19 Ağustos 2017 Cumartesi

Super Mario: The Haunted Save

Sıkılmıştım. Süper sıkılmıştım.
Ocak'ın 4'üydü ve yeni yıl ile ilgili planım, bütün video oyunlarımı bugün bitirmekti. Ve işte bitirmiştim, şimdi oynayacak yeni oyunlara ihtiyacım vardı. Ve aniden, telefonuma bir mail aldığıma dair bildirim geldi.
Mailde "gönderen" kısmında hiçbir şey yazmıyordu. Konu "eski SNES video oyunlarını kendinize alın! Sadece bugünün açık arttırmasında!" video oyunları ilgimi çekmişti. Açık arttırmaya tıkladım.
Ekranda çıkan ilk video oyunları hakkında en küçük bir fikrim bile yoktu, bu yüzden başlarda biraz sıkıldım. Tam siteyi kapatacaktım ki, Super Mario oyunları reklamı yazısı ekranda belirdi. Onu almaya karar verdim, ve kazandım.
2 hafta sonra, oyunun bulunduğu posta geldi. Oyunun başlığındaki ismin harfleri eksikti, sadece "N E Y A C T İ" harfleri kalmıştı. O an harfleri zihnimde bir araya getirdim ve bir kelime ortaya çıktı, "CİNAYET."
Yine de, oyunu açtım, ki bu hala pişman olduğum bir şey. Sadece bu depresyonum yüzünden değil, sadece, başlık her şeyi anlatıyordu ve bunu o an anlamam gerekirdi. Burada durmam gerekiyordu ama durmadım, bu yüzden size devamında ne olduğunu anlatacağım.
Kaseti koyunca oyun başladı. Her şey normal görünüyordu, tepelerin ve bulutların hafif kızılımsı renklendirilmiş olmaları dışında. Dosyalara girdim, oyunda çoktan kaydedilmiş bir dosya vardı. Dosyanın ismi...

"KAYDEDİLMİŞ DOSYA 1" Dİ!
Bunu beklemediğinize eminim. (yazar burada fake attı dostlar.)

Her neyse, dosyaya tıkladım ve ilk seviye açıldı. Yürüyordum, ve bunu zaten tahmin etmişsinizdir ki önceden de Super Mario'nun bir versiyonunu oynamıştım. Ve emindim, bu şey burada değildi.
Küçük kırmızı bir tepe vardı, en üstünde de koyu kırmızı lavlar vardı.
Biliyorum, bu noktada bazı kişiler, "video oyunundaki bir şey bana zarar veremez, bu sadece bir video oyunu," diye düşünecektir. Böyle düşünmeye devam edebilirler.
O zaman ben de öyle düşünmüştüm, bu yüzden lavların geldiği yerden aşağı indim. Bunun bir tür oyun hilesi olabileceğini düşünmüştüm. Ama yanlış giden bir şeyler vardı, yaklaşık 30 saniyedir düşüyordum.

Yere çarptığımda, Bowser oradaydı ve beni izliyordu. Gerçekten korkmuştum, hemen güç düğmesine vurdum. Aniden, ekranda bir yazı belirdi. "Bunu yapmak istememiştin, değil mi?" ve güç düğmesi inaktif oldu.

Mario ve Bowser ekrandalardı, tam karşımda bana ters ters bakıyorlardı. Bir yazı daha belirdi. "Bir sürpriz ister misin? İşte!" Ve Bowser portal bir silah çıkardı. (portal silah: video oyunlarında kullanılan, zemin delme gibi işlemler için kullanılan son teknoloji bir silah) önce benim üzerinde durduğum yere, sonra da lavlara ateş etti. Daha sonra ne olduğunu az çok tahmin edebiliyorsunuzdur.

O zamandan bugüne, Bowser Kale'sini koruyorum. Evim dokuzuncu oda. Eğer herhangi biri bu günlüğümü bulursa; lütfen hikayemi dünyayla paylaş.

