24 Haziran 2022 Cuma

Me and my brother hunt monsters. Yesterday we found God.

 

Ben ve erkek kardeşim canavar avlıyoruz. Kulağa nasıl geldiğini anlıyorum.

Dünyamızda doğaüstü bir şeyin gerçekten var olmasına imkan yok, değil mi?

Eğer bu senin ilk düşündüğün şeyse pekala yanılıyorsun. Çok yanılıyorsun.

Ben ve erkek kardeşim bunu herkesten daha iyi biliyoruz. Kardeşim ve ben hep çok yakındık.

Doğduğumuz andan itibaren bizi ele geçirmeye çalışan bir dünyada birbirimizin arkasını kollamak zorundaydık. Bununla ne kastetmek istediğimi açıklamama izin verin. Başta da bahsettiğim gibi, dışarıda bir şeyler var. herhangi bir insanın olabileceğinden daha kötü, çok daha güçlü şeyler.

Bir tür olarak kendimizi besin zincirinin tepesinde olarak düşünmeyi severiz. Şimdi bu hayvanlar alemi söz konusu olduğunda doğru olabilir, ama paranormal alem söz konusu olunca kesinlikle değil. İnsanlar gezegene ve içindeki canlılara büyük miktarda zarar verir. Bu şekilde benzersiz bir yaratık türüyüz. Ayıların dünyayı zehirlediğini ve kitle imha silahları yaptığını göremezsiniz. Biz istisnayız. Ancak, biz insanlardan çok daha kötü şeyler var. Çoğumuzun anlamaya bile başlayamadığı şeyler.

  İblisler, hayaletler, melekler... liste böyle uzayıp gidiyor. Bu yaratıklar gerçekten var, inan ya da inanma. Senin ve benim gibi yeryüzünde yürüyorlar. Bazıları diğerlerinden daha tehlikeli ve uğursuz, ve bazıları varlığımız için büyük tehdit oluşturuyor. Ben ve Chris (kardeşim) burada devreye giriyoruz. Çoğu insanın hayatı boyunca göremeyeceğinden daha çok şey gördük.

iblislerin çılgınca gülerken masum çocukların uzuvlarını parçaladıklarını gördük. Hayaletler, iblisler, kurt adamlar, wendigo'larla uğraştık, adını siz koyun. Yani ‘biraz’ tecrübemiz olduğunu söylemek cidden yetersiz olur. Ama hiçbiri bizi dün karşılaştığımız şeye hazırlamaya yetmedi

o gün de diğer günler gibi başladı. Ben ve chris yeni uyanmıştık. Saat sabah 06.34 dü. Daha fazla iş yapabilmek için güne erken başlamaya karar vermiştik. Sıkışık mutfağımıza yürüdüm ve kendime bir fincan kahve koydum. Chris bilgisayarına baktı ve ‘’ günaydın, gel de şunu bi kontrol et.’’ dedi. Yemek masasına doğru ilerledim ve oturdum. Chris, bir çiftçinin tüm hayvanlarının kaybolduğunu bildirdiğini açıkladı. ‘’ tuhaf, değil mi?’’ dedi Chris kupasından bir yudum alırken. İtiraf etmeliyim ki en hafif tabirle garipti. Yüzlerce hayvanın hiçbir iz bırakmadan aniden ortadan kaybolması oldukça sıra dışı bir durum. "Eh, kesinlikle bizim tarzımıza benziyor." Dedim. Chris dizüstü bilgisayarı kapattı ve heyecanla sandalyesinden atladı. "Görünüşe göre Idaho'ya gidiyoruz!" dedi, sesinde heyecan vardı. Tüm eşyalarımızı topladık ve yola çıktık.


Hızlı geçen birkaç saatin ardından nihayet hedefimiz olan yere ulaşmıştık. En yakın otele gidip yerleştik. ‘’ burası bok gibi pis’’ diye bağırdı Chris. Odaya baktığımda halıda, plastik ambalajlarda ve diğer pisliklerde birden fazla leke olduğunu fark ettim. "Evet, 5 yıldızlı bir otel değil ama idare eder." Chris eski televizyonu açtı ve yatağına uzandı. Dişlerimi fırçaladım ve ben de uzandım, neredeyse anında uykuya daldım.

ertesi sabah erkenden kalktık ve hemen işe koyulduk. Bu tarz olayların gerçekleştiği yerlere gitmeden önce, neyle karşılaşacağımıza dair birkaç fikir sahibi olmak için daha fazla araştırmamız gerekiyordu. Gerçekten neyle uğraştığımız hakkında çok az fikrimiz vardı. “Belki de bir deri yürüyüşçüydü. Kurbanlarına dair çok az kanıt bıraktıkları biliniyor.” dedim. "Bir deri yürüyüşçü tüm bu hayvanları kendi başına nasıl öldürür?" diye sordu. Haklıydı. Tek bir deri yürüyüşçünün tüm bunları yapmasına imkan yoktu ve onlardan büyük bir grubun olması da pek olası değil. Ayrıca, ‘deri yürüyüşçüler’ insan etini tercih ediyor ve çiftlik sahipleri de zarar görmedi.

  chris ve ben araştırmaya devam ettik ama bütün bunlara gerçek bir cevap bulamadık. Demek istediğim, bunun paranormal olmaması mümkün mü? Evet. Bu mümkün ama neden biri böyle bir şey uydursun ki? Devam etmeye ve çiftçilerle görüşmeye karar vermeden önce yaklaşık 3 saat boyunca birlikte üzerine düşündük ve fikirlerimizi tartıştık. İlk gittiğimiz çiftlik arabayla gidildiğinde otelden sadece 30 dakika uzaklıktaydı. Vardığımızda, çiftlik sahibi olduğunu tahmin ettiğimiz birinin tarlanın ortasında diz çökmüş olduğunu fark ettik.Hem ben hem de Chris onu telaşlandırmamaya dikkat ederek temkinli bir şekilde ona yaklaştık. "Merhaba efendim, benim adım Zack, bu da kardeşim Chris. Tüm hayvanlarınızın ortadan kaybolması durumu için buradayız.” yaşlı adam bize baktı. Altmışlarının ortasında olmalıydı. Yüzü kırışıklıklarla kaplanmıştı. "Araştırılacak ne var? Ben zaten polise ifade verdim. Bir çeşit dedektif falan mısınız?” Orada olduğumuz için pek heyecanlı görünmüyordu, ama yine de bu şeyler hakkında konuştuğumuz insanların hiçbiri öyle görünmüyordu.

 ‘’ öyle de diyebilirsiniz’’ dedi chris, devam etmeden önce bana bir bakış attı. ‘’ biz sadece bunu yapan kişi ya da şeyle baş etmenize yardım etmek istiyoruz.’’ Adam dizlerinin üstünden kalktı ve tulumundaki tozları sildi, tavrı belirgin şekilde daha az tartışmacı hale gelmişti. "Bana inanmayacaksın. Polisler de inanmadı." diye açıkladı. "Pekala biz polis değiliz. Bu olayın gerçekleştiği gece görmüş veya duymuş olabileceğiniz her şeyi bize anlatın.” dedim gülümseyerek ve gözlerine bakarak. ‘’uzun hikaye. Yaklaşık iki hafta önceydi. Yatağa gitmek için hazırlanıyordum ve gecelik çiftlik konrtolümü henüz bitirmiştim. Sorunsuz şekilde uykuya daldım. Normalde bir saatten önce uykuya dalamazdım...’’ fark edilebilir bir rahatsızlıkla durakladı. "Perdelerimden sızan parlak bir ışıkla uyandım. Yavaşça oturdum sonra ön kapıya doğru ilerledim. Kapının arkasından bakınca devasa, parlayan beyaz bir ışık topu gördüm.” sesi şimdi titriyordu, sanki bir şeylerin ortaya çıkmasını bekliyormuş gibi etrafa bakınıyordu. Chris yaşlı adamı sakinleştirmek için ellerini adamın omzuna koydu. ‘’ peki sonra ne oldu? Parlayan beyaz ışık topunu gördükten sonra?’’ dedim son derece meraklı şekilde.

 Bizi bu olayı yaşadığı yere götürüp anlatmaya devam etti."İlk başta ışık topu havada yükseldi, belki yerden 10 fit yükseğe. Onu ilk gördüğümde, bir dinginlik duygusu hissettim ve içimi ezici bir sevinç kapladı. ışığın büyüsüne kapıldım. Gözlerimi ondan alamadım. bu şey başka dünyeviydi. Ama sonra, birdenbire, bu neşe ve merak hızla mutlak bir dehşete dönüştü.” etrafa bakınırken gözleri gözyaşlarıyla dolmaya başlamıştı. "Birdenbire neden dehşete düştüğümü tam olarak açıklayamam. Ama sana şunu söyleyeceğim, hayatımda en çok korktuğum şey buydu. Korkum zirveye ulaşır ulaşmaz ışık topu o kadar parlak parladı ki hiçbir şey göremedim. tiz bir çınlama her yönden gelmeye başladı ve acı içinde yere düşmeme neden oldu.” Chris yüzünde endişeli bir ifadeyle bana baktı. Şahsen ben hayrete düşmüştüm. Bunca yıldır hiç böyle bir şey duymamıştım. "Sabah çiftlik yolunun ortasında uyandım. Hayvanlara bakmaya gittiğimde, hepsi gitmişti. Sanki bir anda gözden kaybolmuşlar gibi." dedi.

 Chris ve ben bize zaman ayırdığı için yaşlı adama teşekkür ettik, ve ayrıldık. Bunlardan ne çıkaracağımızdan emin değildik, zihinlerimiz tüm bunlara bir cevap bulmak için çabalıyordu. Otele döner dönmez hemen araştırmaya başladık. Hiçbir şey bulamadan saatlerimizi araştırmaya harcamış olmalıydık. ‘’ bu hiçbir şey ifade etmiyor. ‘’ dedi Chris şaşkınlık dolu sesiyle. "Yani, kelimenin tam anlamıyla hiç böyle bir şey görmedik. Kahretsin, hiç böyle bir şey duymadık. Bundan ne çıkarmamız gerekiyor?" Biraz daha düşündüm, en iyi hamlenin bölgede bir gözetleme yapmak olacağına karar verdim. O gecenin ilerleyen saatlerinde çiftliğe gittik ve karşıdaki bir hendeğe park ettik. Bize yardımcı olması için çeşitli eşyalar/araçlar getirmiştik. Bütün gece olaysız geçti. En kötü, tarlalarda dolaşan bazı çakallar oluyordu. Ancak bu bizi yıldırmadı. Yüzlerce riske girdik ve genellikle böyle oluyordu. Kahretsin, iki hayaletin musallat olduğu bir evi hiçbir şey görmeden gözetlemek için bir hafta harcamıştık. Bu iş bazen aşırı sabır gerektirirdi. Neyse ki hem ben hem de Chris çok sabırlı insanlarız. Eh.. çoğu zaman.

 Ertesi gün farklı bir yaklaşımla gitmeye karar verdik. Çiftçiye haber vermeden mülkün çevresine gece görüşlü kameralar kurduk. Bu, birden çok açıdan daha iyi bir görünüm elde etmemizi sağlardı. Kameralarda bir şeyler yakalayabileceğimizi umuyorduk. Geriye dönüp baktığımda tüm bunların bir aldatmaca olmasını dilerdim. İkinci gecemize yaklaşık 3 saat kala bir şey fark ettik. "Chris şu boku görüyor musun?" dedim sesimdeki endişeyi gizlemeye çalışarak. "Oh evet. Bu ne lan?." İkimiz de şaşkınlık ve korku içinde önümüzde olan şeye baktık. Havada rahat bir otuz fit olmalıydı. Parlayan beyaz küre, biz inanamayarak izlerken yavaşça yere doğru yol aldı. Çiftçi daha önce bir sakinlik ve sevinç hissettiğini söylemişti. Ama hissettiğim şey bu değildi. Terör hissettim. Chris'e baktığımda, onun da aynı şeyi hissettiğini görebiliyordum. Yüzünün her yerinde korku vardı. Onu suçlayamam, muhtemelen ben de aynı görünüyordum.

