30 Temmuz 2017 Pazar

Josephine Is Dead

Josephine Richardson uyandı. Nefes nefese doğruldu. Nerede olduğunu anlaması kısa bir süre aldı: odasında, yazı makinesinin önünde. Kendi kendine yine yazı makinesinin önünde uyuyakaldığı için güldü, ama bu düşünce onun ne zamandır uyuduğunu merak etmesini sağladı. Ayağa kalktı, kemikleri kırtladı ve kasları gerildi. Çıplak ayakla attığı adımlarını mutfağa yönlendirdi. Güneşten anlaşıldığı kadarıyla sabah olmuştu ve Marc dün gece eve gelmemişti. Yine.
Hayal kırıklığı ve rahatlamanın arsında bir duygu hissetti. Ama güneş ışığı tenini ısıtıyordu ve kahvenin kokusunu alabiliyordu. Kahveyi ne zaman yapmaya başladığını hatırlamıyordu, ama herhalde bir ara yapmış olmalıydı.

Masaya yaslandı ve derin bir nefes aldı.
"Lanet olası, eve gelmeyeceğini söylemek için aramadı bile," kısık bir ses mırıldandı. Josephine sıçradı. Sırtını duvara yasladı, kalbi göğüs kafesinden fırlayacak gibi atıyordu. Mutfağa doğru paytak paytak yürüyen, kısa boylu, bornozlu bir kadın gördü. Kadının göz altı torbaları vardı ve bir tutam kahverengi saçı, yuvarlak başıyla oldukça uyumlu duruyordu.
"Sadece eve gelmedi... Yine."

"Kimsin sen?" Josephine sordu.
"Ve Marc'ın eve gelmediğini nereden biliyorsun?" Josephine ikisinin birlikte olduğundan ve kadının şimdi hiçbir uyarı olmadan 'ev hanımı'nı oynadığını sanmasından şüphelenmeye başladı.
"Çürümüş bir bok. O tam olarak bu," Kadın homurdandı, Josephine'nin kahvesinden kendine bir fincan doldururken.
"Pardon," Josephine seslendi. "Eğer kocam hakkında böyle konuşmasaydın bunu anlayışla karşılayabilirdim. Ve bana böyle gizlice yaklaşmış olman çok kabaca ve-"
"Siktir et onu," sözünü bir başka söylenme ile kesti. Josephine kadında azıcık bile terbiye olup olmadığını düşündü.

Josephine Richardson uyandı, eskimiş, tozlu yazı makinesinin önünde. Aşkını bunca zamandır nasıl yalnız bırakabilmişti? Bugün onunla biraz ilgilenmeliydi. Makinenin tuşlarına hafifçe dokundu, soğuklardı ve davetkar görünmüyorlardı... Bir dahaki sefere bakkaldan kağıt almalıydı. Josephine ayağa kalktığında, bileklerini çıtlattı ve omuzlarını esnetti. Odasında yanlış olan bir şeyler vardı. Mobilya düzeni farklıydı. Bununla ilgili düşünmemeyi tercih etti, belki de dün gece haplarından fazla içmişti ve etkileri hala sürüyordu. Bu mantıklı görünüyordu.
Mutfağa doğru kahvenin kokusunu takip etti. Ayakları mutfağın ahşap döşemesine deydiği anda, kaskatı kesildi. Sandalyelerden birinde bir kız oturuyordu. Josephine hiçbir zaman çocuklarla fazla zaman geçirmemişti, ama bu küçük kız yedi yaşında falan görünüyordu.
"Marc mı buraya girmene izin verdi?" Josephine sordu. Kız çok şirin görünüyordu; açık tenliydi, koyu renkli saçları uzundu ve kocaman gözleri vardı. Josephine çocukken ona benzeyen bir kızla tanışmıştı. Kızın adı Alice'ti ve birlikte yolda kara kurbağası yakalamaya gitmişlerdi. Josephine hala kızın düşüşünü ve güzel mavi elbisesini mahvedişini anımsayabiliyordu. Kızın annesi büyük ihtimalle ona akşam spatulayla vurmuştu.
"Kimsin sen?" Josephine tekrar sordu. Cevap yoktu. Ona biraz yaklaştı ve yanında oturmak için bir sandalye çekti. Küçük kız çığlık attı.