Ç\N : Bunu istek üzerine çevirdim. Dürüst olmak gerekirse bunun gibi bilgisayar oyunu pastaları bana ürkütücü gelmiyor. Umarım beğenirsiniz :3

"4"

Kızımızı Sally'in partisinden aldık ve yatağına yatırdık. Eşim ve ben Braves'i izlerken kızımız yanımıza geldi.

Ve bana doğru fısıldadı, " babacığım, tahmin et gelecek ay kaç yaşına gireceğim?"

"Bilmiyorum tatlım." Diye cevap verdim uykulu bir şekilde. Saat 11.50'ydi. "Kaç yaşına gireceksin?"

Gülümsedi ve dört parmağını gösterdi.

Şuan saat 7.30, eşim ve ben yaklaşık 8 saattir uyanığız. Çünkü kızımız o parmakları nereden aldığını hala söylemedi.

Ç.N: Bu ve bir önceki paylaştığım cp çok kısa olduğu için iki adet paylaştım. 
Ç.N: Çevirirken hiç bir şey anlamamıştım, sizin de anlamadığınızı düşünerek bunu yazıyorum; kızlarının parmakları doğuştan yokmuş.

Eski Olan Aldığımız Yeni Ev

Bir arkadaşımla bir ev almıştık. Duvar kağıdını çıkarmakla başladık, çok kötü duruyorlardı. Ancak çok çılgınca olan bir şey vardı, evin "HER YERİNDE" bu duvar kağıdını kullanmışlardı. Hatta tavan da bile! Ve işin sıkıcı olan kısımları aynı rengin farklı tonlarını kullanmış olmasıydı. Kesinlikle berbat bir zevke sahipti.

Yine de kendimde tuhaf bir mutluluk hissediyordum, hani güneşte deriniz yanar, daha sonra kurur ve siz o deriyi oradan kaldırırsınız. Aynı onun gibi bir histi bu.

Duvar kağıtlarını soyunca bir şey fark ettim, her bir odanın köşesinde bir isim ve tarih yazılıydı. Diğer odalarda da bunu görünce merak ettim ve bir ismi Google'de aradım. Ve bulduğum sonuç o kişinin kaybolma ilanıydı!

Ertesi gün o isimlerin ve tarihlerin bir listesini yaptım. Elbette polisi de aradım. Polisler geldi ve evi inceledi ve içlerinden biri,

"Evet, bu insan." Cevap verdim,  "Anlamadım, insan mı?"

"Bayan, duvardan soyduğunuz metaryeli ne sanıyordunuz? Bu duvar kağıdı değil, insan derisi."

Ç.N: Sonunu yanlış mı çevirdim derken insan derisi olayını anladığımda şok geçirdim fdhdfhdg 





16 Ağustos 2017 Çarşamba

Sezgisel Reklamcılık

O reklamları her yerde görüyorsun. Senin girdiğin sitelerle alakalı reklamlar koyuyor. Senin geçmişine bakıyor, girdiğin sitelerin adlarını alıyor.

Bilirsin, Amazon'da* kitap bakmışsanız size reklam olarak kitap önerisi gelir. Veya Facebook'ta ilişki durumunu nişanlı yaptıysan reklamlar evlilik ürünleriyle alakalı olur.

Mesele şu ki, biz bu reklamlara alışığız. Ve görmezden geliyoruz.

Ama son zamanlarda... Bu belirli reklamlar.. sinir bozucu bir gelişme gösterdi.

"Plastik kaplamayı toplu olarak al!"**

"Elektrikli testereler uygun fiyatta!"***

"Toprağı güzel örtmek için kireç alın!"****

Bunu nasıl yaptıklarını anlayamıyorum... Nasıl bu derece teknolojik olarak ileride olabilirler ki? fakat bir şekilde İnternet aklımı okuyor.. ve beynimdekilerin reklamını gösteriyor. Yemin ederim, bu konu ile ilgili hiç bir araştırma yapmamıştım, bu konuyla alakalı bir harfe bile dokunmadım, tüm planlarımı internetsiz yaptım.

Ama nerden biliyor?
Bir insan öldürdüğümü nerden biliyor?

