31 Ocak 2017 Salı

Baloons (Penpal Series-2)

5 yaşındayken, anladığım kadarıyla deneysel öğrenim konusunda çok sert bir temel okula giderdim. Her çocuğun kendi alanında ilerlemesini sağlayan yeni bir programın bir parçasıydı, ve bunu kolaylaştırmak için okul öğretmenleri yaratıcı ders planları konusunda cesaretlendirilirdi. Her öğretmene okul dönemi boyunca kendi temasını oluşturabilmesi için tolerans sağlanırdı, ve her matematik, fen vb. ders bu temanın ruhuyla işlenirdi. Bu temalara ‘Gruplar’ denirdi. Bir uzay, bir deniz, bir yeryüzü, ve benim de mensubu olduğum topluluk grubu vardı.
 Bu ülkedeki çocuk yuvalarında, paylaşmak ve ayakkabı bağlamak dışında çok bir şey öğrenemezdiniz, bu nedenle bunların çoğu akılda kalıcı değildi. Sadece iki şeyi açıkça hatırlıyorum: Adımı doğru yazma konusunda en iyi olduğum ve ‘Balon Projesi’adlı güzide programı, ki bu; bir topluluğun nasıl çalışması gerektiğini en basit seviyede gösterdiğinden beri grubumuzun ayar damgasıydı.
Büyük ihtimalle bu aktiviteyi duymuşsunuzdur. Yılın başlarında bir cuma günü( Bunu hatırlıyorum çünkü bu projeyi ve hafta sonunu iple çekerdim.) sınıfımıza girdik ve her birimizin sırasına bağlı, tamamen şişirilmiş balonlarla karşılaştık. Her sırada bir keçeli kalem, bir kurşun kalem, bir parça kağıt ve bir zarf vardı. İstediğimiz şeyin resmini çizip balonlara tutturacaktık. Çoğu çocuk farklı renk balonlar istediğinden kavga etti, fakat ben üzerinde çokça düşünmem gereken notumu yazmaya başladım.
Her not kabaca bir planı takip etmek zorundaydı, ama bu sınırlar içinde yeteri kadar yaratıcı olabiliyorduk. Benim notum şöyle bir şeydi: ‘Merhaba! Benim balonumu buldun! Benim adım {isim} ve {___________} ilkokuluna gidiyorum. Balonu tutabilirsin, ama umarım bana geri yazarsın! Mighty Max’i, keşfetmeyi, kale yapmayı, yüzmeyi, ve en çokta arkadaşlarımı severim. Sen nelerden hoşlanırsın? Lütfen kısa zamanda yaz. İşte mektup için bir dolar!’ Doların üzerine ‘’POSTA PULLARI İÇİN’’ yazdım, annem bunun gereksiz olduğunu düşündü, bana göre dahiyane bir fikirdi.
Öğretmenimiz her birimizin notumuzla beraber mektuba koymak için bir resmini çekti. Ayrıca projenin amaçlarını ve nedenini anlattıklarını varsaydığım başka bir kağıt daha koymayı ihmal etmediler. İşte tüm olay buydu - okuldan ayrılmaya gerek kalmadan bir topluluk oluşturmak ve diğer insanlarla güvenli bir şekilde etkileşime geçebilmek. Ne kadar zararsız, eğlenceli bir fikir gibi görünüyor değil mi?
Sonraki birkaç haftada mektuplar gelmeye başladı. Pek çoğu farklı bölgelerin resmini taşıyordu, ve her seferinde öğretmeniz mektubun nereden geldiğini ve balonun ne kadar yol gittiğini görebilmemiz için resimleri haritaya yapıştırıyordu. Bu çok zekice bir fikirdi, çünkü sırf mektup gelmiş mi diye okula koşa koşa giderdik. Tüm okul zamanı boyunca haftada bir kere mektup arkadaşımıza, veya mektup arkadaşımız yoksa başka öğrencilerin kalem arkadaşlarına yazardık. Benimki son gelenlerden biriydi Sınıfa girdiğimde sırama baktım ve, bir kez daha beni bekleyen mektubu görmeyince hayal kırıklığına uğradım, tam sırama oturduğumda öğretmenimiz bana yaklaştı ve bir mektup uzattı. Mektubu aldığımda o kadar heyecanlanmış olmalıyım ki bana ‘’ Lütfen üzülme.’’ dedi. Ne demek istediğini anlayamadım. Başlangıçta mektubun içinde ne olduğunu bildiğine hayret ettim, ama şimdi öğretmenlerin mektupta yazanları bizim iyiliğimiz için kontrol ettiğini anlıyorum. Mektubu açtığımda ne olduğunu anladım.
İçinde not yoktu.
Mektuptaki tek şey bir resimdi. Ama ne olduğunu çıkaramadım. Bir açıdan çölü andırıyordu, ama çözmek için fazla bulanıktı. Kamera fotoğraf çekilirken oynatılmış gibi görünüyordu. Gönderici adresi yoktu, istesem de geri yazamazdım. Üzüntümü tarif edemezdim.
Okul yılı ilerledi, ve mektuplar neredeyse gelmeyi kesti. Tüm bunlardan sonra sadece sürmekte olan konuşmalara devam edebilirdiniz. Ben de dahil olmak üzere herkes mektuplara ilgisini kaybetmişti. Sonra yeni bir mektup aldım.