Josephine Richardson uyandı. Yazı makinesi için biraz kağıta ihtiyacı vardı. Yazmak için kağıtı bile olmadan orada uyuyakalmış olması garipti. Her taraf zifiri karanlıktı. Ayağa kalktı ve  ışık şalterine doğru yolunu hissederek bulmak için sırtını duvara yasladı. Şalter eski yerinde değildi. Ofladı. Son zamanlarda her şey garip gitmeye başlamıştı, ama asla tam olarak nedenini gözden geçirmemişti.
Yedek odalarını bulmak üzere salondan geçti. Belki de Marc orada uyuyakalmıştı, ona bir bakmalıydı.
Kapının altından mavi bir ışık hafifçe yayıldı, Josephine yolunu misafir odasına yönlendirdi. Köşedeki gece lambası, şimdi yabancı görünen odaya hafif bir ışık yayıyordu. Gözleri etrafında gördüklerine bir anlam vermeye çalışırken, kalp ritminin hızlandığını hissetti.
Burasının çocuk odası olmaması gerekiyordu, ama öyleydi. Bu oda onun çocuk odası yapmalarını istediği yer bile değildi. Marc ona sürpriz yapmaya mı çalışıyordu? Ama oradaki kimin bebeğiydi?
Plastik beşiğe doğru eğildi. Bir bebek vardı orada, onun olmayan bir bebek. Sarı saçlı, yuvarlak yanaklı bu bebeğin bir erkek olduğunu tahmin etti. Bebeğin eline dokunmak için yavaşça aşağı uzandı, onun orada olduğuna dair bir ispata ihtiyacı vardı. Bebek konumunu düzeltti ve küçük burnundan uzun bir nefes verdi.
Josephine kız bebeğinin ismini Eleanor koyacağını hayal etmişti, first lady'den sonra. Kalbi acıdı ve eli karnına gitti. Karnı nemliydi.

Diğer odada, Josephine yine küçük kızı buldu. Odadan içeri doğru yürüdü. Küçük kız gözleriyle pembe bir örtünün üstünden dışarıyı dikizliyordu. "Beni görebiliyor musun?" Josephine fısıldadı. Bunun garip bir soru olduğunu farketti sonra, zaten her şey garipti. Küçük kız kımıldamadı.
"Marc'ın nerede olduğunu biliyor musun? Şimdiye eve gelmiş olması gerekiyordu." Bunu sorduktan sonra Josephine, kız için gece geç bir saatte, odasında tanımadığı bir kadın görmenin garip olduğunu fark etti. Biraz daha uygun davranmaya karar verdi. Şifonyerin üzerinden oyuncak bir kaplan aldı ve yumuşak bir sesle, "Oyuncaklarını sevdim," dedi.
Kızın nefesi kesildi ve Josephine'nin koşarak yanından geçip odadan çıktı.

Josephine Richardson uyandı. Yazı makinesinin tuşları gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Marc evde değildi ve kimse Josephine ile konuşmuyordu.
"Neden beni darmadağınık halde bıraktın?" hiçliğe sordu.

Sonra yolu açmak için duvarlara doğru yaslanmak zorunda kaldı. Küçük kız odada bir arkadaşıyla oynuyordu. Josephine sadece baktı ve onların kendisini fark etmelerini bekledi.
"Benim kaplanım sihirli," dedi küçük kız. "Bazen uçuyor."