---
*: Amazon yabancıların kullandığı bir alış-veriş sitesi.
**: Plastik kaplamalar burada cesetleri kaplamak için olanlar. 
***: Bu hikakyeyi anlatan kişi testere ile o x kişisini öldürmüş.
****: Ve öldürdüğü kişiyi toprağın altına koymuş, kireçleri toprağın üstüne koyarsa orada birinin olduğu anlaşılmaz.

Ç.N 1: Birileri öldü demiş, ama buradayım~~: D
Ç.N 2: Bugün 2 adet cp paylaştım çünkü bir 4 ay boyunca yoktum....



Dead End

Arkadaşlarınla konuşuyorsun ve birden telefonundan 'Bip' sesi geliyor. Konuşma en heyecanlı yerde, o yüzden mesaja bakmıyorsun.
Bu sefer telefonun çalıyor, yine açmadın. Neden açmadın ki? Arkadaşların bu önemli aramadan daha mı önemliydi?
Arkadaşlarınla vedalaştın, ve 'aramalar' bölümüne girdin. Seni arayan bir bilinmeyen numaraydı ve o seni aramalıydı. Sen onu arayamazdın. 
"Her neyse." Diye düşündün ve yoluna devam ettin. Aklına mesajlarına bakmak geldi ama orada da hiç bir ileti yoktu. Herhalde fazla düşünüyorum diye geçiştirdin konuyu...
Ve sen gece yarısı sokakta yürürken bir 'biip' sesi duydun; yine. Bu sefer kaçırmayacaktın, hemen iletilerine girdin. 

"00.15: Acayip birisin,-Z" 

Bu cümleye anlam veremiyorsun ve siliyorsun. Tam da bu sırada şarjın bitiyor. Tam da önüne bir köpek çıkıyor ve sana vahşice havlıyor. Bir ağacın yanından geçerken rüzgar esiyor ve ağacın dalları senin yüzüne geliyor. 

Hafiften tırsıyorsun ama umursamıyorsun. Bu sırada telefonun çalıyor. "Tanrım.." diye nefesini veriyorsun ve telefonunu açıyorsun.

"Telefonun şarjı bitmişti." Diyor boğazın derinliklerinden gelen bir ses ve asıl korkunç olanı da, aynı zamanda sesin senin arkandan gelmesi.

Ç.N: Ya bunun sonu çok güzel değil mi :D

10 Ağustos 2017 Perşembe

Holiday Forever

Hafıza ve beyni güçlendirmenin yolları arasında; daha çok tatmak, koklamak ve dokunmak varmış. Anıları güçlendirmenin bir yolu da buymuş.

Bu yüzden, o tatil kasabasına giden yolda bile gördüğüm her şeyin anısını güçlendirmeye çalıştım. Her zaman yaptığımın aksine, bu kez annemin istediği gibi -hanımefendi gibi- giyindim ve fotoğraflarda gülümsedim.
Orası... Orası beni değiştirmişti.

Havasında mıydı sihir, suyunda mı, bilmiyordum. İlk kez gecelerim yatağımda oturup sırtımı soğuk duvara yaslayarak "neden bu hayatı yaşadığımı" sorgulamakla geçmiyordu. Gün içinde yüzüyor, kirletilmemiş yeşilliklerde yürüyor ve gece huzurlu bir uykuya dalıyordum. Bu uyku en fazla 9'a kadar sürüyordu; sonrasında ise hiç olmadığım kadar dinç bir şekilde uyanıyordum ve daha önce asla yiyemeyeceğim kadar büyük bir kahvaltı ediyordum.
Buranın, bu küçük kasabanın insanları da metropol insanı gibi değillerdi. Suratsız ve ruhsuz değillerdi, çevrelerindekilere buz gibi bakmıyorlardı. Turistler de vardı ve onlar da en az yerli halk kadar arkadaşça yaklaşıyorlardı. Tanımadığım insanlardan "günaydın, iyi akşamlar ve iyi günler" gibi kelimeleri ilk kez duyuyordum.