 Gözümüzün önünde gerçekleşen bu dünya dışı olayı izlemeye devam ettik. Yere ulaşması yaklaşık bir dakika sürdü. Bu şey orada kaldı. Bir dakikadan fazla hareket etmedi. Yaşadığım şoktan kurtulup Chris'i salladım. Başını bana doğru eğdi ve bana bir selam verdi. İkimiz de arabadan indik ve dikkatli bir şekilde küreye doğru yol aldık. Ölüm meleğim ne olur ne olmaz diye sağ elimdeydi. Yaklaşık 4 metre ötede durduk. Işık dayanılmaz derecede parlaktı. Orada öylece durup onu izliyorduk, ne yapacağımızdan veya ne söyleyeceğimizden emin değildik. Bir iki dakikalık sessizlikten sonra bir şey söylemeye karar verdim. "m-merhaba..?" Başka ne diyeceğimi bilemeden mırıldandım. Işık birdenbire insan şekline dönüştü. Işık yavaş yavaş azalmaya başladı. Biz farkına varmadan, normal görünümlü bir adamla karşı karşıya kaldık. Yirmili yaşlarının başında görünüyordu. Kısa kahverengi saçlı, kahverengi gözlü ve tamamen beyaz bir takım elbise giyiyordu.

Yüzünde bir sırıtışla bize baktı, gözleri beyaz beyaz parlıyordu. "Pekala, ikiniz sadece bakacak mısınız?" Dedi alaycı bir ses tonuyla. Ben ve Chris birbirimize baktık. Melek bıçağımı daha sıkı kavradım, gerekirse bu şeyle savaşmaya hazırlandım. "Sen tam olarak nesin? Bu çiftçiden ne istiyorsun?” diye bağırdım, mimiksiz suratımı korumaya çalıştım ama başaramadım. Chris sorularımı destekleyerek başını salladı. Sözünü kesmeden önce "Dinle Zack" diye başladı. "Adımı nereden biliyorsun?" Hiç bahsetmediğim düşünülürse bu adil bir soruydu. "Herkesin adını biliyorum. Kahretsin, dünyadaki herkes hakkında her şeyi biliyorum. Seni ben yarattım, sadece seni değil. Herkesi ve her şeyi ben yarattım.” Kendini beğenmiş bir sesle açıkladı. Söylediği şey önce beynime oturmadı. Demek istediğim, kesinlikle ciddi olamazdı. Bu şey her ne ise, hayal ürünü olmalıydı. Chris konuştu, "Bu saçmalığa gerçekten inanmamızı mı bekliyorsun?" "Şey" ifadesinden rahatsız görünüyordu. "Sizin insanların aptal olduğunu biliyordum ama bu yeni bir seviye. Söyle bana, hiç benim gibi bir şey gördün mü?” Kabul ediyorum, haklı olduğu bir nokta vardı. Ama bu beni tam olarak ikna etmedi.

  Bu noktada sabrımız tükeniyordu. "Tamam, sadece Tanrı'nın yapabileceği bir şey yap." Chris yarı düşünceli bir şekilde söyledi. Takım elbiseli şey ona uğursuz bir sırıtışla baktı."Tamam, tabi. Bu konuşmayı hızlandıracaksa neden olmasın.” Parmaklarını şıklattı ve sonra hepimizin beyaz bir odada olduğumuzu anladık. Hem ben hem de Chris şaşırmıştık. tamamen şoktaydım. Uzun zamandır canavarları avlıyorduk ve bu, şey, daha önce hiç böyle bir şey görmemiştik. "siktir." dedi Chris hevesli bir sesle. “O adam olmaktan nefret ediyorum ama hadi diline dikkat et” dedi Tanrı ona bir bakış atarak. "Ah kahretsin özür dilerim öyle demek istemedim." dedi chris. Chris'in davranış şekli bana tuhaf gelmişti. Daha önce birine karşı bu kadar uysal davrandığını görmemiştim. "Tamam.. şimdi bunu aradan çıkardığımıza göre. Çiftçiden ne istiyorsun? Sen tanrısın, Tanrı neden tek bir çiftçiyi umursar ki?” dedim gerçekten merak ederek. "Karmaşık. Ama bunu insan beyinlerinizin anlayabileceği şekilde açıklamaya çalışacağım. Onunla uğraşmak için hayvanlarını elinden aldım. Ona bilerek gerçek halimi gösterdim. Bakın, geçenlerde siz insanların açgözlü olduğunuz sonucuna vardım. Şimdi bunu uzun zamandır biliyorum. Ama son yüz yılda hepiniz daha kötü oldunuz." Tanrı açıkladı, bunu yaparken ileri geri yürüyordu. "Görülmeden ne kadar yaşadım biliyor musun? Elbette insanlar beni tanıdıklarını sanıyorlar ama tanımıyorlar. Tam olarak değil. Bu hayal kırıklığı yaratan bir gerçek."

  ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Tanrı'nın bu şekilde konuştuğunu duymak en hafif tabirle hastalıklı bir şeydi. Sadece gerçekmiş gibi hissetmiyordu. "Bununla neyi amaçladığımı anlıyor musun? Bu çiftçi, uğraştığım tek insan değil. İnsanların sorunlarını bana yüklemelerinden bıktım. Yardım için bana bakıyor. Sanki onlara borçluymuşum gibi. Hiçbirinize bir şey borçlu değilim. Bu evreni ben yarattım, hayatınıza bir amaç verdim ama yine de bu yeterli değildi. Bir gün bir şeyler yapmam gerektiğine karar verdim. Sadece hayatlarında benden yardım isteyenlere. Her birinden nefret etmeye başladım. Bu yüzden onlarla dalga geçtim. Ne isterlerse, tam tersini alacaklardı. Hayatlarını olduğundan 10 kat daha kötü hale getirdim.” Bu noktada Chris'in ağzı inanamayarak açıldı. Beynim olan biten hiçbir şeyi algılayamıyordu. Bu yüzden devam etmesine izin verdim. "Sorunuza cevap vermek gerekirse, bunu yapıyorum çünkü insanlığın bencilliğinden bıktım. Başka bir şey yok."

  Tanrı bir cevap beklercesine gözlerimin içine baktı. Açıkçası ne diyeceğimi bilemedim. Chris'e baktığımda, onun da aynı durumda olduğunu söyleyebilirim. Bunların hepsi kabul edilecek çok şey demekti. Çoğunlukla aslında Tanrı ile konuşuyor olmamızdan dolayıydı. Beni yanlış anlama, bu karşılaşmadan önce tanrının var olduğunu biliyorduk. Ama bu kuşkusuz kanıttı. "Yani burada işimiz bitti mi?" Tanrı, sanki bu onu sıkıyormuş gibi dedi. "Ben çok meşgul bir adamım ve ikinizle bütün gece konuşacak vaktim yok." Ben ve Chris birbirimize baktık. "Şuan ciddi misin? Tüm bunları kendi yaratılışın hakkında nasıl söylersin?” Dedim, öfkem hızla artıyordu. Chris bana "yapma" der gibi baktı. Ama kendime yardım edemedim. Nasıl bir Tanrı bunu insanlara yapar? Ona inanan ve ona tapan insanlara. Bu sadece yanlış.

  Tanrı bana baktı. Tüm bu süre boyunca yüzünde duran gülümsemesi şimdi soluyordu. "Zack dinle. anlamanı beklemiyorum. Sen insansın, duygularının yaptığın ve söylediğin her şeyin önüne geçmesine izin veriyorsun. Ama bu sana kendi yaratıcını sorgulama hakkını vermez. Beni sınama." dedi. “Sana yarattıklarını karıştırma hakkını ne veriyor? Sırf senden yardım istedikleri için mi? Bunun seni ne yaptığını biliyorsun değil mi? Bir pislik. Sen kinci, bencil bir hıyardan başka bir şey değilsin." Açıkça söyledim, yüzüm öfkeden yanmaya başlamıştı. Chris az önce söylediğim şeyle dehşete düşmüş bir şekilde bana baktı. Çok geç olana kadar ne olduğunu algılayamadım. Bundan sonra olanlar hakkında bir şey yapabileceğimden değil. Tanrı kaşlarını çattı, damarları beyazlaşmaya başladı. O noktada tüm zamanların en büyük batırışını yaptığımı biliyordum. "Benimle bu şekilde konuşamazsın!" Duyduğum en yüksek, en derin sesle bağırdı. Bulunduğumuz oda sallanmaya ve yavaş yavaş bir zil sesi gelmeye başladı. "Sizin sorununuz bu millet! Ne zaman duracağını bilmiyorsunuz. Anlamadığınız hiçbir şeye saygı duymazsınız! Pekala, şunu anlayın.’’ Kolunu Chris'e doğru kaldırdı ve dokunmadan onu havaya kaldırdı. Tanrı kardeşimin kemiklerini yavaş ve dayanılmaz şekilde kırarken dehşet içinde donup kaldım. Chris, kaburgaları kırılana ve ciğerlerini patlatana kadar acı içinde çığlık attı. Bu noktada bayılmak üzereymiş gibi görünüyordu. "Yerini bilmediğin zaman böyle oluyor Zack. Sevdiğin insanları kaybedersin." Tanrı Chris'in boynunu kırdı ve yere düştü. Her şey çok hızlı oldu. Tepki verecek zamanım yoktu. şoktaydım. Benim hatamdı. "Merak etme Zack, zamanın geldiğinde onu cehennemde göreceksin. Ama şimdilik, kardeşinin ölümüyle yaşamak zorundasın." Tanrı parmağını şıklatarak beni çiftçinin yoluna geri gönderdi.

Sonunda güneş doğmaya başladı. Işık hüzmeleri tarlaların üzerinde yavaşça ilerliyordu. Az önce olan her şeyi anlamaya çalışarak saatlerce orada oturmuş olmalıym. Ne düşüneceğimi bilmiyordum. Az önce öz kardeşimin önümde ölmesini izlemiştim. Hızlı bir şekilde de değil. Acı çekti. Tanrı, Chris'in acı çekmesini, karşılığında benim de acı çekmemi istedi. Kardeşimi öldürttüğümü bilerek hayatımı yaşamamı istiyor. Veda etme fırsatım bile olmadı. Aklımdaki tek şey kardeşimin yüzündeki ifadeydi. Ne kadar uğraşsam da hafızamı silemiyorum. Sonunda arabaya bindim ve otele sürdüm. Şu an neredeyim. Görüyorsunuz, bu sadece olan her şeyin bir tekrarı değil. Bu benim intihar notum. Bu suçluluk duygusuyla yaşayamam. Sadece bu da değil, Tanrı'nın istediğini elde etmesini istemiyorum. Belki de kendimden geçmemi istiyordu. Ama gerçekten o kadar da umurumda değil. Tek umursadığım şey kardeşimle birlikte olmak. İşte bu kadar. Tanrı'ya ne için dua ettiğinize dikkat edin, yoksa sıradaki siz olabilirsiniz.