Mutfakta kahverengi saçlı kadın, başını ellerinin arasına almış, masada kahvesiyle oturuyordu. Uzun boylu, akşamdan kalma bir adam kadının karşısına oturdu. Josephine'e Marc'ı hatırlattı.
"Delirmiş gibi konuşuyorsun," dedi adam kadına, sakin bir sesle.
"Sana ne demeliyim bilmiyorum, Andy. Bu sorunlar bayağı derin. Her gece sihirli bir kaplanının olduğunu söyleyerek uyanıyor."
"Evet, çocuk işte. Benim anlamadığım senin ona inanıyor olman," adam arkasına yaslandı ve kollarını göğsünde birleştirdi. Josephine mutfak duvara yaslandı, başını duvara yaslarken küt bir ses çıkmasına izin verdi. Kadın direkt ona baktı. Josephine kadının onu nasıl her zaman görebildiğini merak etti.
"Sanırım bir şey duydum," diye mırıldandı kadın, ılık kahvesinden  yudum daha aldı.
"Racheal, çocukları bu şeylerle korkutmanı istemiyorum, hepsi bu."
"Andy, burada bir şeyler yanlış gidiyor. Kızımız her gece kalkıyor, işte fiziksel kanıt. Sen hiç korku filmi izlemedin mi? Biz şu an tam da 'aile oradan uzaklaşırsa' her şeyin iyi olacağı noktadayız."
Josephine tam olarak ne hakkında konuştuklarını bilmiyordu.
Adam ayağa kalktı. "Kanıtla, o zaman taşınırız. Ama o zamana kadar bundan bahsetme."
Josephine, Marc'ı düşündü.
Kızlar anne ve babalarına katılmak için mutfağa girdiler.
Josephine'in bacakları ağrımaya başlamıştı, bu yüzden Andy'nin demin kalktığı sandalyeye oturdu ve bacaklarını çaprazladı. Sandalyeyi çekmesiyle bir ses çıktı ve kaplanlı küçük kız ona baktı, ama tam olarak ona değil. Ona doğru.
Josephine doğruldu. "Beni görebiliyor musun?" sordu.
Kız cevap vermedi.
"Otur, tatlım."dedi Rachael.
"Hayır, dur," Josephine yalvardı. Küçük kız Josephine'nin önünde dizlerinin üstüne çöktü. Ona baktı ve Josephine'in gözleri doldu. "Beni görebiliyor musun?" cevap gelmedi. "Beni görebiliyor musun?" daha yüksek sesle sordu ama yine cevap yoktu.
Josephine kıza dokunmak için uzandı, ama annesi kızı geri çekti. Josephine'in gözleri pörtledi ve daha önce hiç yapmadığı kadar yüksek sesle ağlamaya başladı, ne de olsa kimse duyamıyordu.

Yumruğunu masaya vurdu.
Tüm aile ürktü ve sessizlik oldu.

Josephine kahkaha attı, ama ağlıyordu da. Sandalyeleri tekmelemeye başladı.
"Beni görebiliyor musunuz?" bağırdı ve bir bardağı fırlattı, kırılışını izledi. "Beni görebiliyor musunuz?" tekrar sordu, dolapları açıp tabakları yere fırlatıyordu.
"Beni görebiliyor musunuz?" her şeyi tezgaha süpürdü.

Ve işte, ayakta duruyordu, çıplak ayakla kırık camın üstünde. Mutfakta yalnızdı. Aile bu kaçık kadından kaçmıştı.
Çığlık attı.
Camlar kırıldı.

Josephine Richardson uyandı. Yazı makinesinde, hiç satın almadığı kağıdın üzerinde kırmızı renkli bir cümle yazılıydı: "Eleanor öldü."