Antidepresanlarımı her sabah kullanmayı neredeyse unutuyordum, eskiden üç kez almak bile bana yeterli gelmezdi.
Arabaya binip camı açıyordum, saçlarımın uçuşmasına izin veriyordum. Bu tertemiz hava önceden nefret ettiğim saçlarımı okşuyordu, onları açıp savuruyordum ve yüzüme bir gülümseme yerleştiriyordum; ilk kez saçlarımı kontrol altında tutmak için spreylere ya da şekillendirici makinelere ihtiyacım yoktu. Her ince bukle kendi yoluna savruluyordu ve bence, sorun yoktu. Eskiden dinlediğim, her sözünde ayrı bir nefret barındıran şarkılar yerine mavi-yeşil denizin akıntısını dinliyordum, yemyeşil yaprakların hışırtısını.

Ve o gün geldi. Eve döneceğimiz gün, paha biçilmez bir haftanın sonunda kapıya dayandı.
Anneme nasıl açıklayabilirdim bu durumu? "Burası tam da yaşanılacak yer," kelimeleri ağzımın içinde geveliyor ve bana bir umut vermesi umuduyla ona bakıyordum, ama o gülümseyerek belki okulu bitirince yani yakında, burada bir kariyer kurabileceğimi söylüyordu. Anlamıyordu.
Ben oraya dönmek istemiyordum.

Durum ciddiydi, annem otobüste dönüş biletlerimizi çoktan almıştı, gülümsüyor ve seneye buraya tekrar gelmemiz gerektiğinden, hem buranın bana çok iyi geldiğinden bahsediyordu. Zamanın çoğunda ağlamaklıydım ve bu güzel topraklarda gözlerimi son kez gezdiriyordum. Yola çıktığımızda ellerim refleks olarak iyice kontrolden çıkmış saçlarıma gitti ve onları sımsıkı bir topuz yaptım.
Sonra kulaklıklarımı taktım ve başımı cama dayadım.

İşte yine başlıyordu. Uykusuz geceler, sürekli zayıflamak, sabaha karşı öğürmeler ve dersler. Anneme bu konuyu ne zaman açmaya çalışsam onlardan hayatın gerçekleri diye bahsediyordu, ama değildi, en azından benim hayatımın gerçeği bu değildi.

Hava kararmıştı ve yanımdaki koltukta oturan annem tatlı bir uykuya dalmıştı. Başımı camdan çevirip ona bakarken zihnimi olumlu şeylere yönlendirmeye çalıştım. En azından artık ne istediğimi biliyordum, biraz geç de olsa bir amaç edinmiştim; burada yaşamak.

Sonra tam olarak gece oldu ve otobüsteki ışıklar söndü, bir kaç telefon ışığından başka ışık görülmez oldu. Mesajlara karşılık vermek yerine telefonumu müzik dinleme aracı olarak kullanıyordum. Hâlâ görevlinin saatler önce getirdiği bisküviyi kemiriyordum; yine oluyordu, midem fazla bir şey almıyordu.
İşte tam da o sırada, çok garip bir şey oldu. Karanlık yolda bir ışık parladı, yayıldı ve yayıldı. Gözlerimi kamaştıran bu ışık karşısında gözlerimi ovuşturdum, ışık artık tüm yolu kaplamıştı. Bunun ne olduğu ile ilgili bir fikir üretemedim bile, ağır bir uyku tüm bedenimi sardı. Ama bu kasabadaki gibi tatlı bir uyku değildi. Bu karşı konulmaz, kapkaranlık bir uykuydu.

Yeniden kendime geldiğimde anlık bir korku hissettim, o ışık ile ilgili. Ancak bu duygu kısa sürdü; çünkü her şey normaldi, yine geceydi ve yolda gidiyorduk, tek garip şey ise otobüste The Gibson Brothers- Bye Bye Love şarkısının çalmasaydı. Bunun gibi bir uzun yol otobüsünde ilk kez neredeyse yüksek sayılabilecek sesle bir şarkının çaldığını duyuyordum.
Karanlık yollarda gittik, saatler boyunca. Mola vermiyorduk ve durum garipleşmeye başlıyordu, kimse mola ile ilgili bir şey sormuyordu ve ben de garip bir şekilde mola ihtiyacı hissetmiyordum, çok uzun süredir.