15 Haziran 2022 Çarşamba

"Evrenin Unuttuğu Kız"

Mandela Etkisi. Bu cümle benim için hiçbir zaman bir anlam ifade etmedi. Ürkütücü, sanırım, ama beş dakikadan fazla düşündüğüm bir şey değildi. Dürüst olmak gerekirse, üniversiteye kadar ne olduğunu bile bilmiyordum. Ben komplo teorileri, hayalet hikayeleri ya da bunun gibi şeylerle ilgilenen biri değilim, o hâlde ne bekleyebilirsiniz ki? Keşke hâlâ bu kadar cahil olsaydım.

Her şey sosyoloji dersimde başladı. O zamanlar yirmi yaşındaydım ve üniversitem ara tatile girmek üzereydi. Profesörüm Doktor Arnault, finallerimizi erken vermişti çünkü mükemmel bir kalbi vardı ve her şeye aynı anda çalışmamızı istemiyordu. Finallerimizi erkenden yapmanın, diğer dersler için vakit ayırmamıza yardımcı olacağını düşünmüştü. Onu bu yüzden çok seviyorduk, gerçek bir öğretmendi.



Ama bir yanım, keşke hiç böyle bir şeye kalkışmasaydı diye düşünmeden edemiyor.



Son dersleri pek çok kişi ekti. Herkes, gerçekten pek de bir şey yapmadığımızı biliyordu ve tatilden önce diğer dersleri hâlletmek istiyordu. Bazıları burslarının kesilmemesi için geldi, diğerleri ise Dr. Arnault’a ayıp olmasın diye. Bense sadece onu sevdiğim için oradaydım. Ders 75 dakika sürecekti ve eh, yapacak daha iyi bir işim yoktu.

Derse normalden biraz farklı başladı. Genellikle haftanın başlarındaki güncel bir olayla başlardık - GDO'lar, önemli ölçüde azalan zürafa nüfusu veya yaşam bilimleriyle ilgili başka bir şey. Ancak bugün, daha eski bir makaleye baktık ve derslerimizle doğrudan ilgisi olan bir şey değildi. Mandela Etkisi ile ilgiliydi. Daha önce hiç duymamıştım, çoğumuz bilmiyorduk. Ama bu konuda tutkuluydu. Yaşlı kadın genellikle ders verirken oldukça neşeliydi, biri onunla aynı fikirde olmadığında sinirliydi- ama dostum, bugün tam anlamıyla kendinden geçmişti.

"Pekâlâ... Bugün sınıfıma gelecek kadar düşünceli olanlarınız için size bir ziyafetim var. Size muhtemelen asla unutamayacağınız bir şey öğreteceğim. Ama bu benim gibi ilgini çekiyorsa, geldiğin için mutlu olacağına eminim. Biri bana Nelson Mandela'nın ne zaman öldüğünü söyleyebilir mi?"



Herkes şaşkın şaşkın etrafına baktı. Sonra bir kız elini kaldırdı.

"Birkaç yıl önce öldü. 2012 sanırım.”



Yavaşça başını salladı, bir şey bekliyormuş gibi sınıfı inceliyordu. Ve aradığı şeyi buldu.



"Seagrave," sınıftaki bir çocuğu işaret etti, "Neden kafan karışmış gibi bakıyorsun?"

"Şey, uh, daha eski bir vakitte öldüğünü sanıyordum. Doksanlarda falan. Hapiste."



Gözleri zevkle parladı.

"Peki, sınıf? Amanda mı haklı yoksa Cole mu?"



Herkes kafası karışmış görünüyordu. Çoğu benim gibiydi ve dürüst olmak gerekirse hiçbir fikrimiz yoktu. Ancak birkaç kişi Cole ile hemfikirdi ve bir kişi de Amanda ile aynı fikirdeydi.



"Amanda," diye devam etti Dr. Arnault, "doğru cevaba daha yakınsın. 5 Aralık 2013'te solunum yolu enfeksiyonundan öldü. Peki neden bazılarınız onun doksanların başında hapishanede öldüğünü düşündü? Birçoğunuz bunu düşündünüz. Tom," öğrencilerden birine açıklaması için işaret etti, "bu sonuca nereden vardın?"



"Bunu yedinci sınıfta öğrendiğimize yemin edebilirim. Dünya tarihi dersimde. Kara tarih ayının bir parçasıydı.”



"Evet, bizim de aynı," kızlardan biri başını salladı. “Çocukken kara tarih ayı dersindeydi. O öldükten sonra karısının bir şirketi dava etmeye çalışmasıyla ilgili bir şeyler anlatılmıştı..?”

“Örnek,” Dr. Arnault, onu hiç görmediğim kadar kayıtsızdı. "Bütün bunların söylendiğini hatırlıyorsun. Bunun dışında, garip bir şekilde, bunlar hiç gerçekleşmedi. Bunların hiçbiri söylenmedi. Bak. Google'a gidin ve 'Nelson Mandela'nın ölümünü arayın. Doksanlar ya da bir hapishane hakkında hiçbir şey bulamayacaksınız. Bunun için 'Nelson Mandela Hapishane Ölümü' yazın. Cenazesiyle ilgili tüm dünyada televizyonda yayınlanan bir CNN makalesi veya belgeseli bulamazsınız. Sözde ölüm nedenini bulamayacaksınız ve daha sonra Güney Afrika şehirlerindeki ayaklanmalar hakkında hiçbir şey bulamayacaksınız. Çünkü hiçbiri olmadı.”



Bu bana kendimi biraz aptalmış gibi hissettirdi. Şimdi sınıfın çoğu susmuş ve onun bir açıklama yapmasını bekliyordu.

"Mandela Etkisi olarak bilinen bir fenomen," diye sırıttı. "Tam bir gizem. Bilimsel bir açıklaması olmayan, dünyadaki esrarengiz bir anomali."



Ve o andan itibaren saatler uçup gitti.



''Temel olarak, Nelson Mandela'nın doksanlarda hapishanede öldüğü bir teoridir. Ama sonra, bir şekilde bu olayı tersine çeviren bir şey oldu ve o, 2013'te tekrar ölmeden önce onlarca yıl daha yaşadı. Bazılarımız Mandela'nın yirminci yüzyılda öldüğünü hatırlamasa da, diğerleri hatırlıyor. Haberleri, gazeteleri, dul eşinin içten konuşmasını hatırlıyorlar - ama bu “olay” gerçekleştikten sonra hepsi evrenden kayboldu ve tarihi yeniden yazdı. Ve geriye kalan tek şey bu devasa kolektif hafıza. Onun bu şekilde öldüğünü "bilen" bu insanlar ve hepsi bir şekilde aynı şeyi hatırlıyor ama bu "yanlış". Şahsen, Mandela'nın doksanlarda öldüğü söylendiğini hatırlamıyorum. Ama birçok insan yaptı ve yapıyor.’’



‘’ Arkasında iki teori var. İlk ve daha az yaygın olanı zaman yolculuğudur. Birinin zamanda geriye gittiğini ve bir olayı biraz değiştirdiğini söylüyorlar, ancak bu, bir şeylerin çarpıcı biçimde değişmesiyle sonuçlanan bir dalgalanma etkisi yarattı. İşte anlamanızı kolaylaştırmak için bir örnek.



Bob, Sally ile evlendi. Bob ve Sally, 2005 yılının Ağustos ayında şehir merkezinde bir araya geldiler; Bob'un köpeği az önce ezildi ve Bob, ağladı. Sally'nin köpeğini gezdirdiğini görünce, yanına gidip onunla konuşmaktan kendini alamadı. Çok geçmeden aşık oldular ve evlendiler. Sonra Jake isimli bir üçüncü kişi zamanda geriye gider. Aynı kasabaya, aynı saatte. Jake yolda Bob'un köpeğinin ezildiği dakikalarda gidiyor ama Jake Bob'un köpeğine çarpan arabanın önünde ve daha iyi bir sürücü olduğu için duruyor ve asla ona çarpmıyor. Köpek tamamen iyi bir şekilde Bob'a geri dönüyor. Yani şimdi, Bob şehir merkezine gittiğinde, Sally'nin köpeğini gezdirdiğini gördüğünde onunla konuşmayı düşünmez ve birbirlerine asla tek kelime etmezler. Her biri başka biriyle evlenir ve şimdi misal kanseri falan tedavi edebilecek oğulları asla var olmaz.’’

''Ancak zaman yolculuğunun tamamen kurgusal ve ihtimal dışı olduğuna inanılıyor. Daha yaygın olan teori, hepsi birbirini izleyen birkaç evren olduğu ve bazen "birbirlerine sürtündükleri" ya da esasen yolların kesiştiğidir. Mesela, gerçekten küçük bir kaza yapan iki arabayı ele alalım. Çamurluk büken türden. A Evreni, B Evreni'ni sona erdirir ve Evren A'nın yeni bir tampona ihtiyacı olması dışında neredeyse her şey aynıdır. Eh, kelimenin tam anlamıyla, şimdi Evren A ve Evren B arasında bir şey değiştirildi. Nelson Mandela 2013'e kadar yaşadı ve doksanlarda hapishanede değil de solunum yolu enfeksiyonundan öldü ve şimdi, B Evrenindeki herkes onun bir Afrika hapishanesinde değil akciğer enfeksiyonundan öldüğünü düşünüyor. Genelde inanılan bu.''



Dr. Arnault'nun dersinden sonra daha çok araştırdım ve başka örnekler de var. Örneğin “Berenstain Ayıları”nı ele alalım. Hepimiz o kitapları çocukken okuruz, ya da en azından ebeveynlerimiz onları bize okur. Peki bakmadan isimlerin nasıl yazılıdğını söyleyebilir misin?

Berenstein?



Berenstain?



Hangisi?



“Berenstein” dediyseniz, haklı olduğunuza bahse girecek binlerce kişiden birisiniz. Ama yanılıyorsun. Hiç böyle yazılmadı. Peki ya Meraklı George? Kuyruğu var mıydı? 'Düşünen Adam' hangi pozisyonu yapıyor? Yumruğunu kafasına mı bastıryor, yoksa eli havada bile değil, yanağına çökmüş, parmakları göğsüne kadar uzanmış mı?



Meraklı George'un kuyruğu yok ve Düşünen Adam ikinci pozisyonu yapıyor.



Bu tür şeyler aptalca görünebilir, ama eğer yanlışlarsa, neden bu kadar çok insan onların doğru olduğuna inanıyor? Şahsen benim Berenstain Bears ve Meraklı George hakkında kendi teorim var. “Berenstain” adını okuduğunuzda, Yahudi veya Alman kökenli görünüyor. Ve birçok Yahudi veya Alman soyadı gibi, bunun da “leke” yerine “stein” ile bittiğini düşünüyorsunuz. Örneğin “Goldstein”, “Perlstein”, “Einstein!” Bu ismi hepimiz biliyoruz. “Berenstain” doğru görünmüyor ve zamanla zihinlerimiz “a”yı “e” ile değiştirdi. Meraklı George'da da öyle. Tanrı aşkına, o bir maymun. Tabii ki kuyruğu olduğunu düşünüyoruz. Hatta sık sık, sanki kuyruğundan sarkıyormuş gibi, başı aşağıda ve kıçı havada, bir asmada asılı olarak tasvir ediliyor. Bunların az çok mantıklı bir açıklaması var.



Ama sonra Düşünen Adam, Kral Tuthankamun'un mumya maskesi ve elbette Nelson Mandela var. Eğer Düşünen Adam, eli gevşemiş, kıvrılmamış, düz bir hareketle, boğumlarının üzerine katlanan yanağına bastırılmış halde gerçekten poz veriyorsa, elini neden tamamen havaya kaldırdığını ve kafasına yaslandığını hatırlıyoruz? Ve sadece biz değil, popüler çizgi filmler de bu şekilde tasvir ediyor! Neden bu kadar çok insan bu hatayı yapıyor?



