15 Şubat 2020 Cumartesi

The Shadow In The Lake

Sadece göle küçük bir geziydi; yeni bir şey değildi. Ben ve arkadaşlarım Thunderbird gölüne birçok kez gitmiştik; orası üniversiteden, ailemizden ve bizi strese sokan diğer her şeyden kaçtığımız favori kafa dinleme mekânımızdı. O zaman 19 yaşındaydım ve üniversiteye yeni girmiş ve kötü bir yerden yeni çıkmıştım; yani özgür olduğum için mutluydum. Ancak bu gezi farklıydı. Leanna’nın cipinden indiğimiz an, o öğle vakti güneş ufukta olmasına rağmen, etrafımızda kıvrılan bir tutam karanlığı hissettim. Battaniyelerimizi ve banyo malzemelerimizi Livia’nın babasının gölden 6 metre uzaktaki minicik kulübesine taşırken bu duygu içimde sıkışıp kalmıştı.

Gün ilerledikçe, göl kenarındaki havluların üzerine oturmayı bırakıp, yakınımızdaki ormanın üzerinden batan güneş eşliğinde ayak parmaklarımıza gelen küçük dalga turlarını izledik. Arkadaşlarımın dudaklarının hareket ettiğini ve gülerken göğüslerinin sallandığını görmeme rağmen, onların konuştuklarını duyduğumu hatırlayamıyorum. Sadece göle baktığımı ve dalgaların üzerinde iki sarı benek gördüğümü hatırlıyorum. Gözlerini kırptı ve bir çubuk yalnızca burnunu gösterecek kadar yükseldi. Nefesim kesildi ve boğazım sıkıştı; felaket bir soğuk ayak parmaklarımdan başlayıp bütün vücuduma yayıldı.
Daha sonra yüzümde şıklatılan parmaklar ve omzumu hafifçe sallayan Leanna vardı. “İyi misin? Bir saniyeliğine gidip geldin.” Göle geri baktım; ancak küçük dalgalardan başka bir şey yoktu.

Omurgamdaki soğukluğu atmak için sallanırken “Evet iyiyim. Kendimden geçtim; hepsi bu.” diye fısıldadım. Gölde dalgalanan o lanet olası görüntü her ne ise, onu aklımdan silip atmak için elimden gelenin en iyisini yaptım. Erkenci ağustosböceklerinin çağrısıyla eğlenirken, bir süre sırt üstü yüzdük. Gün batımının son zerreleri kapalı gözlerimin ardında kaybolduğunda gözlerimi açtım ve kıyıya baktım. Arkadaşlarım çoktan geri yüzmüştü ve beni çağırıyorlardı; ancak kıyıya doğru kulaç atarken beni aşağıya doğru çeken bir şey hissettim. Ayak bileğimden başlayan ve baldırıma yükselen donuk bir güç beni aşağıya doğru çekmeye başladı. Panikledim; başımı suyun üzerinde tutmaya çalışırken bir yandan da tekmeliyor ve bağırıyordum.

Daha sonra aşağıdaydım; ben daha da derine sürüklenirken soğuk su ciğerlerime doluyor, gözlerim yanıyor, kulaklarım patlıyordu. Kara benekler görüşümün kenarlarını örtmeye başladığında batışımı durdurdum. Yukarıya doğru yüzmeye çalıştım; ancak su, ayağımı göl yatağındaki balçıklara yapıştırarak yükselmeme izin vermedi. Sessizlik... Daha sonra fısıldamalar ve kulaklarıma çarptığını anlayamadığım ufak ışık huzmeleri geldi ve kayboldular. Bir gölge yükselmeye başladığında akciğerlerimin gerildiğini hissedebildim; daha koyu bir karanlık beni kuşatıyor ve ışık şeritlerini kesiyordu.
Sadece karanlığı bulmam için kafamı etrafımda döndürmemi sağlayan, “Merhaba ufaklık” diyen sinir bozucu bir ses yankılandı. “Mücadele etme. Kalmak istemiyor musun?”
Beni bırakmasını söylemek için ağzımı açtım; ancak kumlu göl ağzıma doldu ve kusacak gibi oldum.
Ses devam etti. “İşte barış. Sessizlik. İstediğin bu değil mi?” Sadece başımı salladım ve sanki zihnimi okumuş gibi devam etti. “Ben masumların koleksiyoncusuyum. Dövülmüşlerin ve kırılmışların. Zarar görmüş, kirletilmiş ve sevilmemiş çocukların. Senin içinde birçok kırılmış parçalar hissediyorum çocuğum. Sana istediğin sessizliği verebilirim. Sana barış vermeme izin ver. Bırak göl seni alsın. Yalnız olmayacaksın.” Saniyeler içinde 2’den 200’e ulaşan çocuklar karanlığın içinden çıkmaya başladı. Yüzlerini incelerken bazılarının orman korucusu karakollarının etrafında kayıp çocuklar diye basılmış ilanlardaki çocuklar olduğunu fark ettim. Burası bir cennet değil; mezarlıktı.