Ne kadar daha gittik bilmiyorum, ama yol bitmek bilmedi. Bu sırada bir kez anneme döndüm ve onunla konuşmaya çalıştım fakat uyuyordu. Arkama yaslandım ve gecenin karanlığı içinde iki tarafı ağaçlık olan yola baktım.

Otobüs güneş doğarken durdu. Gökyüzü kızıla boyanmıştı ve hafif serin bir rüzgar esiyordu. Çevre ıssız gibi görünüyordu. Annemin hâlâ uyuduğunu fark ettiğimde oldukça şaşırdım, o bu kadar uzun uyumazdı.
Çevreye baktım ve gördüğüm herkes uyuyordu.
Hafif bir korkuyla ayağa kalktım ve gözlerimle benden başka uyanık birini aradım. Tam arkamda oturan küçük kızın koltuğu boştu.
Annemin koktuğunun önünden geçerek otobüsteki boş alana çıktım ve şoföre doğru yürüdüm.
Uyuyordu. O da.

Dehşetle arkama döndüm ve kızı gördüm. Dudaklarımın arasından istemsiz bir çığlık kaçtı. Şimdi o da korkmuş gözlerle bana bakıyordu. Konuşmam gerektiğini hissettim.
"Merhaba, nerede olduğumuz hakkında bir fikrin var mı? Ya da herkesin neden uyuduğu hakkında?"
Başını iki yana salladı, teni esmerdi ve kahverengi saçları tepeden toplanmıştı. Çok korkmuş görünüyordu.

"Dışarı... Dışarı çıkıp baksak mı?" Titrek bir sesle sordu. Tereddütle dışarı baktım. Görünürde kimse yoktu.
"Pekala..." adımlarımı otobüsün açık kapısından dışarı attım. Beni takip etti ve bir koruma iç güdüsüyle, ormanlık yolda yürürken onun elini tuttum.
Tek bir yol vardı ağaçların arasında ve oradan yürüyorduk, ikimiz de neler olup bittiğinin merakından tek kelime etmiyorduk.
Yolun sonunda bir anayola çıkmıştık, burayı hatırlamam uzun sürmedi. Burası o kasabaydı, saatler önce ayrılmış olmamız gereken kasaba.
Üstünde kasabanın adının yazdığı tabelayı geçip içeri doğru yürüdük, etraf adeta ışıldıyordu. Arkaya dönüp baktığımda ise geldiğimiz yolun yerinde sık ağaçlar olduğunu fark ettim. Ve bir şeyler bana o otobüse geri dönemeyeceğimi hissettirdi.

"Burayı biliyor musun?" Küçük kız sorduğunda gülümsedim.
"Biliyorum. Aslına bakarsan burası..."
Hızlı bir hareketle saçlarımı serbest bıraktım ve yasemin çiçeği kokan havayı içime çektim.
"Benim evim."

***


"... adında şehirler arası yol otobüsü, dün gece saat 11 sularında kaza yaptı. Kazada bir genç kız (D.F.) ve onun hizzasında arkasında oturan küçük bir kız (J.P.) hayatını kaybetti. Otobüs şoförü konuşmasında tüm otobüsü kaybedebilecek bir kaza yaşandığını, yine de ucuz atlatıldığını belirtti. Hayatını kaybedenlerin aileleri bu davanın peşini bırakmamakta kararlı."
- 10/07 Gazetesi, 2017

Ç/N : Bunu ben yazdım, umarım beğenirsiniz *-*

6 Ağustos 2017 Pazar

Hun,I'm home.