Josephine Richardson uyandı. Yazı makinesi yine oradaydı ve varlığıyla, onunla alay ediyordu. Bu, evde aynı kalan tek şeydi. Marc gitmişti. Yatağı gitmişti. Beşik gitmişti.
Ve o gün Josephine, kendini ilk kez aynada gördü. Beyaz elbisesinin içinde, kırmızı rujuyla çok hoştu. O akşam Marc için giyinmişti. Hatta kızıl saçlarını inciler tutturarak topuz bile yapmıştı. Bozulmuş olmalılardı. Şimdi elbisesi kanla lekelenmişti. Parmağını elbisesindeki kanlı deliklerde gezdirdi, sonra da daha derine, tenindeki deliğe. Nasıl oluyordu da hala hissedebiliyordu? Nasıl tüm bunları hissedebiliyordu? Yaralar kanamayı hiç bırakmamış gibiydi. Josephine 'iyi görünen bir ceset' olup olmadığını düşündü.
Göz ucuyla ona bakan küçük kızı fark etti.
"Camlarımızı kırdın," dedi. Josephine ağlamaya başladı. İnsanlarla iletişim neredeyse unuttuğu bir şeydi. "Lütfen yardım et bana," acınacak bir halde fısıldadı.
"Lütfen beni incitmeyi kes," küçük kız tatlı bir sesle cevapladı. Parmak uçlarından taze kan damladı ve bandajlanmamış kollarını sarkıttı.
Josephine çığlık attı.
"Bunu nasıl yapmış olabilirim? Neden  bunlar oluyor?" Ama karşısındaki sadece küçük bir kızdı ve söylenecek bir şey yoktu. Kız solgun ve hareketsizdi.
"Ne istersen yapacağım," diye söz verdi Josephine.
"Sadece ne yapacağımı söyle."
Küçük kız büyük ihtimalle birinin önceden bir duşunda kullandığı kirli bir havluyu aldı ve kollarındaki yaralara sardı.
"Kapılar kilitli. Sadece evden çıkmamıza izin ver."
Josephine çaresizce ağlıyordu.
"Çok soğuksun," dedi küçük kız sonra, düz bir sesle.
Josephine evinde yaşarken, sadece köşede sobanın olduğu odanın deprem oluyormuş gibi sallandığına tanık olmuştu. Josephine önceden, çaresiz hissettiğinde bir çok bulaşık ve diğer aletler kırılmıştı, ama şimdi mutfakta ne var ne yok kırıktı. Yer cam ve seramikle kaplıydı, aletler prize takılı olmadan deli gibi çalışıyorlardı.
Meyveler ve çatal bıçaklar hiçbir durma belirtisi göstermeden uçuyorlardı, ikisinin çıkabileceği her hangi bir çıkışa doğru. Josephine'in kalbi gümbür atıyor ve yaşadığı şok her saniye artıyordu. Dikkatlice adımlarını içeri doğru attı ve bir elmayı, çatalı ya da yanında uçan herhangi bir şeyi yakalamayı denedi.
Bir titremenin omurgasından aşağı süzüldüğünü hissetti, ürperdi.
Bu hırıltıyı tanıyordu.
Bu onu bazı gece geç saatlerde uyutmayan hırıltıydı, aynı zamanda bazen Marc bağırırken onun sesinde duyduğu hırıltı. Bu, buraya 1957'de taşınan ilk aileyi kurtaramadığı zaman duymuş olduğu hırıltıydı.

Josephine'in zamanı 1948 yılıydı, kocası Marc ile küçük beyaz bir evde yaşadığı zaman. Josephine kocasındaki değişiklikleri fark etmeye başladığında henüz yeni evlilerdi. Marc bazen akşam işten sonra eve gelmiyordu, bunun yerine diğer sabah geliyordu. Josephine gizliden gizliye akşam yemeklerinin tadının daha güzel olduğu ve huzur içinde uyuyabildiği bu gecelerden zevk alıyordu.
Bazen bu gecelerde zamanını yeni hikayelerini ve asla yayınlanamayacak fikirlerini yazarak harcardı. Marc onun bunu yapmasını seviyordu. Josephine yazarken bir takma ad kullanmayı düşünmüştü, ama sonra Marc'ın bunu aptalca bulacağını düşünerek vazgeçmişti.

Bir Ocak'ta, Josephine hamile olduğunu fark etti. İlk zamanlarda, Marc da bu habere çok sevinmişti. Bebeğe oğlum diye sesleniyordu, ama Josephine onun bir kız olmasını umut ediyordu. İsimler seçmişlerdi, ama Josephine karnına bakıyor ve aklından Eleanor'dan başka bir ismi geçiremiyordu.