Ve Tuthankamun'un mumya maskesi. Maskenin tepesinde, gözlerinin tam ortasında ne var? Orada tasvir edilen bir figür var, bir hayvan, daha spesifik olmak gerekirse. “Yılan, ah” diyenleriniz, benim gibisiniz. Ama yanılıyorsun. En azından kısmen. Yılan var. Ve bir kuş. O maskenin üzerinde o kadar tuhaf ve doğal olmayan bir kuş ki başımı sallamadan bakamıyorum bile. İki hayvan olması imkânsız! Bu çok saçma! Google'da arayın ve kendiniz görün. Altıncı sınıfta çok iyi hatırlıyorum, kapağında gömme maskesi olan bir dünya tarihi ders kitabım vardı. O lanet şeye her gün baktım. Lanet olsun, sınıfta başımı sallarken gözlerim oraya kaydı, masamda duran kitabın kapağına. O kuşu hiç görmedim. Belki sadece açı olabilir diye düşündüm, ama kuş o kadar uzağa yapışıyor ki, maske sizden tamamen uzaklaşmadıkça görmemenizin hiçbir yolu yok. Böyle göründüğünü hatırlayan bir tek ben değilim. Popüler çizgi filmler de her zaman yanlış çizer.

Ama MÖ 1323'ten beri o şeyin üzerinde her zaman bir kuş vardı.



Neyse, bu kadar laf yeter. Bütün bunların benimle ne ilgisi olduğunu merak ediyor olabilirsiniz.

O gün Dr. Arnault'nun dersinden sonra bunu aklımdan çıkaramadım. O kadar korkmuştum ki, o kadar hastalıklı bir şekilde ilgimi çekmişti ki, düşüncelerimi sadece o meşgul ediyordu. Kendimi onun kurbanı gibi hissettim. Ama yine de, benim için büyük bir aydınlanma, hayat değiştiren bir felsefe değildi. Ne de olsa, bu kadar sık ​​düşünemeyecek kadar sınavlara çalışmakla meşguldüm. Ama bir hafta sonra arkadaşım Asher ile kahvaltıya oturduğumda her şey değişti.

Asher ve ben birinci sınıftan beri arkadaştık. Michigan'daki Tawas City Hıristiyan Akademisi'nde, nüfusu on binden az olan bir kasabada tanıştık. Orası her zaman dondurucuydu, kasvetli, gri ve sessizdi. Beş katlı bir binadan tüm şehri görebilirdiniz. Kilometrelerce uzanan terk edilmiş mısır tarlaları vardı ve kasabadaki tek gerçek ekonomi, balıkçılığın yapıldığı küçük limanıydı. Daha sonra, görünüşe göre diğer ülkelerde, Tawas City, Michigan'ın “Dünyanın Kuş Gözlemciliği Başkenti” olarak bilindiğini keşfettim. İddiaya göre, çok sayıda kuş türü oraya göç ediyor ve kuş gözlemciliği için harika bir yermiş. Bunu hiç fark etmemiştim. Tek hatırladığım karlı, gri gökyüzü, sessiz mısır tarlaları ve bu yer dünyadan silinirse kimsenin fark etmeyeceği hissi.



Doğal olarak, devlet okulu pek güzel değildi ama özel okul - neredeyse hiç yoktu. Sınıfımda on beş kişiydik. Öğretmen dahil on altı.



''Açlıktan ölüyorum, adamım,'' diye iç geçirdi Asher, önümde lokantaya doğru yürürken.



Bir cumartesi sabahıydı. Dönemin son haftasıydı ve deli gibi ders çalışıyorduk. Günümüzün her zamanki gibi aynı şeyleri yaparak geçeceğini düşündük: O sıralarda kampüste oldukça öne çıkan Adderall'ı satın alma dürtüsüne karşı çalışmak ve direnmek. Ama benim günüm bundan ibaret değildi. Her zamanki masamıza oturduk, Asher'ın saçları her zamanki gibi kırmızı ve dağınıktı. O, sınıfın komik çocuğuydu ve tne yazık ki tembel biriydi, derslerini zar zor geçti; içki ve kızlar için buradaydı ve notları bunu yansıtıyordu. Ama en iyi arkadaşların yaptığı gibi, onu çalışmaya ve geçmeye zorladım. Lokantada derslerden ve testlerden bahsedilmesi yasaktı. Burada zihnimizi her şeyden arındırmak istedik. En son buluştuğumuzda, Mandela Etkisi hakkında, kulaklarına makas sokmak istediği noktaya kadar konuşmuştum, bu yüzden bugün bahsetmemeye çalıştım.

"Sana söylüyorum dostum..." kahvesini yudumladı. “Sınavlar bittiğinde, deli gibi parti yapıyoruz. Deli gibi, Sean. O sabah uyandığımda nerede olduğumu hatırlamak istemiyorum.”



Kıkırdadım. "Evet, dostum, kesinlikle. Bazen Tawas Christian'a geri dönmeyi dilemiyor musun? Yani, Tawas Şehrine geri dönmem. Ama dersler..? Çok zor olduklarını düşünmüştük..." ikimiz de güldük. "Tanrım, yanılmışız."



"Evet, bu tamamen farklı bir evrendi, kardeşim. Kahretsin, şimdiki zamana kıyasla çok kolaydı. Ve toplamda sadece on dört kişiydik, Bayan Davis'i dahil etmezsek, ki bu çılgınca."



"On dört mü? Sanırım on beşti, dostum.”



Kafası karışmış görünüyordu. "Hayır, kardeşim, on dört. Ben, sen, Erin Engels, Tyler Mahoney, Zach O'Toole, Grayson adındaki o sessiz kız, Elizabeth, Norman, o çocuk... Uh... Gerçek adını hatırlamıyorum ama hepimiz ona Taz derdik." Ona Taz adını vermiştik çünkü o kadar hızlı konuşuyordu ki kimse ne dediğini duyamıyordu.

Onu hatırlayınca güldüm.

Brian Reed, Amy, ikizler George ve Jordan Reynolds ve o inek çocuk vardı. Dylan. Ve sonra, Bayan Davis. O da dahil on beş."



“And Eve.”

Gözlerini kıstı.

"Kim?"

"Eve. Utangaç kız. Unuttun mu? Kısa, sarışın? Kahverengi gözler? Kimseyle konuşmayan?"



Kafasını salladı. ''Hayır, dostum. On dört kişiydik.”

"Hayır dostum," diye yanıtladım, "Eve vardı. Bunca zamandır onu söylemeni bekliyordum."



Bana ekmeğin sıvı olduğunu söylüyormuşum gibi baktı.



"Asher, benimle dalga mı geçiyorsun? Dur dostum."



"Seninle dalga geçmiyorum Sean. Sadece Eve yoktu. On dört kişiyi çok net hatırlıyorum. Unutma? Dört kız, on erkek?”



"Hayır," başımı salladım, "beş kız, on erkek. İşte böyleydi. Adı Eve'di. Kimseyle konuşmazdı. Benimle dalga geçiyorsun ve bu hiç komik değil,” diye paniklemeye başladım. "Mandela Etkisi ile ilgili tüm o saçmalıkları okudum ve şimdi beni korkutmaya çalışıyorsun. Hadi ama, dur adamım."

Siinirlenmiş görünüyordu. "Şu Mandela saçmalığını bırak. Eve diye biri yok. Uykusuzsun."



"Ne…?" Sinirleniyordum ama aynı zamanda korkuyordum. Son zamanlarda, efektin gerçek olup olamayacağını düşünürken kucakladığım tüm bu histeri, Asher benimle tartışırken beni umutsuzca delirtti. Bir Eve olduğunu biliyordum. Bizimle Tawas Christian'a gitti. Yüzünü zihnimde canlandırmam kolaydı.



"Sean..." bana dikkatle baktı. "Benimle dalga mı geçiyorsun?"



"Hayır..." diye cevap verdim, paniklemiş görünmemeye çalışarak.



Basit bir durumdu. Asher onu unutmuştu. On yıldan fazla zaman önceydi ve o kayda değer bir öğrenci değildi. Konuşmaktan kaçınırdı, sınıfın arka tarafında hiçbir şey söylemeden otururdu. Sadece Bayan Davis tarafından zorlandığında konuştu ve hiçbirimiz onunla konuşmamıştık.

"Kardeşim, onu sadece unutuyorsun. O sessizdi, dostum. Çok sessiz biriydi. Birinci sınıf çok uzun zaman önceydi.”



"Belki," omuz silkti. “Dürüst olmak gerekirse... Hayır, unutmuş olamam. Olamam. O dersi Çok iyi hatırlıyorum. On dört kişiydik. Başka bir şey düşünüyor olmalısın."



“Bana zihnimin bulandığını ima etme!” Umutsuz ve kafası karışmış hissediyordum.

"Bu da neydi böyle?" bana baktı.



"Dostum, bu komik değil! Mandela saçmalığının beni korkuttuğunu biliyorsun! Lütfen… Asher… Dur…” diye yalvardım.



Dehşete düşmüş görünüyordu.



“Sean… Seninle dalga geçmiyorum… Neden bu kadar endişeleniyorsun, kardeşim? İşte," kahvesini bana uzattı, "Sadece, sakin ol adamım. Rahatla… Bu önemli bir şey değil. İyisin."



“Orada bizimleydi… Asher, okuma grubunu hatırlıyor musun? On beş kişiydik. Her grupta beş kişiydik. Eve benim grubumdaydı.”



“Hayır, dostum. Yani grupların beşer kişi olduğu konusunda haklısın ama Bayan Davis de gruplardaydı. Hatırladın mı?”



"Hayır, etrafta dolaşırdı ve denetlerdi," diye savundum. "Asher, Eve benim grubumdaydı. Öyle olduğunu biliyorum, çünkü ne zaman okumak zorunda kalsa, tıkanırdı ve hiçbir şey söylemezdi.’’

Asher hareketsiz ve sessizdi. İkimiz de bildiklerimizden emindik. Ama birimiz yanılıyorduk, değil mi?



"Dostum..." diye yalvardım. "Ben... Onun arabası. En azından bunu hatırlıyor musun? Annesi güzel giyinmişti. Hep güzel bir elbise giyerdi. Eve'i o süslü siyah arabayla almaya gelecekti. Lise son sınıftayken Altima'nın bir araba markası olduğunu düşünmüştüm. Porsche ile Honda arasındaki farkı anlayacak kadar bilgim yok ama arabasını hatırlıyorum çünkü çok güzel görünüyordu. Muhtemelen bir Cadillac ya da başka bir şeydi. Hadi ama adamım, arabayı toplarken hep havalı göründüğünü düşünürdük. Her gün ilk gelen annesiydi ve Eve banktaki yalnız köşesinden hızla kalkıp arabaya doğru ağır ağır yürürdü. Ve annesi kar yağsa bile elbise giyip dışarı çıkar ve ona sarılırdı. Her seferinde. Ve her zaman güzel kokardı çünkü annesi de her sabah ona sarılır ve parfümünü üzerine sürerdi.”



Şimdi Asher gerçekten endişeli görünüyordu.



"Sean..." kafasını salladı. "Onu hatırlamıyorum. Başka okuldan birini düşünüyorsun derdim ama birinci sınıftan beri aynı okula gidiyoruz. Ve onu hatırlamıyorum. Ufacık bile. Belki anaokulunda tanıştığın biriydi.”

"Hayır, hayır, ikimiz de onun hakkında konuştuk. Bayan Davis'in sınıfındaki okuma grubumdaydı.”