 Dylan eve girer girmez  ardındaki kapıyı kapatarak 'Balım,ben geldim.'dedi. Apartman güzeldi yani 1812'de yapılan bir bina için güzel denilebilirdi.Eski tip bu bina artık 4 farklı daireye ev sahipliği yapıyordu.Daire sadece ikisi için mükemmelin ötesinde idi. Tavan on beş metre yüksekliğinde olmakla beraber dokuz metre uzunluğundaki dev penceler eve  'yüksek sınıf' havası katıyordu ve mutfak kesinlikle standartlarla uyuşmuştu.Bina mükemmel olmasına rağmen her iki yüzyıllık binadan beklenildiği gibi kendine has bir biçimde ürkünç görünüyordu
'Merhaba Balım' dedi karısı gülümseyerek,Jasmin,misafir odasından çıkarken.
'İşin nasıl geçti?'diye sordu ona sarılıp,öptü.
Ela gözleri ona aşağıdan bakıyordu.
Kendisi Dylan'dan haylice kısaydı.
Dylan eve göz gezdirirken'Gayet iyiydi,hiç berbat olmadı.Evi düzenleme işi nasıl gidiyor?'diye sordu.Birkaç kutu hala kapalıydı ama üç gün öncesine kıyasla meredeyse hiçbirşey kalmamıştı.
'Bu iyi,neredeyse yerleştik.Bitmek üzere.'diye karşılık verdi Jasmine.
'Evet görüyorum.Aa,çantamı arabada unuttum !'  sonra öptü 'Seni seviyorum.'dedi.Çantayı alıp,kapıyı kapattı.
Üç odalı bina ,neredeyse unutulmaz ,kasvetliydi az gelen güneş de gitmişti.Ana kapıları açarak konferans salonunu andıran ortasına kocaman mavi bir halı serilmiş ana koridora ilerledi.Sağ kısımda iki kapı yan yanaydı,3 ve 4 onunkisi 4'tü.İki tane de öbür tarafta kapı vardı bir tanesi yukarıya doğruydu ve Dylan oraya yeni birilerinin yerleştirileceğini biliyordu ama öbürü bodruma inen merdivenlere açılıyordu.Dylan'ın oraya gitmek için bir nedeni yoktu,ev zaten eşi ve kendisinin eşyaları için yeterince büyüktü ama o yine de merakına yenilip inmeyi seçti ve bodrum katına açılan kapıdan aşağıya indi.Batan güneşin ışıkları pencelerden sızıyordu ve duvarlara çarpıyordu.Merdivenler oldukça yeniydi.Derin bir nefes aldı ve inmeye devam etti.Taş duvarlardan dolayı biraz serindi.
Birçok kapı vardı aşağıda belli ki eskiden sınıf olan yerler şimdi böyle  depo olarak kullanılıyordu.Odalar arasındaki duvarlar oldukça eskiydi,hatta tuğlalar dibindeydi.İlk iki oda arasında koridor vardı.Dylan ilerledikçe pencere olmadığını sadece ufak aydınlanma olduğunu fark etti.Ber adım attığında yerden toz kalkıyordu.Belli ki uzun zamandır buraya birileri gelmemişti.Sağında ufak ışıkların belirdiği odaya açılan bir kapı vardı,odaya girer girmez penceler olduğunu ama siyaha boyanmışlardı ve gelen ışık sadece pencerenin aşınan bir kısmından sızıyordu.Odada birkaç dolap,bir yatak başlığı,ve kutular vardı.Kutular ve eşyalar tozla kaplıydı,birkaç böcek kıvranarak pencereden girdi ve yerde düşüp öldüler.Odada derin kızıl bir hava vardı ve tozlu yatak başının arkasında birşey vardı…şey.Duvara yaslanmış uzun birşey.Dylan o şeye yaklaşınca etrafı korumak için çok kat battaniye ile sarılmış ve bantlanmış olduğunu fark etti.
Biraz daha düşündü,eğer böyle sarılıp korunacak kadar önemli ise niye buraya bırakılmıştı ki ?
Başka hiçbirşey sarılı değildi,ilk odalarda lambalar,aynalar ve diğer kırılabilir şeyler de vardı.Neden bu şey bu kadar özeldi?