Eleanor 4-5 ay onlarla kaldı, Marc Josephine'e karşı yeniden çok saldırgan olmadan önce. Ve bundan sonra, Josephine hamile değildi. O günden sonra Marc aklını tamamen kaybetmiş ve Josephine'e onu bebeği kaybetmekle suçlayarak her gece zarar vermişti. Josephine'in ağlamak için artık iki nedeni vardı.
Olayların gerisi bulanıktı, Josephine bayağı hatırlamaya çalışmasına rağmen. Bir bıçağı ve beyaz elbisesini ıslatan sıcak kanı anımsayabiliyordu. Acıyı hatırlıyordu, en çok da hissettiği adrenalini.
Tüm bu şeyleri hatırlayabildiğinde bunların hepsinin sona erdiğini düşünmek istedi, çünkü sonunda Marc'tan ayrılmış oluyordu, ama bunun olanaksız olduğunu biliyordu.

Hala peşini bırakmayan şeyin Marc mı olduğunu düşündü, ama öyle olsa bile aradaki farkı anlayamazdı.

Josephine hatırladı. Mutfaktaki fırtınayı yıllar önce öğrendiği irade gücü ile durdurdu. Küçük kızla birlikte koridora doğru koştular. Sonra Josephine, sırtına saplanan üç sivri darbeyi hissetti. Yüksek sesle ağladı, ama artık kırabileceği pencere kalmamıştı.

Josephine uyandı. Yazı makinesinin önünde uyuyakaldığı için kendine güldü. Marc eve gelmemiş olmalıydı. Yine.

Ç/N : heyaa!
biraz karışık bir cp olduğunun farkındayım, yine de açık bir hale getirmeye çalıştım. umarım beğenirsiniz :3