“Bırak sana barış verelim. Seni almama izin ver.” Beni çevreleyen çocuklara ve karanlığın içinde yanan iki sarı göze baktım ve ciğerlerim sıkışmaya devam ederken kafama salladım. “Peki madem,”
Bununla birlikte karanlık uçup gitti ve çocuklar gözden kayboldu.
Ciğerlerime hava vermek için suyu delip geçerken yüzeye çıkmak için mücadele ediyor, boğuluyor ve suyu püskürtüyordum. Üstümdeki milyarlarca yıldızı ve saf dolunayı seyrederken bir dakika boyunca suda adımladım. Daha sonra gözlerime ışık geldiğinde adımı seslenen birileri vardı. Bunlar başka bir adamla birlikte motorlu teknedeki arkadaşlarımdı. Teknenin yanındaki “Orman korucuları” yazısını gördüm. Geri gelmişlerdi. Beni gölden çıkardılar; ben sulu öksürükler saçarken sırtımı sıvazladılar.
“Nerelerdeydin? Sonsuza dek gitmiştin.” Onlara baktım. “Ne? Sadece 5 dakikalığına falan gitmiştim.”
Birbirlerine ve korucuya baktılar. “Üç saattir yoksun. Senin öldüğünü düşündük.” Onlara derin derin baktım. Bu mümkün değildi.
Daha sonra göle baktım ve bir çift sarı gözün kaybolana dek yavaşça çamurlu gölde battığını gördüm.


Ç/N : son iki çeviri için yeni yardımcım olan Cornelia’ya çok teşekkürler :3

13 Şubat 2020 Perşembe

The True Legend of Friday the 13th

Etin içinde tutuşan ateş, yavaş, için için yanar. Cilt kurur, çatlar ve kül haline gelir; eller ve ayaklar alev hayati sistemlere nüfuz etmeden çok önce yanar. Gözler kafatasında kaynar ve kıkırdak eriyip balmumu gibi akar. Yalıtılmış beyin tüm bu süre boyunca korunur ve bu dayanılmaz acıyı hala farkındadır. Erimiş ilik tıpkı patlamadan önceki bomba parçasının içindeki kızgın kurşun gibi sıvılaşır.

Vücut, kan akışını büyük kırmızı duman bulutlarına doğru buharlaşan cilde yönlendirerek gerekli organlarını soğutmaya çalışır. Sonunda ısı son derece yoğunlaşır ve organlar birer birer şişmeye ve patlamaya başlar; ölmekte olan kurbanın içine acı çekmekte olan süpernovalar gönderilir.
Seyirciler, cehennemden son yavan sözlerin geldiğinde büyük usta Jacques de Molay’ın çoktandır ölü olduğunu düşündüler.
 “Tanrı kimin yanlış ve günahkâr olduğunu bilir. Yakında bizi ölüme mahkûm edenlerin başına bir
musibet gelecek.”

13. cuma efsanesi 13 Ekim 1307’de başladı. Haçlı seferlerinde göze çarpan bir Katolik askeri düzen olan Tapınak Şövalyeleri, servetlerini ele geçirmek isteyen ve kendilerine karşı gerçek dışı suçlamalar yönelten Kral IV. Phillip tarafından ihanete uğradılar. Tapınakçılar kitlesel olarak tutuklandı ve işkence ile Kiliseye karşı işledikleri küfür suçlarını itiraf etmeye zorlandılar.
Büyük usta Jacques de Molay canlı canlı yakıldı; ancak o yakılmadan önce ölümcül sözlerinin lanetini serbest bırakmıştı. Bir yıl içinde, Tapınakçıları ölüme mahkûm eden Papa Clement ve Fransa Kralı IV. Phillip öldü.
Her nasılsa lanet o ikisinin ölümleriyle sona ermedi. Bir dizi Tapınakçı kendi hayatlarını kurtarmak amacıyla, Kral Phillip’in mahkûmiyet emrine yardımcı olarak, kendi yoldaşları hakkında yalanlar üretme kararı aldılar. Bu korkaklardan biri olan Jean Malay, sahte ve kalleş tanıklığı için Tapınakçıların hazinesinden bolca ödüllendirildi.