"Peki ya sonrası? Sadece birinci sınıftan bahsediyorsun.”



"Ondan sonrasını hatırlamıyorum. Taşınmış olmalı. Ama o birinci sınıftaydı. Muhtemelen bu yüzden onu unutuyorsun. Taşındı ve orada beşinci sınıftan mezun olanları hatırlıyorsun.”



“Adamım, birinci sınıfı da hatırlıyorum. Öyle biri yoktu. Bayan Davis en sevdiğim öğretmendi, derslerini asla unutmadım. Eve isimli bir kız hiç olmadı.”

Neden bilmiyorum ama ağlayacak gibi oldum. Hayatın boyunca hayaletlere asla inanmadığını düşün. Sonra bir korku filmi izliyorsun ve ana karakterin aynaya baktığı bir sahne var. Bir yerden sonra yansıması onu takip etmeyi bırakıp kendi işini yapıyor ve bu korkunç. Ondan sonra, o sahneyi düşünmeye devam ediyorsun çünkü seni çok korkuttu. Ama hey, bu sadece bir film. Bu gerçek değil. Ve seni bir daha asla aynalara bakmamaktan alıkoyan tek şey bu.



Ama sonra filmin gerçek bir hikayeye dayandığını anlıyorsun.



Tamam, bunu herkes söyleyebilir. Tüm korku filmleri gibi “gerçek bir hikayeye dayanıyor”. Doğru olabilir diye, öyle olduğu anlamına gelmez.



Ve sonra sana oluyor.

Duştan çıkıyorsun ve aynaya bakıyorsun. Havlunu saçını kurutmak için kaldırıyorsun ama yansıman kolları yanda ve sana bakıyor.

Vay be!

Korkuyorsun. Bu gerçek! Senin başına geldi ve bunu inkar etmek gibi bir şansın yok!



O an o masada böyle hissettim. Belki o kadar somut değildi ama Eve'in o sınıfta olduğunu biliyordum. Onu avucumun içi gibi hatırlıyordum. Ama Asher hatırlamadı. Hiç.

Tıpkı Tuthankamun'un cenaze maskesindeki kuş gibiydi, Düşünen Adamın yanağını geren zayıf eli gibi, Nelson Mandela'nın doksanların başındaki devasa cenazesinin eksik görüntüleri gibi.



Panik atak geçirecek gibi hissediyordum. Günün geri kalanında hiçbir şey çalışmadım. Çok bunaldım. Eve'i okul öncesi bir hafızaya asimile etmek için elimden geleni yaptım ama uyumsuzdu. O uymadı.



Eski kiliseme uymadı.

Büyüdüğüm mahalleme uymadı.

Bayan Davis'in birinci sınıf sınıfından başka hiçbir yere sığmadı.



Sonunda, o gece annemi telefonla aradım. Bu noktada, Mandela Etkisine tanık olduğumdan tam olarak emin değildim; Bir yanım Asher'ın lisede çok fazla esrar içtiğini ve o zamanları hatırlayamadığını düşündü. Ve haklı olup olmadığımı nasıl öğreneceğimi biliyordum.

Anneme, yapacağım tüm çalışmalar nedeniyle bu hafta benden pek haber alamayacağını söylemiştim, bu yüzden onu aradığımda oldukça şaşırdı.



"Selam Sean!" sesi heyecanlı geliyordu. "Naber?"



"Hey anne! Sana bir şey sormak istedim. Bayan Davis'in sınıfında Eve adında bir kızı hatırlıyor musun? Kahverengi gözlü kısa boylu sarışın bir kız mı?”



"Bu rastgele bir soru," diye yanıtladı. “Um, hayır, yedinci doğum gününde bütün çocukları davet ettin ama ben Eve isminde birini hatırlamıyorum.”



“Evet, onu davet ettim ama gelmedi” diye hatırladım. "Gerçekten utangaçtı. Muhtemelen bu yüzden onu unuttun."



"Pekala, elimde birinci sınıfta bazı resimlerin var. Onları sana gönderebilirim ve içinde onu görürsen onu bana gösterebilirsin. Hem neden soruyorsun?"



"Eh, Asher de onu hatırlamıyor." Gerginliğimi gizlemeye çalışarak güldüm. "Evet, o resimleri gönderirsen çok iyi olur. Tüm sınıfın olduğu bir fotoğraf var mı?”



"On dördünüzle birlikte olan mı?"



Sözler beni çok rahatsız etti.



"Ah, on beş. On beş kişiydik anne.”



"Hayır, on dört, diye düşündüm."



"Ne... lanet olsun...?" Fısıldadım. "Anne... Evet, eğer yapabilirsen bana resimleri gönder."



"Peki. Her şey yolunda mı, Sean?”



"Sadece garip hissediyorum. Kimsenin onu hatırlamaması garip."



"Sınıf resmi bende yok," diye içini çekti. "Keşke yapsaydım. Asher'ın annesinde olabilir. Asher annesine sorabilir. Ama elimdekileri sana göndereceğim!”



"Tamam, teşekkürler anne."



Ondan sonra biraz daha konuştuk ama aklım konuşmayla meşgul değildi. Tek düşünebildiğim Eve'ydı. Kısa vücudunu, mükemmel duruşunu, derste giydiği ilginç elbiseleri hatırlayabiliyordum. Bugüne kadar bazen süpermarketlerde ya da bir konferans salonunda solup giden bir saniyeliğine, bana birinci sınıfı hatırlatacak kadar uzun süre gelen kokusunu hatırlayabiliyordum. Okuma grubumuzda nihayet okumaya cesaret ettiğinde sesini hatırlayabiliyordum… Onunla ilgili her şeyi hatırlayabiliyordum. Resimlerden herhangi birinde ortaya çıkarsa kimi göstereceğimi biliyordum.

Yine de beni rahatsız eden şuydu. Mandela Etkisi mükemmel bir suçlu. Açık, net, kesin - arkasında hiçbir iz bırakmaz.



Düşünen Adam mesela. Birçok insan onunla fotoğraf çektirdiğini hatırlıyor. Fotoğrafı çektikleri zamanki gibi görünmediğini biliyorlar, bu yüzden geri dönüp eski tatil albümlerini buluyorlar, tozları silkiyor ve isteksizce onları eski eşleriyle heykelin önünde poz verirken buluyorlar. Ve eski albümü gözden geçirmek boşunaydı, çünkü resimde, Düşünen Adam tam olarak yapmadığını hatırladıkları şeyi yapıyor.



Daha da tuhafı, heykelin hemen önünde duran ve yumruklarını başlarına koyarak poz veren insanların viral hale gelen resimleri. Lanet olası şeyin önündeler. Düşündüğünüz pozu yapmadığını ve tam önünde yanlış poz verdiğinizi fark edemeyecek kadar aptal mısınız? Ama belki de tam olarak aptal değiller ya da tamamen durumdan habersizler. Belki o fotoğrafı orada çektiklerinde… yumruğunu kafasına bastırıyordu. Ve sonra, Mandela Etkisi izlenemeyen, kesin olmayan bir zamanda meydana geldiğinde, resim değişti. Ama sadece heykel. Heykel olmayan diğer her şeyi aynı bıraktı ve tam önünde yanlış poz veren insanların tuhaf görüntüsüne neden oldu.

Eğer uğraştığım Mandela Etkisi buysa, bu fotoğrafları almanın hiçbir anlamı olmayacağını biliyordum. On üç yıl önce fotoğraf çekilirken Eve orada dursun ya da durmasın, o orada görünmeyecekti.

Mandela Etkisini yakalamanın tek yolu göreli şeylerdir. Heykelin önünde yanlış poz veren insanlar gibi. Ve bu göreceli değildi. Evren Eve'i varoluştan silmiş olsaydı, o zaman hiçbir fotoğrafta olmayacaktı.

Ama yine de kontrol etmek istedim.

Annem dört resim gönderdi, ilki benim, Asher, Brian Reed, Taz ve Norman'ın çamurda bir gün bakımda oynarken olduğuydu. İkincisi de kullanışlı değildi; sadece ben ve Asher bir gece Open House'da piknik masasında oturuyorduk. Ancak üçüncü resim ilginçti. Noel Konseri'ndendi. On beşimize konserde söylememiz için üç kilise şarkısı öğretildi ve ailelerimiz gelip izledi. Belki bir yıldız olmak için doğmuş olan Erin dışında hepimiz için küçük düşürücüydü ama özellikle Eve için utanç vericiydi. Bu fotoğraf hemen hafızamı canlandırdı. Ve onu bu kadar garip yapan şey, kızların sahnedeki duruşuydu.

Resimde hepimizi sahnede görebilirdiniz. Sahnede bir tane yükseltici vardı ve bir kısmımız üzerinde duruyorduk, diğerleri sahnenin önünde duruyordu. Sol tarafta çocuklar, beşi önde, beşi de yükselticide. Sağda kızlar var: üçü önde, biri yükselticide, iki kız grubunun arasında, biri eksik gibi.



Solda Erin, yanında Amy, yanında Elizabeth var ve sonra Grayson, Erin ve Amy arasındaki yükselticide duruyor. Eve, Amy ve Elizabeth'in ortasına mükemmel bir uyum sağlıyordu



Mükemmel bir şekilde.



Neden asimetrik olarak üç kızı sahneye ve bir kızı tek başına yükselticiye koysunlar ki? Özellikle erkekler mükemmel bir şekilde sıralandığında? Hiçbir anlamı yoktu. Ve o gece Eve'in ne kadar korktuğunu hatırlıyorum. Beyaz elbisesini hatırlıyorum ve bir kerelik hepimizin onun gibi giyindiğini ve göze çarpmadığını düşündüm. Sahne arkasında ağladığını ve dışarı çıkmaktan ölesiye korktuğunu, tüm zaman boyunca şarkı söylemediğini ve sadece donup kaldığını hatırlıyorum.



Ruhumla bahse girerim ki tüm bunlar oldu. Son resim de işe yaramazdı: Okulun son gününde oynadığımız bir kickball maçında sadece ben ve Brian Reed. Noel Konserinin resmini telefonuma kaydettim. Asher'a göstermem gereken kanıt buydu. Ertesi gün Asher'la karşılaştığımda ona resmi gösterdim. Şaşırtıcı bir şekilde, bu onu gerçekten etkiledi. Resmin ne kadar tuhaf göründüğünü düşünmeye başladığında gergin görünüyordu. Bana, eğer şimdi Eve'den bahsetmiş olsaydım, resmi gördükten sonra bunun bir tesadüf olduğunu düşüneceğini söyledi. Ama ikimiz de görmeden önce bahsettiğim için, bu onu çok daha garip yaptı. Yine de Mandela Etkisine inanmaya hazır değildi. Benim kadar değil.



Ama annesine sınıf fotoğrafımızın olup olmadığını soracak kadar meraklanmıştı.

İkimiz de merakla fotoğrafı göndermesini bekledik. Resimle ilgili hiçbir şey hatırlamıyordum. Yine de Noel Konseri gibi garip bir öğrenci yerleşimi olup olmadığını görmek istedim ve Asher da öyle yaptı. Mesajı aldığında ikimiz de endişeyle titriyorduk. Gördüğüm an nefesim kesildi.



"Hatırla!" Zıpladım. “Arı sokması!”

"Ha?!" Asher benim çığlığımla irkilerek irkildi.

"Asher!" onu tuttum. "Nasıl durduğumuzu gördün mü?! Eve yüzündendi!”