17 Temmuz 2017 Pazartesi

False Awakenings

Bu yazdıklarımı sadece size bir korku hikayesi anlatmış olmak için yazmıyorum. Bu gidişle korkudan gebermek üzereyim ve kaçacak bir yere ihtiyacım var.
  Şu an saat gece 01:07. Bunları elimdeki telefonla yorganımın altından yazıyorum. Burası çok rahatsız ve sıcak ama yorganımın güvenli alanını terk edemem.
  Size biraz başıma gelenlerden bahsedeceğim. Kafamı dağıtabilmeyi umarak...
  Herkes gibi ben de küçüklüğümden beri kabuslar görürüm. Ama bunlar hiçbir zaman önemsenecek kadar ciddi olmadılar. Hani bir korku filmi izlersiniz ya da gece arkadaşlarınızla korkunç şeylerden bahsedersiniz yatınca da bunlar rüyanıza girer ya, benimkiler de böyle sıradan rüyalardı. Bu konularda hep biraz korkak olmuştum. Evet, kabus görünce ağlayarak annesinin yanına koşan çocuk bendim. Bu durum benim için hiçbir zaman zorun olmadı. Gerçi son zamanlarda kabuslarım kötüleşmeye başlamıştı.
  Kötü rüyaların başlamasından yaklaşık bir ay sonraydı. Biliyorum çok klasik gelecek ama ailemle yeni eve taşındıktan sonra başlamıştı bu rüyalar. Ev ilk bakışta gayet normaldi. Gerçi hala gayet normal gözüküyor. Garip olan tek şey benim değişen rüyalarımdı.
  Allahım, neden bunun iyi bir fikir olduğunu düşündüm ki? Yorganın altında tıpkı pislik bir domuz gibi terliyorum ve kabuslarımdan başka bir şey düşünmüyorum.
  Neyse. Dediğim gibi rüyalarım taşındıktan sonra biraz değişmişti. Mesela bir keresinde bir aileyi tek tek öldürdüğümü hatırlıyorum. Her şey sanki bir başkasının gözünden bakar gibiydi. O insanların hiçbirini tanımıyordum. Onlar uyurken evlerinde gezinip sonra da tek tek hepsinin lanet kafalarına sıktım. Bu rüya beni biraz etkilemişti.
  Kabuslarımı hiçbir zaman aileme anlatmadım. Kız kardeşim zor bir dönem geçiriyordu ve annemler kardeşimle uğraşarak zaten yeteri kadar meşgul oluyorlardı. Bu durum zihinsel olarak hepimizi yormuştu. Bu yetmezmiş gibi gidip de garip rüyalarımdan bahsederek insanları biraz daha strese sokmak istemedim.
  Yanlış anlamayın ama birinin strese girip girmemesi şu an zerre kadar umurumda değil.
  Böylece kabuslarımı kendi kendime yaşadım. Gerçi bu geceden sonra muhtemelen başkaları da haberdar olur kabuslarımdan. Sanırım artık etrafımdaki lanet cehennemden bahsetmeliyim.
  Son bir kaç gecedir gece geç saatlere kadar ayaktayım. Uyanıkken rüyalarımı unutuyorum ve zaman daha çabuk geçiyor. Bu gece erken yattım çünkü yarın yeni işimin ilk günü ve ben her gün yorgun argın gezmekten bıktım.
  Yatağa gittiğimde akşam saat 8 civarıydı. Gece yarısı durduk yere uyandım. Yatakta biraz uzanırken odamda bazı gariplikler farkettim. Odam farklı gözüküyordu. Bazı mobilyalar yer değiştirmişti ama burası benim odamdı. Sonra yavaş yavaş rüyada olduğumu fark ettim. Her şey çok gerçek dışıydı.
  Bunları düşünürken dolabımın ışığının açık olduğunu fark ettim.* Aklıma annemin dolabın içindeki lambanın patlak olduğundan bahsettiği geldi. Evet, dolabın içindeki lamba patlamıştı ve değiştirilmesi gerekiyordu. O zaman şimdi nasıl ışık açık olabiliyordu. İçimden bir ses: “Kalk da ışığı kapat” dedi. Öyle de yaptım.
  Eğer kafadan çatlak olduğumu düşünmeye başladıysanız rüyada olduğumu hatırlayın. Hepimiz mantıksız rüyalar görürüz.
  Yataktan kalktım ve dolaba gittim. Işığın düğmesi içerde olduğu için dolabın kapağını açtım. Kapağı açmamla korkudan sıçrayıp arka üstü yere düşmem bir oldu. Dolabımın içinde bir erkek çocuğu vardı. Size çocuğu tarif edemem çünkü çocuğun sırtı dönüktü ve düşerken sadece kafasının arkasını görebildim. Kapıldığım dehşetten dolayı başım zonklamaya başladı.
  Sonra uyandım. Bir kez daha...
  Terliydim ve başım ağrıyordu. Bu garipti. Daha önce hiç rüyamda acı veya ağrı hissetmemiştim. Ama şimdi korkudan tüm bedenimi bir titreme almıştı ve ağrı içindeydim. Paniklemiştim. Her yer çok karanlıktı. Sessizlik dayanılamaz bir hale geldi. Telefonuma uzandım. Ama telefonum yerinde yoktu. Oysa ki her zaman orda olurdu. Daha çok korkmaya başladım. Odayı incelemeye başladım ama her şey yerli yerindeydi. Bir şey hariç: ayak ucumda oturan ve sırtı bana dönük duran bir erkek çocuğu.
  Bir kez daha... Uyandım
  Ve şimdi buradayım. Altıma yapmak üzereyim. Hiçbir kabusum bu kadar korkunç değildi. Buradan gitmek istiyorum. Hayır! Allah'ım kafayı yiyeceğim! Her zaman yaptığım gibi yapıp annemgilin yanına koşacak kadar bile cesaretim kalmadı. Başım hala ağrıyor ve kalbim deli gibi atıyor. Korkularımın sebebi kabuslarım veya sahte uyanışlarım değil.
  Dolabımın ışığı açık.

*Bazı dolaplar ışıklı oluyor veya bazı insanlar dolaplarına ışık yerleştiriyor.
Ç.N.: CP'nin ismi olan sahte uyanışlar(false awakings) rüya içinde rüya görmek olarak da tabir edebileceğim rahatsızlık verici bir zihinsel durumdur.