Tepkilerden korkan Jean Malay yeni servetiyle İskoçya’ya kaçtı. İskoçya suçlarının cezasından
kaçmak için yeterince uzak olabilir; ancak büyük usta Jacques’in lanetinden kaçacak kadar uzak
değildi. Bir yıl içerisinde Jean, mirasını devralacak bir oğlunun olmasından önce olmasa da, ölmüş olacaktı.
O kader gününden bu yana 710 yıl boyunca, Jean Malay’ın torunları, büyük ustanın lanetinden
geriye kalanları yanlarında taşımaya devam ederek dünyaya yayıldı. Bundan ben de ızdırap çekiyorum ve bunu bu gerçekleri bilmeyen, torunu olabilecek kişileri uyarmak amacıyla yazıyorum.

13 Ekim Cuma günü burnunda bir kaşınma ve yanma hissi başlayacak. Belki de bir soğuk
algınlığından daha fazlası değildir, ancak sorumluluk senin. Yanma göğsüne doğru inecek; daralmış hissetmeni sağlayacak ve nefes almanı zorlaştıracak. Sanki ateşin varmış gibi terleyeceksin ve kanın hayati organlarından boşalırken vücudun ısınmaya başlayacak.

Bir kere bu noktaya ulaştıysan artık çok geç. Ateş içinde yandı ve hiçbir ilaç ya da beceri seni
kaderinden kurtaramayacak. Bu fenomen dünya çapındaki bir çok hesapta kendiliğinden tutuşma
olarak kaydedildi. Her seferinde küle dönüşmeden önce kendi yanan bedenlerinin zararlı dumanlarında boğuldular.

Bu laneti taşıyan, Tanrı’nın yolundan, seni kurtarmayacağı kadar çok saptın. Yine de endişelenmeni istemem çünkü burada gece yarısı duasının umutsuzluğunu dinleyen bir başkası daha var. Onun doğasından endişe duyma, senin muhtaç olduğunu ve onun yardım edecek güce sahip olduğunu bilmen yeterli. Ateş içinde şiddetlenirken bütün kalbinle dua et ve o ses cevap verdiğinde, o ne diyorsa onu yap.

Ses, sana hangi malzemeleri toplaman gerektiğini söyleyecek. Kan yaygındır; bu yüzden belirtiler başlamadan önce biraz hazırda bulundurmak zekice olabilir. İnsan veya hayvan kurban etmek daha az yaygındır; ancak bunların hepsi seni büyük ustanın lanetine bağlayan kan bağının ne kadar kuvvetli olduğuna bağlıdır. Bir kere talimatları izlemeye başladıktan sonra acının birkaç dakika içerisinde azalmaya başladığını fark edeceksin. İşte bu noktada odada bir başka varlık daha olacak; ancak bu ayinin kaçınılmaz bir yan etkisi.

Bu varlığa bakmamaya çalış. O seninle konuşmadığı sürece onunla konuşma ve seninle konuşsa bile kendin hakkında bir bilgi verme. Eğer dikkatli ve şanslıysan seni yalnız bırakacaktır. Böylece lanet kaldırılmış olacak ve bundan sonra ne yaşanırsa yaşansın, en azından senin başına gelmeyecek.


***Anladığım kadarıyla bu cp birtakım tarihsel olaylardan ilham alınarak kendiliğinden yanma fenomeni olarak bilinen, birçok kez kaydedilen bir fenomen olan kendiliğinden yanma fenomenini birleştirerek ortaya güzel bir işçilik çıkarmış. Gerçekten de Fransa Kralı IV. Phillip ve dönemin papası V. Clement, Tapınak Şövalyelerinin çok zenginleşmesi sonucu bu servete konmak amacıyla onlara iftira atmış ve tutuklandıktan 7 sene sonra de Jacques de Molay’ı yakarak idam etmişler. İdam edilirken Jacques de Molay her ikisine de 1 yıl içerisinde bana katılacaksınız demiş ve öyle de olmuş. Daha sonra ise Fransız tahtında böyle bir lanet olduğuna inanılmış. 1789 yılında yapılan ihtilalden 4 yıl sonra dönemin kralı idam edildikten sonra ise bir Fransız masonu, elini Kral’ın kanına daldırıp “İntikamın alındı, büyük usta” diye bağırmış.