Dylan yine merakına yenildi ve yatak başlığını çekip bantları açmaya başladı.Tek tek battaniyeleri açtı ve çok eski ahşap çerçeveli bir aynayla karşılaştı.Ahşap çerçeve koyu renkliydi ve aynayı hoş gösteren bir hava katıyordu.Çerçevedeki tozları parmaklarını çerçevedeki oluklarda gezdirerek sildi.Çerçevenin etrafı yabancı olan tek çizgi simgeler vardı.Aynanın üstünde bir katman toz olmasına rağmen bir görüntü vardı.Eliyle sildi ve bir silmesi bile aynada görüntüsünü ortaya çıkardı.
Kahverengi gözleri ona bakıyordu,ne kadar normal görünse de aynadaki kendi yansıması ona rahatsız bir his vermişti.Birşeyler doğru değildi ama tıpkı diğer aynalarda gördüğü yansımalardan bir farkı yoktu.
Elini aynaya koydu ve daha yakından bakmaya devam etti.Belki de gözleri yorulmuştu veya normalden uzun ve yorucu iş gününün izleri olan göz torbaları olmuştu…Hayır.Göz torbaları oluşmamıştı,gözleri gayet iyiydi.
'Burada olmamalıydın.'dedi James,Dylan'ı yerinden sıçrattı.
"Korkuttun,adamım.'
James sessizliğini korudu.Üst katta eşi ve kızıyla beraber yaşıyordu James.
"Burada olmamalıydın.'diye tekrar etti.
'Sadece etrafa bakıyordum.Senin mi ?'diye sordu Dylan parmağıyla aynayı işaret ederek.
'Benim değil,onların."diye yanıt verdi James elinde bir baltayla ışığa yaklaşarak.
'James iyi misin ?'diye sordu Dylan
'Uzun,uzun zamandır iyi değilim.'dedi James biraz daha yaklaşarak.
James ifadesizce baltayı kaldırarak Dylan'ın kafasına sapladı.Balta tam alnının ortasında derine sıkıştı be onu saniyesinde öldürdü.James baltayı çıkardı ve aynanın karşısına geçti ve yüzüne genişçe bir sırıtış yayıldı.Dylan'ın bedenini aynaya karşı yerleştirdi,bir adım geriye çekildi.Birkaç dakika geçtikten aona aynadan ince bir el yavaşça uzanıp,cesedi aynanın içine çekti.
Biraz daha geçtikten sonra aynada olması gerektiğinden başka birşey olmayınca James sabırsızlanarak ayağıyla yere vurarak ritim tutmaya başladı.
Aynadan gelen soğuk hava tüm odayı kapladı.Aynadan bir ayak,sonra bacak çıktı.Tamamı James'in karşısına çıkana dek Dylan gibi gözüküyordu hatta Dylan'ın dakikalar önce sahip olduğu aynı kıyafetler,aynı saç stiline sahipti.Ancak o Dylan değildi.O herneyse bacakları ve ayakları dönmüştü ve kolları,elleri hiçbir şekilde mümkün olmayacak pozisyondaydı.
Yaratık vücudunu döndürmeye başladığında çatlama sesleri havayı zımbalar gibiydi.Bir dakikada tamamen düzeldi.Şimdi her açıdan Dylan gibiydi.Yaratık o hafif ışıktan günahkar bir sırıtma ile baktı.Yaratık  4 numaralı odanın kapısını açtı ve içeri adımını attı.
Tıpkı Dylan'ın tonunda dediği gibi:
'Balım,geri döndüm.'

Merhabalar,Ben Meri ve sizinle ilk çevirimi paylaşmış bulunmaktayım.Aslında bu bloğu hayalet bir biçimde aşırı uzun süredir takip ediyordum dedim ki neden olmasın ve işte buradayım Umarım beğenmişsinizdir,çok ürpertici bir etkisi yok ancak betimlemelerle falan olsun güzel pekiştirilmiş.Bu ilk olduğu için kısa ama yakın zamanda daha uzun bir pastayla görüşmek üzere.