Bayan Davis ortamızda, yedimiz solunda, yedimiz de sağında duruyordu. Onun solundakiler hafifçe ona dönüktüler, böylece yüzlerinin sol tarafları görünüyordu ve sağ tarafları bloke oluyordu. Ve onun sağındakiler sola dönüktü, bu yüzden sağları fotoğrafçıya dönüktü. Göze çarpan şey, resimdeki geniş negatif boşluktu. Gruplar bu şekilde poz verdiğinde, grubun boyutunu küçültmenin bir yolu olur. Genellikle, kameraman tüm insanları çekime sığdırmakta güçlük çeker ve bu yüzden bu şekilde oluştururlar, böylece hepsi kırışabilir ve sığabilir, ancak yine de doğal görünebilir. Ancak bu resimde, bu şekilde durmamızın nedeni bu değildi.



"Asher! Eve'i arı soktuğu için hepimiz böyle poz verdik! Dostum, hatırladığını söyle! Fotoğrafı çekecektik ve sağ gözünün altından sokuldu. Yüzü şişmişti ve fotoğrafta böyle görünmek istemediği için ağlıyordu, bu yüzden fotoğrafçı böyle poz vermesini söyledi ve Eve yüzünün sol tarafını kameraya çevirebildi!”



"Dostum..." Asher başını kaşıdı. “Yerden tasarruf etmek için böyle poz verdik…”

“Hayır, yapmadık. Bunu yapmak için hiçbir sebep yok. Sol ve sağ tarafta o kadar çok yer var ki, bu doğal bile değil. Bu nedenle yapmazdık.”

“Böyle bir şey olduğunu hatırlamıyorum adamım… Dürüst olmak gerekirse, bu bana garip hissettirmeye başladı. Bence artık unutmalıyız."

"Ben... Bunu unutamam..." diye yanıtladım. “O gerçekti… Kimsenin onu hatırlayamadığına inanamıyorum.”



Yapmam gereken tek bir seçenek kalmıştı. Onlarla tekrar bir araya gelmem gerekiyordu. Hepimiz bir araya gelseydik ve diğerlerimiz Eve'i hatırlasaydı, deli olmadığımı bilirdim. Çoğumuz yıllardır konuşmamıştık. Yine de, Facebook'ta arkadaşım olarak Erin vardı. Artık hepimiz yirmili yaşlarımızda olduğumuza göre sürekli yeniden bir araya gelmekten bahsediyordu ve bundan bahsedersem acımasızca bir araya getirmeye çalışacağını biliyordum.

O gece onunla temasa geçtim. Hepimiz sömestır için hazırdık ve Tawas'ta tekrar buluşmayı önerdim. Zaten Noel'de ailemi görmek için oraya gidiyordum. Annem uzun zamandır evde bir buluşma düzenlememi önermişti; ev sahipliği yapmaktan ve ikram etmekten onur duyacağını söyledi. Erin'e bundan bahsettiğimde, sevinerek kabul etti. Diğerleriyle iletişime geçeceğine dair bana güvence verdi. On beşiyle de, dedi.



Kalbim tekledi. "Bütün on beş mi?" diye sordum.



"Evet," diye yanıtladı, "on beş kişi, biz ve Bayan Davis."



Ve o anda, başka bir korku hissettim. Erin her zaman grubumuzu bir arada tutmaya çalışırdı. Eve'i unutması, bir şeylerin ciddi şekilde yanlış olduğu anlamına geliyordu.

18 Aralık geldiğinde, eski garaj yoluma girdiğimde şok oldum. Yıllardır orayı görmemiştim. Genellikle Noel'de beni ziyaret etmek için Tallahassee'ye gelirlerdi. Onlarla ilgili bir şey değildi; Tawas City'den nefret ettim. Noel civarında hava dondurucu soğuktu ve sakinlerinin çoğu, eğer paraları yetiyorsa kış için güneye giderdi. Hayalet bir kasabaydı ve çok soğuktu.

Yol boyunca, hatırladım. Kasvetli beyaz gökyüzünün altında donmuş mısır tarlalarından geçerken, daha dün buradaymışım gibi hissettim. Hiçbir şey farklı değildi. Hepsi tamamen tanınabilirdi. Belki de tek fark, bazı eski binaların bir şekilde daha eski, daha da yıpranmış ve terk edilmiş görünmesiydi.

Yolculuk boyunca ve özellikle de kimse gelmeden evime döndüğümde, gerçekten tek düşünebildiğim Eve'di. Bu uğursuz, unutulmuş kasabada ona daha yakın hissettim. Sırtım karla kaplıydı, yıllardır hissetmediğim bir şeydi, onun bana yakın olduğunu hissettim. Bir gün tüm bunlara bir son getireceksem, bunun bu buluşmada olacağını biliyordum. Sadece bir kişi onu hatırlıyorsa, o zaman deli değildim. O zaman Mandela Etkisi gerçekti. Eve gerçekti ve Asher yanılıyordu.

Tanrım, bunun artık bitmesi için dua ettim.

Saat dörtte, hepimiz bir araya geldik. Bayan Davis ne yazık ki ailesiyle meşguldü, çünkü babası ölmek üzereydi ve ne kadar zamanının kaldığını bilmiyorlardı. Norman ise tamamen kayıptı. Ondan son haber alan, Norman'ın sekizinci sınıfta bir ara başının belaya girdiğini ve çocuk hapishanesine gittiğini hatırlayan Brian Reed'di. Ondan sonra, ortadan kayboldu.



Ama Eve gibi değil. Hala resimlerdeydi. Adını hâlâ hatırlıyorlardı.



Diğer on iki kişi eve geldiğinde, bir an için Eve'i unuttum. Erin'i tekrar görmek harikaydı. Her zamanki gibi güzel ve enerjikti, uzun kahverengi saçları şimdi olgun bir şekilde şekillendirilmiş ve canlı yeşil gözleri artık daha parlaktı. Tyler Mahoney de her zamanki gibi yakışıklıydı. Brian Reed donanmaya katılmıştı. O zamandan daha da iriydi ve liseden beri kız arkadaşıyla nişanlıydı. Öte yandan Grayson, zaman pek ondan yana değildi. Olduğundan daha yaşlı görünüyordu, çoğumuzdan çok daha kısaydı ve yüzü sivilcelerle kaplıydı. Yine de, herhangi birimizin hatırlayabildiğinden çok daha dışa dönüktü. Zach hatırladığıma çok benziyordu; bronz, sıska. Artık tek fark bıyığı olmasıydı. Liseden beri Home Depot'ta çalışıyordu ve hâlâ Minnesota'ya taşınan ailesiyle birlikte yaşıyordu. Elizabeth her zaman olduğu gibiydi; genellikle sessiz ve tatlı, kimsenin unutamayacağı çekici kehribar rengi gözleriyle. Dylan hiçbirimizin düşündüğü gibi görünmüyordu. Şimdi büyüleyiciydi, uzun boyluydu ve heybetli yüzünde zengin bir sakal vardı. Hâlâ gözlük takıyordu.

George ve Jordan şimdi çok farklı görünüyorlardı; George bir inşaat işçisiydi, sırım gibi ve tıknazdı. Öte yandan Jordan, ikiz kardeşi George'dan daha çekingen ve eğlenceliydi, bir şekilde daha uzundu. Jordan'ın saçı düzgün ve kısaydı; George'un saçları kalın bir siyah bukle yığınıydı. Artık aynı tarzda konuşmuyorlardı bile. George saygısızca konuşuyordu ve Jordan bu tür bayağılıklara yabancı görünüyordu. Onları bu kadar yabancı görmek ilginçti.

Taz her zamanki gibi aptaldı. Şaşırtıcı bir şekilde, üniversiteye gidiyordu ve işletme derecesi üzerinde çalışıyordu. Ama tutkulu olduğu bir şey hakkında konuştuğunda, söylediği tek kelimeyi anlayamazdınız. İçeri adım attığı an, durmadan gevezelik etti ve bizim tek yapabildiğimiz gülmek oldu. Her zamanki gibi çılgındı.

Asher ve benim genellikle aynı göründüğümüze inanılırdı. Asher'ın saçı hâlâ kırmızı, benimki hâlâ kahverengiydi. Gözleri hala yeşil, benimki maviydi. Yüzü hala çilli, benimki pürüzsüzdü. O hâlâ bir fırlamaydı ve ben çoğu zaman hâlâ sessizdim. Tek fark, birlikte koşmaya başladığımızdan beri ikimiz de daha formdaydık.



Ama tüm arkadaşlarımı yeniden görmenin memnun edici sevinci sadece kısa bir süreliğine dikkatimi dağıttı. Çok geçmeden düşüncelerim Eve'e döndü. Kapıdan girmesini bekledim ama asla gelmeyeceğini biliyordum. Birinin ondan bahsetmesini bekledim ama bunun da asla olmayacağını biliyordum. Bayan Davis ve Norman hariç herkes buradaydı.



Belki de deliydim. Belki Mandela Etkisi hakkında çok fazla şey okumuştum ve sadece kendimi bir şekilde buna inandırmak istiyordum. Belki bir zamanlar Eve'i hayal ettim ya da o anaokulumdaydı ve her şeyi kafamda mahvettim. Emin olmanın bir yolu yoktu.

Yemekten sonra hepimiz salona geçtik ve konuştuk. Andan zevk almaya çalıştım ama bir şeyler yanlışmış gibi hissettim. Eve orada olmalıydı. Beni o kadar rahatsız etti ki kimse onu sormamıştı ve ben onu gündeme getirmem gerektiğini biliyordum.

Ama deli gibi görünmek istemiyordum. Asher benden ondan bahsetmememi istemişti ve onu kızdırmak istemedim. Ayrıca onu hatırladıklarını söylemelerini duymaya da hazır değildim. O zaman ne yapardım? Ben haklıydım, evet… ama sonra ne olacak? Ona ne olduğunu kabul etmeye çalışmanın dehşeti... Birinden onun gerçek olduğunu duymayı o kadar çok istiyordum ki evrenin onu gerçekten unuttuğunu, alternatif bir boyutla “kesiştiğimizi” ve bunun onu evrenden kopardığını hayal etmem gerekirse, bunu nasıl kabulleneceğimi bilmiyordum.

Sessiz kalmak istedim. Onu unutmak istiyordum. Ama bunun bir seçenek olmadığını biliyordum. Beni daha fazla rahatsız eden şeyin ne olduğunu bilmiyordum: Mandela Etkisinin hayatımın bu kadar yakınında gerçekleşiyor olması mı yoksa benim bu kadar hayalperest olmam mı? Her hâlükarda, bilmek zorundaydım. Daha fazla tutamazdım.



"Hey çocuklar..." Sinirli bir şekilde konuştum. "Ben... hepinize bir soru sormam gerekiyor."

Asher hayal kırıklığına uğramış görünüyordu.

"N'aber, Sean?" Brian Reed sordu.

“Bak… bu kulağa, uh… tuhaf gelebilir… ama… Eve nerede?”

“Bütün zaman bunu düşünüyordum!” Tyler Mahoney konuştu ve kalbim durdu.



Ben deli değildim. Ben deli değildim. Onu bir başkası hatırladı!

Ve başka kimse hatırlamadı.

Şimdi odayı kaplayan tuhaf bir sessizlik vardı. Asher bir hayalet görmüş gibi görünüyordu. Ben dehşete kapılmıştım ve aynı zamanda rahatlamaya başlamıştım.



"Eve?" diye sordu Erin. "Eve kim?"

"Soyadını hatırlamıyorum," diye yanıtladı Tyler. "Sessiz. Kısa, sarışın piliç. Her zaman bir elbise giyerdi. ”

"Vay canına..." Asher şaşkınlıkla mırıldandı. "Vay be…"

“Bir şey mi kaçırıyorum?” Amy sordu.



