırdı, ve bebek zifiri siyah bir sıvıyla kaplanmaya başladı, bir kaç hafta önce Neil’ı kaplayan sıvı gibi. Ağlamıyordu, ama yaşıyordu, ve yukarı kaldırıldığında hareket etti. Gözleri açıldığında simsiyahtı, tıpkı karımın gözleri gibi. Tıpkı doktorun gözleri gibi. Hep birlikte, uyum içinde onun adını söylediler.
Zalgo!”

Elimi karımın kelepçe gibi kavrayan elinden kurtardım ve hızla dışarı, hemşirelerin geçtiği koridora çıktım. Korkuyla tekrar odadan içeri baktığımda, benim ayakta durduğum yerin tam karşısında, doktor ve yeni doğmuş bebeğime doğru sürünen küçük siyah kurtçukları gördüm. Arkama dönüp koridor boyunca, asansöre kadar koştum ve parmaklarımla hızla  asansör düğmelerine bastım. Arkama baktığımda kurtçuklar koridora gelmişlerdi ve kimse bunun farkında görünmüyordu, taa ki ayaklarından bacaklarına doğru sürünmeye başlayana kadar. Bu noktada hepsi aniden durdu ve bana dönüp o aynı, obsidiyen gözlerle baktı.

Asansörden umudumu kesip panikle merdivenlere yöneldim. Aşağıdaki lobiye kadar 15 katı koşarak indim, park alanına kadar neredeyse uçtum ve arabama atlayıp kullanmaya başladım. Hangi cehenneme gittiğimi bilmiyordum, sadece bu lânet olası yerden uzaklaşmam gerekiyordu. Deliriyor muydum bilmiyordum, aslında biraz öyle görünüyordu, ama sadece, artık tanıdığım kimsenin etrafında olamazdım. Hepsinin gözleri aynıydı ve hepsi aynı ölü bakışlarla bana bakıyorlardı, kendi çocuğum bile... Oh tanrım, benim bebeğim bile.

Yanımdan geçen arabalarda hala aynı gözleri görüyordum, ve tuhaf bir tesadüf eseri, geçen cuma gecesi barda gördüğüm bisiklet sürücüsü, beni hastaneden bir saat uzaklıkta yaklaşık iki mil kadar takip etti. Dönüp bana baktı, sırıtarak. Güneş gözlükleri yüzünden bu kez gözlerini göremesem de aynı adam olduğunu biliyordum. Dövmeleri kendi özgür iradeleriyle hareket ediyor gibiydi, sağ kol kasının üzerindeki yanan kafatası, göz çukurlarından kanamaya başladı.

Frenlere basabildiğim kadar bastım, sola döndüğümde bir U dönüşü yapıp beni uçarcasına bir hızla geçmesine izin verdim. Sanırım onu kaybettim, bu yaklaşık bir saat önceydi.
Şimdi kasabaya 3 saat uzaklıkta, ilk kez wifi bulduğum bir moteldeyim. Ve yorgunum, ve titriyorum, ve ellerimde karımın tırnaklarıyla yaptığı çizikler kaşınıyor. Gerçekten ne yapacağımı ya da kime gitmem gerektiğini bilmiyorum. Bu hikaye çılgınca gelecek ve muhtemelen bir bakım evine yatırılacağım, ki bunun benim için en iyi şey olup olmayacağından emin değilim, ama artık o gözlerin içine bakmaya katlanamıyorum. Ne zaman yeni birini görsem ve bana baksa paniklemeye başlıyorum, çünkü biliyorum ki... Sadece biliyorum ki o, dışarıda beni arıyor, her neyse.

Ve yatıp uykuya dalmaya başladığımda bile, o sözcükleri duyuyorum...

O gelir.


Ç.N:
çoook önceden çevirmemi istemiştiniz sanırım.
bu yaz sizi güzel çeviriler bekliyor. çevirmemi istediğiniz pastaları fulyamanioglu2000@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. korkunç kalın :3

19 Mayıs 2019 Pazar

O Annem Değildi

Eve yeni gelmiştim. Yorgundum. Odama gidip üstümü değiştirdim. Tam bilgisayarımın başına geçiyordum ki mutfaktan annem seslendi. Söylenerek ayağa kalktım ve huysuzca yürümeye başladım. Koridorun ortasındayken oradaki dolaptan beni iki el çekti. Dolaptaki de annemdi. Ve bana "Sana seslendiğini ben de duydum, sakın oraya gitme." dedi.


Ç.N:  Selam arkadaşlar. Umarım her şey yolundadır. Şimdilik böyle kısa bir şey atıyorum. Uzun bir pasta çevirmeyi planlıyorum o yüzden şimdilik bunu okuyun xd Yorum yapmayı da unutmayın. Çeviri önerilerinizi marchriroru@gmail.com adresine yollayabilirsiniz. Saygılar,

-Luminaletten

16 Mayıs 2019 Perşembe

Duolingo

''Peynir dilimleyicim olmadan yaşamak istemiyorum."
"Kediler ayakkabı giyiyor."
"Sebzeler vejetaryenleri sevmez."

Bazen, Duolingo, yabancı dil uygulamam bana garip cümleler veriyor. Bu beni her zaman güldürdü. Ama, son zamanlarda, uygulamada ilginç bir hata vardı.