Not: Yeni CP çevirmeniniz emrinizde. Ben TNNOD ve artık burda sizinle CP çevirilerimi paylaşacağım. Bütün öneri, tavsiye, şikayet ve isteklerinize açığım

11 Temmuz 2017 Salı

Never Again

O geldiğinde 17 yaşımdaydım.
Uzun ve acı dolu 17 yıl boyunca bana kötü davranan annemle yaşamıştım. Gece yarısı sularıydı, annem çoktan uyumuştu, bu yüzden kapıya üç kez yavaşça vurulduğunda cevap veren ben oldum.
Garip, küçük bir kız orada duruyordu. Solgun ve renksiz yanaklıydı, sarı saçları iki örgü yapılmıştı. Pembe elbisesi eteğinin ucundan yırtılmıştı, çıplak ayaklıydı ve soğuktan donuyordu, gözleri siyahtı. Anlaşılmayan, derin siyah gözler...
Onu, korkunç derecede ince giyinmiş olduğunu düşünerek, hızla içeri aldım. Bunlar onun neden titremiyor olduğunu ve ilk olarak neden burada olduğunu merak etmemden önceydi.
Onu annemin ördüğü ince bir hırkaya sararak oturma odasına götürdüm. Hırkaya sarıldı, yeterli gelmemiş gibi görünüyordu. Gülümsedim.
"Adın nedir, tatlım?"
Bana bakıp durduğu uzun bir sessizlik oldu. Siyah bakışlarından rahatsız olmaya başlıyordum ki, dudaklarını araladı ve yumuşak bir sesle konuştu.
"Lacy Morgan."
Başımı salladım, yine gülümsüyordum.
"Bu gece burada kalabilirsin Lacy," dedim kanepeyi işaret ederek. Bir köşeye kıvrıldı, siyah gözleri hala bendeydi. Odadan çıktım.

O gece rahat uyudum, annemin beni dövdüğü ya da garip bir kızın kanepemde olduğu hakkında düşünmeden. Sabah olduğunda ağır adımlarla mutfağa girdim, güzel bir kahve kupasıyla karşılandım.
Annemi gördüğümde zayıfça, acı bir sesle inledim.
"Ne halt ettin sen? Kanepede neden kir var?" bağırdı, beni bayağı şaşırtarak. Üstünde inceleme yaparak buldum ki, Lacy yok olmuştu. Onun orada olduğuna dair tek kanıt elbisesinden ya da ayaklarından düşmüş kirdi.
Mesuliyeti üzerime aldım, yanağıma güçlü bir tokat yedim ve sonra okula gitmek için evden ayrıldım. Ve orada, ödümü kopartacak bir şey duydum.
"Lacy Morgan dün gece ölü bulunmuş."
Günümün geri kalanını konuyla ilgili haberler duymayı bekleyerek geçirdim ama hiçbir şey bulamadım.
Fakat eve vardığımda onun haberleri canlı yayında açıktı.
Aniden, Lacy'nin bir fotoğrafı ekranda belirdi. Görünüşü onunla karşılaştığım zamanla neredeyse aynıydı; örülmüş sarı saçlar, pembe elbise, solgun surat. Sadece, yanakları renkliydi... Ve gözleri bebek mavisiydi.
Çoğunuza bu önemsiz görünebilir, ama benim için önemliydi. O, evime gelmeden önce ölmüştü. Eğer haber spikerinin söyledikleri doğruysa, saatler önce ölmüştü.

Bunu boşvermeye, kendi işlerime yoğunlaşmaya çalıştım. Annemi görmek zorunda kalmamak için yatağa erkenden gittim.
Yanağımdaki yarada soğuk parmakların okşamasını hissettiğimde gece yarısı sularıydı. Küçük ele yönelmeden önce iç geçirdim.
"Bir daha asla," Lacy fısıldadı, eli yok olmadan önce. On dakika geçmeden annemin çığlığını duydum.
Annem yatağında vahşice benzetiliyordu, küçük bir varlık yüzünü onun göğsüne gömmüştü. Etin kopma sesini duydum ve annemin daha yüksek sesle bağırışını. Hiç kalkmamış olmayı diledim. Daha sonra, kendime hiç kalkmadığımı söyledim. Ama kalkmıştım.
Yani; Lacy annemin göğüs boşluğunu delmeyi kesip geri çekildiğinde, jilet gibi keskin dişlerinin ışıktaki parıltısını net bir şekilde gördüm. Annemin kanıyla parıldıyordu.
Bir an için bana masumca gülümsedi, hızla annemin şah damarını koparmadan hemen önce. İşte o zaman bayıldım.
Kendime geldiğimde yatağımdaydım.
Annemin odasına yürüdüm, dehşet verici bir merak her yerimi sarıyordu.
Kapıyı açtığımda oda boştu. Yatak düzgünce yapılmıştı, annemin her zaman erkenden işe gitmeden önce bıraktığı gibi. Tek gariplik bir çocuğun kirli ayak izleriydi, bir de Lacy'nin içeri girdiği açık pencere.