"Birinci sınıfımızda Eve adında bir kız vardı..." diye konuştum. “Ama… kimse onu hatırlamıyor. En azından kimsenin hatırlamadığını sanıyordum," diye gergin bir şekilde kıkırdadım. "Ama Tyler, sen hatırlıyorsun. Dostum, aklımı kaybettiğimi sandım. Hiçbir fotoğrafta yok. Lanet olsun. Hatıralarım dışında onun var olduğuna dair hiçbir iz yok ve yemin ederim ki, derinden kafayı yediğimi sandım. Ama Tyler... Onu sen de hatırlıyorsun.”



"Eve diye biri yoktu..." Dylan yanıtladı. “Her birinizi ayrı ayrı hatırlıyorum. Birinizi nasıl tamamen unutup geri kalanınızı canlı bir şekilde hatırladığımı anlayamıyorum.”

"Kabul ediyorum," diye araya girdi Jordan. "Dört kız vardı. Bunu kolayca hatırlıyorum. Beşincisi yoktu.”



"Evet, vardı," diye yanıtladı Tyler, bu bana çok huzur verdi. "Ona aşıktım. Unuttun mu? Aptal gibi görünmek istemem ama siz kızlar benden hoşlanıyordunuz,” diye açıkladı ve kimse bunu inkar edemezdi. "Ama sonra Eve'e aşık oldum. Ve-"



"Not!" Bir anda hatırlayarak gür bir kahkaha patlattım.

"Evet!" Tyler güldü.



Odada uğursuz bir sessizlik vardı.



"Eve'yi sevdim," diye kıkırdadı Tyler. "Hiç kimse onu neden sevdiğimi bilmiyordu çünkü o tamamen sessiz ve soğuktu, ama ben ona aşık oldum. Ben de ona o çok klişe, utanç verici notu yazdım ve ona vermeye gittim.”

"Ve yakalandın," diye bitirdim, sadece her şeyin yeniden sıraya girmesini istiyordum. "Ve Bayan Davis ona el koydu. Herkes ne yazdığını bilmek istedi çünkü okuduğunda gülmeye başladı.”

"Ve hayatımın en utanç verici günüydü," diye sırıttı. "Hatırlamıyor musunuz çocuklar?"



Çoğu rahatsız görünüyordu.

''Ben... ben bir Eve hatırlamıyorum'', dedi Elizabeth kesin olarak. "Bu ismi hiç hatırlamıyorum. Bahsettiğin günü hatırlamıyorum… ve öyle bir şey olmuş olsaydı hepimiz kesinlikle seninle alay ederdik," gülümsedi ama endişeli görünüyordu. "Hepimiz kızlar. Sanırım bunu hatırlarız."



"Oldu," diye omuz silkti Tyler. “Sean ve ben aynı şeyi nasıl hatırlıyoruz o hâlde?”



Ve herkes, Düşünen Adamın parmaklarının, göğsünü gevşek bir şekilde dürttüğü sırada kendinden emin bir şekilde yumruk attığını nasıl hatırlayabilirdi? Ve en başından beri, hemen yanında berrak, parlak yapılı bir kuş varken, Kral Tuthankamun'un taçlandıran özelliği olarak yalnız yılanlı mezar maskesini herkes nasıl hatırlardı? Ve herkes Nelson Mandela'nın mazlum bir Güney Afrika hapishanesinde korkunç bir sivil kargaşayla sonuçlanan zamansız kaderini, her yerde yayınlanmış cenazesinin canlı bir şekilde kaydedilmiş görüntülerini ve vefatı sırasında dul eşinin gözyaşlarını andıran ağıtını nasıl hatırlayabilirdi? Tüm bunlar hiç olmamışken?



Çünkü rahatsız edici ve akıl almaz bir şey oldu. Hiçbirimizin asla açıklayamayacağı bir şey oldu, Düşünen Adamın kararlı stoacılığını(mutluluk için doğayı anlamanın gerektiğini savunan bir felsefi düşünce) derin bir belirsizlik pozuna indirgeyerek, Kral Tuthankamun'un cenaze maskesinde siyah nokta gibi doğal olmayan bir kuş üreterek ve Nelson Mandela'yı tekrar vefat edene kadar fark edilmeden yaşayan bir zombiye dönüştürdü. 2013'te, farklı şekilde hatırlayanlarımız kesinlikle şaşkına döndü.



"Şey... bu gerçekten tuhaf."



Erin'in sözleri odanın aradığı arınmaydı. Eve'in varlığının -ya da yokluğunun- ne anlama geldiği önemli değil, hiç kimse bunun gerçekten tuhaf olduğu konusunda bu kadar hemfikir olamazdı.

Daha sonra konuyu değiştirdik ve çoğumuz muammadan oldukça hızlı bir şekilde ayrıldık. Ama ben yapmadım. Tüm zaman boyunca beni rahatsız etti, zihnimi kemiriyordu. Bütün gece Tyler'la Eve hakkında oturup konuşmak istiyordum. Onunla ilgili hatırladığı tüm hikayeleri duymak istedim. Arı sokması hikayesini hatırlayıp hatırlamadığını sormak için can atıyordum.



Ama hiç gündeme gelmedi. Soramadım. Artık ziyaret etmek istemiyordum. O küçük kızın karlı, boş kasabamızda resim gününden önce ağlayarak gözünden sokulduğunu hayal etmek bana anlatamayacağım bir şey yaptı. Sadece hatırası bile beni titretmeye yetmişti. O zavallı küçük kız… kameraya tombul yüzünün sol tarafını gösteren… Şimdi neredeydi? Neden kimse hatırlamıyordu?



Unutmak için elimden geleni yaptım…

Sadece.

Unutmak.



Ama Eve kafama takıldı. Onu asla unutmayacağımı biliyordum. Mandela Etkisi gerçekti. O gerçekten bir zamanlar vardı. Ve şimdi yok. O zaman ona ne oldu? Yani, gerçekten? Bunu düşünmek bile çok korkunçtu ve ne kadar çabalarsam çabalayayım bunu unutamıyordum.

Bütün kasabada bir motel olmadığı ve ailelerimizin çoğu taşındığı için arkadaşlarımın çoğu geceyi benim evimde geçirdi. Ertesi gün, ben hariç herkes şehir dışındaydı.

Michigan, Tawas City'nin karla kaplı çorak arazisinde sadece ben kaldım. Evrenin bu sıcak noktasında, iki gerçekliğin çarpıştığı bu yerde yalnızca ben kaldım.

Toplantıdan istediğim kapanışı alamadım. Hepimiz numaralarımızı paylaştık ve şimdi iletişim halindeydik, ki bu harikaydı, ama her şeyden çok, sürekli Eve'in düşünceleriyle bombalandım. Sadece mantıklı bir şeyler istedim. Gece geç saatlere kadar onun sesini düşünerek uyanık kaldım, o kadar kolayca hatırladım ki. Sosyal etkinliklerde çok korktuğunu ve karda büzüştüğünü, eldivenler ve atkılarla süslenmiş olmasına rağmen hâlâ bir elbise giydiğini, süslü siyah arabasının dışında kucaklaştıkları sevgi dolu annesine doğru gidişini hatırladım. Arı gözünü soktuğunda Eve'in ağladığını hatırladım.



Bu hatıra nedense beni diğerlerinden daha fazla rahatsız etti. Sadece… Beni etkiledi. O çok masumdu ve onun için çok üzülmüştüm ve şimdi basit bir arı sokmasının kurbanı değildi, onu varlıktan silen korkunç bir kozmik olayın kurbanıydı.

Ailem Noel'e kadar burada kalmamı istedi ama bunun düşüncesi beni dehşete düşürdü. Bu çorak arazide bir hafta daha kalmak istemiyordum. Bundan nefret ediyordum ve şimdi burada ölesiye korkuyordum. Gerçekliğimden kopacak mıyım? Daha önce bir kez oldu. Bu gizem kasabayı içine çekti, sırılsıklam etti ve bana sürekli Eve'i hatırlattı.



Var olmayı bırakan kız.



Günler geçti ve tek yaptığım oturma odasında oturup televizyon izlemekti. Ailemi onlar etraftayken görmek hoşuma gidiyordu ama ikisi de çalışıyordu ve bu, evde tek başıma çok fazla zaman geçirmem anlamına geliyordu, ki bundan da nefret ediyordum. Sonunda, birinci sınıftan kalma bir şey bulmak için eski dolabımı karıştırdım. Hiçbir şey bulamadım. Ancak Eve'in çekildiği resmi ellerimde tuttum. Elizabeth ve Amy arasında olması gereken ama olmadığı. O orada değil ve arada doğal olmayan bir boşluk var. Piç evren. O kadar kendini beğenmiş, o kadar her şeye kadir ki, bu kadar açıklayıcı ipuçları bırakabiliyor ve yine de onun gerçek olduğunu kanıtlamanın hiçbir yolu yok.

Ama sonra, Noel arifesinde bir şey oldu. Tyler'dan bir mesaj aldım.



"Sean. Mandela Etkisi'ni okudum. Bu bok beni mahvetti. Bence öyle oldu. Ama şimdi bir şeyler hatırlıyorum ve bu gerçekten Eve'in var olduğunu kesin olarak kanıtlayabilir. Ona yazdığım not. Sen onu çaldın. Onu Bayan Davis'in masasından alıp bana geri verdin, ama sonra sana saklamanı ve onu atmanı söyledim. Daha sonra bana onu asla atmadığını, eve götürdüğünü ve anne babana gösterdiğini ve her okuduğunda güldüğünü söyledin. Nerede olduğunu bulabilir misin? Hâlâ elindeyse, kanıt olur.”



Vay be! Yazıyı okuduğumda nefesim kesildi.

"Vay be! Tamamen haklısın Tyler! O notu bulacağım! Yemin ederim yapacağım ve yaptığım zaman sana resimlerini göndereceğim! O zaman onun gerçek olduğunu kesin olarak kanıtlayabiliriz!”



Şimdi, bazılarınızın ne düşündüğünü biliyorum. Not da yok olmuş olmaz mıydı? Hayır. Bakın, Mandela Etkisi meydana geldiğinde, yalnızca doğrudan değiştirilen şeyler silinir. Bu yüzden Düşünen Adamın önünde poz verenler hala yanlış poz veriyor. Bu yüzden Tuthankamun'un maskesinin üzerinde bir yılan olduğu ve kuş olmadığı karikatürler hala böyle görünüyor. Değişen tek şey gerçek. Yani, Eve'in gerçek resimleri gitti. Var oluştan silindi ​​ve ondan geriye bir iz yok. Ama notu bulursam tam ihtiyacım olan kanıtı bulmuş olacaktım.

Babam, not için depoyu kontrol etmekte özgür olduğumu söyledi. Görünüşe göre, büyürken dolabıma temizlemediğim bir sürü pisliği koymuştu ve eğer o not bir yerde olacaksa, orada olurdu. Hatta şimdi eski göt bir velet gibi onu çaldığımı ve zaman zaman eğlenmek için okuduğumu bile hatırlıyordum.



Bir yanım, babam onunla birlikte depoyu kontrol etmek için işten çıkana kadar beklemek istedi, ama bir şekilde, o orada olsaydı notu asla bulamayacağımı biliyordum. Bunu tek başıma yapmak zorundaymışım gibi hissettim. Tawas'taki diğer herhangi bir gün kadar kasvetli ve sessiz bir günde orada karların arasında yürüdüm. Yalnız mısır tarlalarını, uğursuz, kule gibi siloları, görünüşte boş balık dükkanlarını ve donmuş limanı geçtim. Her şey her zaman olduğu gibiydi.