Bir süredir Almancamı yeniliyordum. Annem emekli bir Almanca öğretmeni ve büyürken bana hep Almanca konuşurdu . Ama şimdi 29 yaşındayım ve evlendikten sonra annemle neredeyse hiç konuşmamamız sonucunda epey bir unutmuşum.

Bildiklerimi unutmak istemiyordum ve Almanca iş hayatında da kullanışlı. Düzey belirleme sınavına katılmaya ve temelden tekrar başlamaya karar verdim. Anlama konusunda harikayım.
Ama yazım konusunda kötüyüm ve dil bilgisinde veya eşyaların "cinsiyetleri" konusunda en ufak bir hakimiyetim yok. Görünüşe göre Almancada her eşyanın erkeksi, kadınsı ya da nötr bir cinsiyeti var. Cidden çok kafa yorucu.

Her neyse, bahsettiğim hata öğrenilen dili konuşmak gereken sorularda oluyordu. Uygulama düzgün çalışıyor. Mikrofonum da öyle. Cevapları doğru veriyorum.

Ama bu uygulamanın bana söylettiği şeylerin standart Almanca olduğunu sanmıyorum. Yeteneğim olması gerektiği gibi yüksek olmayabilir ama en azından Almancanın kulağa nasıl geldiğini biliyorum. Bu, kulağa benzer fakat aynı zamanda da farklı geliyor. Eski... Sert. Birkaç kez "Valhalla" kelimesine denk geldim. Ayrıca sesli harflerin okunuşu da farklı.

Telaffuzum gittikçe iyiye gidiyor. Ama kafam hala karışık.
Uygulama bakım bölümüne bir not yazdım. "Sanırım Almanca kursuyla ilgili bir problem var. Bazı konuşma pratiği derslerindeki cümleler Almanca değil. Muhtemelen Kuzey kökenli bir dil." dedim ve onlara örnek olarak bir ekran görüntüsü yolladım.

Cevap hızlıydı.

"Bunu oraya biz koymadık. Uygulamanın güncel olduğuna ve hacklenmiş bir versiyon kullanmadığınıza veya bir şaka olmadığına emin misiniz?"

Sanırım onlara bu sorundan bahsetmeden önce 1 Nisan gününü beklemeliydim. Ama üst üste 268 gün pratik serimi bozmak istemediğimden ve uygulamanın geri kalanı sorunsuz çalıştığından kullanmaya devam ettim.

Ama aynı zamanda bu hataların görüntülerini sık sık seyahat eden erkek kardeşime ve diğer dillerin profesörlerine de ulaşacağını umarak, üniversitedeki Almanca profesörüne yolladım.

Ben cevap beklerken garip şeyler oldu. Yani tamam, küresel ısınmanın değişik zamanda değişik  hava olaylarına sebep olduğunu biliyorum. Ama ne zaman dışarıda pratik yapsam ve o garip cümlelerden birini söylesem ya bir yıldırım düşüyor ya da şimşek çakıyor. Bir süre sonra ise fırtına çıkıyor. Yürürken veya spor yaparken çalıştığımda arkamda bir adım sesi duyuyorum. Bir başkasının nefes sesi. Elbette, sinir bozucuydu.

Bu nedenle uygulamayı kullanmayı bırakmayı denedim. Ama 280 gün serimin bozulmasının da yasını tutuyordum aynı zamanda.

Olmadı. Ertesi gün uyandığımda kendimi bir pratiğin ortasında buldum. Kullanmayı bırakamıyorum.

Ve bugün, garip bir şey gördüm. Yine çalışıyordum ve yine o garip cümlelerden biri geldi. Verandamda oturuyordum. Sokağın karşısındaki parktaki bir alana bakıyordum. Bir anda kör edici bir şimşek çaktı ve kocaman, yarı oluşmuş gri bir figürün gökten indiğini gördüm. Fakat cümleyi doğru telaffuz edememeye başladıktan sonra yok oldu.

Sadece birkaç dakika önce, hem kardeşimden hem de profesörden cevap aldım. Kardeşim, bu hatanın sadece Izlandacayla Almancanın karışmış olmasından kaynaklı olduğunu düşünüyor. Ona daha fazla gönderdim bu garip cümlelerden ama fikri değişmedi. Yine de 21. Yüzyılda bir dil uygulamasinda kelimelerin modern olmamasına şaşırıyor.

Profesör ise, bu hatayı tarih profesörü olan meslektaşına ulaşana kadar yaymış. Ondan bir mail aldım.

Eski Norsça* dilindeymiş. Yani yaşadığım garip olaylar ve uygulamayı kullanmayı birakamamama durumuma bakarsak, doğru telaffuz edebilmeye başladığımda olabilecek şeyler beni korkutuyor.





Eski Norsça: Vikingler döneminde, yaklaşık 1300'lere kadar, İskandinav yerlileri tarafından konuşulan dil.


Ç.N: Selam. Ben Luminaletten. Daha yeni çevirmen olduğum için ne çevireceğimi bilemedim, bu nedenle hafif bir pasta seçtim. Korkunç değil ama ürkütücü tarzda tatlı bir pasta olduğunu düşünüyorum. Sonraki çeviri için önerilerinizi marchriroru@gmail.com adresine yazabilirsiniz. Yorum yapmayı da unutmayın. Okuduğunuz için teşekkürler :3