Annemi bir daha hiç görmedim, hiç özlemedim de.

Zamanla evlendim ve bir çocuğumuz oldu. Onun adını Lacy koydum.
Son zamanlarda komşumuzun kızında her türlü sıyırık olduğunu fark ettim, kolunda da çürükler vardı. Onların evini izlemeye başladım. Ve diğer gün garip bir şey gördüm; küçük bir kız, arka bahçeden arka kapıya yalın ayak koşuyordu. Gece yarısı sularıydı, bu yüzden emin olamadım; ama onun siyah gözleriyle gözlerimin buluştuğunu hissettim. Ve yemin edebilirim, ağzından bana doğru üç kelime çıktı.
Bir daha asla.

Ç.N:
Merhaba, ben Fulya. Bu ilk çevirim, zamanla kendimi geliştereceğimi umuyorum.
Umarım pastayı beğenmişsinizdir :3

6 Temmuz 2017 Perşembe

Duyuru

Selamlar~

Evet biliyorum uzun süre herhangi bir CP paylaşılmadı ve bu baya sinir bozucu, çünkü uzun süre beklemenin nasıl olduğunu biliyorum. O yüzden şimdi en azından kendim adına yapmam gereken bir duyuru olacak.

Baştan söylüyorum bunun diğer çevirmenlere ve bloga fazla bir etkisi olmayacak.

Sorun şu ki; ben bu Blog işine başladığımda, yani ilk çevirimi yaptığımda işin bu noktaya gelmesini beklemiyordum. Hatta 2 ve 3. çeviriyi yaparken de ihtimal vermiyordum. Sonra bu noktaya geldi, biraz hazırlıksız yakalandım ama devam ettim. Okuyucularıma kısa aralıklarla bir şey sunmam  gerektiğini bildiğim için istemediğim zamanlarda bile çeviriye devam ettim. Yorgunken, gözlerim acıyorken, işim varken...vesaire. Çevirileri tek oturuşta bitirme takıntım olduğu için biraz zor oluyordu ama o kadar da büyük bir sorun değildi.

Şimdi Blog açılalı 3 yıl falan oldu ve 250'yi geçik CP eklendi. Sayfa büyüdü, sorumluluk arttı. Sorumluluklarım konusunda sorunum yok, ancak sanırım biraz yoruldum. Bir işi yapmak zorunluluk halini alınca insan ondan zevk alamıyor. Benim burayı açmamdaki orijinal amaç kendi eğlencemdi, çünkü blogların popülerite seviyesinin fazla olmadığını biliyordum ve bu noktaya gelmeyeceğini düşünüp durdum. Ama işte geldi.

Bütün bunların özeti olarak söylemem gereken şey; bir süreliğine aranızdan ayrılıyorum.

Ancak hala admin olarak buralarda olacağım, bana yöneltilen yorumlar ve eski çevirilerime yapılan yorumlara cevap veriyor olacağım. Ve bir gün kendimi daha iyi hissettiğimde belki devam edebilirim.

Küçük bir not da; elbette bu işi bırakmanın tek sebebi hissettiğim zorunluluk yüzünden zevk alamıyor olmam değil, özel hayatımla alakalı sebepler de var ama tabi onlar burda tartışılmaz :3

Neyse, ek olarak:
Bloga çevirmen olmak isteyen varsa aranızda bana ulaşsın Gmail adresimden (sorciere.rachel@gmail.com)
Aranan özellikler ne diye soranlara vereceğim tek bir cevap var; çevirdiğiniz metin Google Translate'ten çıkmış gibi görünmesin yeterli ^_^

-REİ SHİZUKA