Depoya geldiğimde garip bir şekilde dehşete kapılmıştım. Perili bir eve girmek üzere olduğumu hissettim. Çocukken, depo beni hep korkutmuştur. Hayatım boyunca, o binada babamdan başka bir ruh görmedim. Her zaman karanlık ve boştu ve şimdi o yanımda değilken, bir hayaletle ilgili bu mektubu arıyordum… Korktum.



Ama devam ettim.



Soğuk, hacimli metal salonlara girdim, koridorlardan geçtim ve her koridora adımımı atarken ışıkları açtım. Sonunda depomuza vardım. Kapıyı kaldırmaya korkuyordum. Korkutucu derecede yüksek bir gıcırtı yaptı. Sesi çıkaran ben olmama rağmen bunu duymak beni rahatsız etti.

Kapıyı olabildiğince sessizce kaldırdım, ki bu hiç de sessiz değildi, sonra ava başladım. Bir saatten fazla baktım. Arkadaki kutulara zar zor ulaşabiliyordum ve her biri ağzına kadar çöple doluydu, genellikle bir ya da iki gümüş balığı taşıyordu.



Ama sonra buldum: beyzbol kartlarım. Bunlar birinci sınıftandı. İçinde bulunduğu ıvır zıvır yığınının altında zar zor görünen plastik bir kaptaydılar, ama kutuyu kaptım, mezarından çıkarıp kollarıma aldım. Konteyneri açtım. İçinde beyzbol kartları vardı, Berenstain Bears kitabı ürkütücüydü. Ve tabii ki "a" ile yazıldığından. Bazı karalamalar ve eski defterler… ve katlanmış bir mektup. Anında tanıdım.



Ellerimde tuttum. Şimdi, yalnız, soğuk, sessiz, ürkütücü depoda, evrenin unuttuğu kanıt parçasını okşadım. Eski kağıdı kaydırarak açtım, adını ararken güçlükle nefes aldım ve açtım.



"Sevgili Eve."



Okumam gereken tek şey buydu. Sevgili... Eve. Sevgili Eve. Sevgili Eve.



Katladım. Cebime attım. Tozlu kutu yığınına yaslanarak uzun, derin bir nefes aldım. Eve gerçekti. Var olmayı bırakan kız bir zamanlar gerçekten burada, bir kasabanın bu mezarlığındaydı ve ben deli değildim. Bir şekilde, bir şekilde, iki evren çarpıştı ve Eve kozmosun gümüş parmakları tarafından alınıp gitti, hatıralarım, Tyler'ın hatıraları ve elimdeki not dışında tek bir iz bırakmadan varoluştan çekildi.



Ona ne oldu?

Şimdi neredeydi?

O yaşıyor muydu?

O tatlı, sessiz, hıçkıra hıçkıra ağlayan kız neredeydi… ve ben bunu hiç öğrenebilecek miydim?



Muhtemelen asla.



Ya da belki, o artık bir hiçtir. Belki de evren trajik bir hata yaptı ve o zararsız kız bir daha asla annesinin sevgi dolu kollarına girmeyecek, bunun yerine sonsuza dek korkak bir şekilde dönen gri karda kapana kısılarak geçirecek.



Hiçbir fikrim yok. Ama orada otururken, tek yapabildiğim onun hayaletinin orada benimle oturduğunu hayal etmekti. O yerde ona o kadar yakın hissettim ki, zaman unutuldu, o anlamsız metal odada, evrenin hata yaptığı bir kasabada kapana kısıldı.



Meraklı George'un kuyruğunun olduğu ve çocukların Berenstein Ayılarını okuyarak büyüdüğü bir yerde. Nelson Mandela'nın bir Güney Afrika hapishanesinde öldüğü öğretildi ve Düşünen Adamın önündekiler, yanlış poz vermiyor.



Sonunda Tallahassee'ye geri döndüğümde daha fazla rahatlayamazdım. Sebebi ne olursa olsun, Michigan, Tawas City'e asla dönmeyeceğime yemin ettim. Bana kalırsa, Eve gibi geride kalması daha iyiydi.



Ama her zamanki gibi ondan kaçamadım. Asher ve Tyler'a notun resimlerini mesaj olarak gönderdim. İkisi de eşit derecede berbattı. Yine de hepimiz bunu geride bırakmaya çalıştık. Ve sonra Bayan Davis Facebook'unu güncelledi. "Bir araya gelemediğim için üzgünüm!" o yayınladı. “Ama sadece bir sonrakine kesinlikle geleceğimi söylemek istiyorum! Şimdiye kadar en sevdiğim sınıfa!”



Ayrıca Elizabeth'in ilkokulda çizdiği bir resim yayınladı. Sınıfın resmiydi. Açıkça bir çocuk tarafından çizilmiş; amatörce, basit, dağınık, renkli kurşun kalemle.



Ama bu kadar basit... bunda anormal bir şey yoktu.



On küçük oğlanın bir çizimiydi.

Ve beş küçük kız resmi.

Sadece bir elbise olarak ayırt edilebilecek olan, kahverengi gözlü kısa sarışın bir kızın çizimi.



Başka birinin buna nasıl tepki verdiğini bilmiyorum, ama o resmi asla göremeyeceğimi biliyorum.

Şimdi bile, bunca yıl sonra, bazen o geliyor aklıma. Yardım edemem. Hayatımda korkunç ve açıklanamayan şeyler gördüm: Kaçırılan uçaklar tarafından hiçbir sebep olmadan yıkılan iki kule, salt nefret dışında, binlerce kişinin ölümüne neden oldu. Askeri taktikler uygulayan, küçük çocukları öldüren ve aktif bir tetikçi tarafından işgal edilen bir anaokulu. Ama hiçbiri… hiçbiri… beni Eve'den daha fazla… etkilemiyor. Evrenin unuttuğu kız.

 

Bu çeviri de "Mantus" adlı okuyucumuzdan gelmiştir~

13 Haziran 2022 Pazartesi

The God Experiment Part 5

Part 5 

Tanrı beni bir fırtınanın ortasında buldu.

Kesinlikle yanlış bir I-95 uzantısında uçuyorduk. Fırtına uyarıları cebimizdeki telefonları bir çift dildo gibi titreştirdi. O akşam çiseleyen yağmurun beyaz dalgalarıyla ve asfalta tereyağı gibi yapışmış siyah bir buzla yol kaygan göründü. Direksiyona yapıştım ve gözlerimi yoldan ayırmadım ama hala arkadaşıma benim yerime geçmesi için yalvarıyordum. 

"Kime yazıyordun? Ne oluyor? Nereye gidiyoruz? BİR ŞEY SÖYLE."

Tom gözlerini telefondan ayırdı ve yüzünü bana çevirdi

"Neden paramız olduğunu düşünüyorsun?"

Boş boş baktım. Hiç bu gerçeği düşünmemiştim. Çalışmaların daima hayır sahipleri vardı. Herhangi bir kimse olabilirdi. Kişisel, ensititüler, şirkertler ya da organizasyonlar. Bizim takip etmediğimiz kanun hükümlerini takip ettikleri sürece.

Meslektaşım alnıma dangalak gibi vurdu. Eline vurdum ve yola odaklanmaya çalıştım.

"Arka koltuktaki bilgisayarları kimin ödediğini sanıyorsun? Ya da her gün gittiğimiz laboratuvardaki? Peki ya öldürülen 5 kişiyi haftalarca izlediğimiz son derece pahalı video ekipmanları?

"Beş mi? Priyanka..?"

Tom aptallığıma güldü.

"Sonraki çıkışa git."

Söyleneni yaptım. Pencereden damlayan su istemsizce beni ürpertti. 

"Bu sefer kendim yaptım" diye mırıldandı. Muhalif biri için böylesi daha iyi. Kız arkadaşının biberli tavuğunda arsenik dışında bir şey yoktu."

"Ne anlatıyon lan?" diye sordum. "Benimle konuşman gerek, süren kişi benim."

İç geçirip cevap vermeden önce Tom bana uzun uzun baktı .

"Perdenin arkasında bir adam var. Adı Justin. Her zaman orda. Ondan uzaklaşmamız lazım."

Büyük bir meşe ağacı yolun kenarına devrildi.

Yaklaşık 20 metre ileriye düştü. Durmam için yeterince zaman vermiş olmalıydı. Arabamın frenleri gıcırdıyordu. Başka yöne sürmek için elimden geleni yaptım ve kaza yapmadık. Ahşap kıymıklar orta büyüklükteki SUV'umun panellerini parçalamadan önce Tom'un o kargaşada son bir cümle söyleyecek zamanı vardı.

"Daime perdenin arkasında duran bir adam var. "

Hafızamdaki bir sonraki sahneler kırık bir cam ve fırlayan objelerin karışımıydı. Yuvarlandığımızı net bir şekilde hatırlayabiliyorum. Toplamda bir, iki, üç, dört ve beş yerçekimi süspansiyonu.. Emniyet kemerleri ikimizi de  araca güvenli bir şekilde sabitledi. Fakat aynısı elektrikli ekipmanlar için söylenemezdi.  

İyi haber şuydu ki araba en son devrildiğinde normal haline dönmüştü. Kötü haber ise bir New Jersey bataklığının ortasındaydık. Ve Tom çok kan kaybediyordu. 

Bayıldı ve bilincini kaybetti. Kolum incindi. Yine de, adrenalin iş arkadaşımı araçtan çıkarmamı ve onu bir yokuşa yatırmamı sağladı. Benim orta sınıf boş hayallerim tüm ekipmanlarımızla beraber 2 feet çamurun içine battı. Sıkışmıştık. Artan yağmur  yukarı çıkmamızı imkansızlaştırmıştı. 

Tom'un kanamasını tişörtümle durdurmaya çalıştım. Bu iğneyle bir musluğu durdurmaya çalışmak kadar başarılıydı. Yaşlı adamın aldığı en kötü darbe buruşuk, yaşlı kafasına gelmişti. Beyaz gömleğimin içinden kırmızı deri ve et parçaları çıktı. 

Fazla zamanı kaldığını düşünmüyorum. Bu anın gerçekliği ona hayatta birkaç şeyi düşündürttü. 

"Ona işkence etmiş olabilirdi."

Kelimeler yine içimi ürpertti.

"Neden? O kim? Neden umursuyor? Anlamıyorum. Tom, neden deneklerimizden birini öldürmüş olasın ki?"

"Sanki uyuyor gibiydi."

Çok geçmeden bir çift fener yolun kenarına yaklaştı. Toprak setten zarif bir şekilde kayan figürü zar zor görebiliyordum. Onun ince ve çevik vücuduna kusursuzca uyan kusursuz bir takım elbise giyiyordu. El salladım ve dedim ki:

"Burada bir adam ölüyor."

Ama cevap vermedi. Yağmur, üzerinde uzandığımız toprak seti aşındırmaya başlamıştı. Takım elbisedeki gölge kırık bir kolla ve birkaç çatlak kaburga kemiğiyle Tom'un bedenini tutmaya çalışan beni izliyordu. Duyulabilecek bir şekilde homurdandı ve dedi ki:

"İkinize de iyi akşamlar." dedi acemice özgüvenli bir tonda.

Cevap vermeye çalıştım. Yardım geldi. Kurtarıldığımızı zannetmiştim. Ama ben öyle düşünmeden önce, Tommy'nin bir zamanlar Tanrı dediği adam onu karnından 2 kez vurdu. Ve artık bu çalışmada kalan tek bir denek vardı. 

O da bendim.