 Heyecanım tekrar alevlendi. Ve neredeyse kimseye mektubun gelmeyip bana gelmesi fikrinden ayrı bir haz duydum. İlkinde bulanık bir resimden başka bir şey yoktu, muhtemelen bunun için hazırlanmıştı, ama yine bir not yoktu. Sadece başka bir resim vardı.
Bu daha çok ayırt edilebilirdi ama yine de ne olduğu anlaşılamıyordu. Fotoğraf ufak bir açıyla yukarı döndürülmüştü, bir binanın üst köşesi görünüyordu ama fotoğrafın geri kalanı güneş ışığı nedeniyle seçilemiyordu.
Balonların çok uzağa gidememesinden ve her birinin aynı gün bırakılmasından dolayı harita biraz karışmıştı, ve bu nedenle öğrenciler sonradan gelen  fotoğrafları eve götürmeye başladılar. Yılın sonunda en yakın arkadaşım Josh eve en çok  fotoğraf götüren ikinci kişiydi. Mektup arkadaşı iş birlikçi biriydi ve ona pek çok resim gönderiyordu. Sanırım Josh eve 4 tane  fotoğraf götürmüştü.
Ben neredeyse 50 tane resim götürmüştüm.
Mektupların hepsi öğretmen tarafından açılıyordu, ama bir süre sonra fotoğraflara bakmayı dahi bıraktım. Yine de onları kayalar, beyzbol kartları, çizgi romanlar gibi koleksiyonlarımı koyduğum bir çekmeceye kaldırdım.
O yıl annem bana  küçük bir dondurma makinesi almıştı, ve Josh buna gıpta ile bakıyordu. O kadar ki ailesi ona neredeyse benimkinin aynısından almıştı. O yaz aklımıza dondurma satarak para kazanma fikri geldi. Külahını 1 dolardan satarak bir geleceğimiz olabileceğini düşündük. Josh başka bir mahallede yaşıyordu, ama benim mahallemin satış için daha uygun olacağına karar verdik. Bunu üst üste 5 hafta yaptık, ta ki annem bize engel olana kadar.
5. haftanın sonunda Josh ve ben kazandığımız parayı sayıyorduk. Çünkü ikimizinde ayrı bir para yığını vardı. Sonra bunları bir araya toplar ve eşit olarak bölüşürdük. O gün 16 dolar toplamayı başarmıştık. Josh bana 5. doları uzattığında içimi çok derin ve beklenmedik bir sürpriz kapladı.
Doların üzerinde ‘POSTA PULLARI İÇİN’ yazıyordu.
Josh şaşkınlığımı fark etti ve yanlış mı saydığını sordu. Ona dolardan bahsedince ‘Bu çok havalı, dostum.’ dedi. Biraz düşününce ben de aynı fikre vardım. Benden çıkan para o kadar el dolaştıktan sonra tekrar bana dönmüştü. Anneme söylemek için içeri koştum. Söylediklerimi yaptığı telefon konuşması nedeniyle anlayamadı, ve bana basitçe ‘Ne kadar enteresan’ demekle yetindi. Hayal kırıklığı içinde bahçeye döndüm ve Josh’a  ona gösterecek bir şeylerim olduğunu söyledim. Odama çıktık, ve ona bazı resimleri gösterdim. Bir süre sonra Josh ilgisini kaybetti ve gidip hendekte oynayalım mı diye sordu. (Daha önce bahsettiğim hendek.)
Biraz çamur savaşı yaptık, ama etrafımızdaki ağaçların sesleri nedeniyle birkaç defa oyun bölündü. Buralarda yaşayan orman kedileri ve rakunlar vardı, ama bu onlara göre biraz daha fazla ses çıkarıyordu. Ne olduğunu tahmin etmeye ve birbirimizi korkutmaya çalıştık. Benim son tahminim bunun bir mumya olduğu yönündeydi, Josh bunun bir robot olduğu konusunda ısrarcıydı. Tekrar dinleyince mekanik sesleri duydum ve bunun bir robot olduğu konusunda hemfikir oldum. O zaman ne duyduğumu ancak şimdi anlayabiliyorum.
Döndüğümüzde Josh’un annesi ve annem bizi bekliyordu. Bunu onlara anlatınca güldüler, ve Josh ve annesi gitti. Biz de yemek yiyip yattık.
O günün olaylarını düşünürken korktum ve uyuyamadım. Mektuplara tekrar bir göz atacaktım çünkü şimdi her şey çok daha ilgi çekici görünüyordu. İlk resmi aldım ve zemine koydum, sonra bulanık çöl resmini en üste yerleştirdim. İkinci resmi bunun yanına, yamuk açılı olanı ise üst köşeye koydum.Hepsini 5’e 10’luk bir dikdörtgen olana kadar yerleştirdim. Değerli olmasalar dahi topladığım şeyler konusunda dikkatli olurdum.
 Fotoğrafların kademeli olarak anlaşılabilir olduğunu fark ettim. Üzerine kuş konmuş bir ağaç, bir hız limiti tabelası, elektrik hattı ve aynı binaya giren bir grup insan vardı. Sonra, şimdi bunları yazarken dahi canımı sıkan bir şeyi gördüm. Şaşkınlık ve tek bir düşünceye takılmama neden olan belirgin bir hatırlama hissi ile şöyle dedim:

‘’Ben neden bu fotoğraftayım?’’

Bir grup insanın bir binaya girdiği fotoğrafta, kendimi insanların arkasında annemin elini tutmuş bir şekilde gördüm. Fotoğrafın kenarındaydık, ama bu tartışmasız bizdik. Gözlerim fotoğrafın karelerinde yüzerken, huzursuzluk hissim sessizce büyümeye başladı. Bu gerçekten tuhaf bir histi. Korku değildi, başınızın belada olduğunu anladığınız zaman hissettiğiniz türden bir şeydi. Neden bu hisse kapılmıştım bilmiyordum fakat orada, çok kötü bir şey yapmışçasına donakaldım. Ve bu his fotoğrafların geri kalanına baktıkça arttı.
Ben her fotoğraftaydım.

Hiçbiri yakın çekim değildi. Hiçbirinde sadece ben yoktum, ama her birindeydim. Kenarda,köşede,arkada… Bazılarından sadece yüzümün bir kenarı çıkmıştı, ama eksiksiz her birindeydim.
Ne yapacağımı bilemedim. Küçükken aklınız komik çalışır. Yanlış bir şey yapmış olma hissime kapıldığımdan beri yarına kadar beklemeyi düşündüm.
Sonraki gün annemin izin günüydü, bu nedenle ev temizliği yaptı. Ben de çizgi film izleyip onu bekledim. Postaları almaya çıktığında birkaç resmi alıp mutfak masasına koydum ve onu beklemeye başladım. Geldiğinde çoktan postaları açıyordu ve birkaçını çöpe attı. Şöyle dedim:
‘’Anne, bir saniye bakar mısın?’’ Bu fotoğrafları sana-’’
‘’Sadece bir dakika hayatım, bunları takvimde işaretlemem lazım.’’
Birkaç dakika sonra  arkamda dikilip ne istediğimi sordu. Hala postaları karıştırdığını duyabiliyordum, fotoğraflara bakıp durumu izah ettim. Daha çok açıkladıkça ve fotoğrafları gösterdikçe düzenli ah ohları ve şaşırma efektleri azaldı, ve tamamen sessiz kaldı. Ondan sonra duyduğum ses sanki havasız bir ortamda kalmış bir insanın boğulması gibiydi. Sonunda agresif solumaları galip geldi ve postaları yere düşürüp mutfağa telefona koştu.
‘’Anne, üzgünüm,bunları bilmiyordum.Lütfen bana kızma.’’
 Telefonu kulağına bastırmış etrafta dolanıyor, bağırıyordu. Ben gergin bir biçimde postanın kenarını kıvırıyordum. En üstteki zarfta dışarı sarkan bir şey vardı. Düşüncesizce ve endişeyle çıkana kadar onu çektim.

Bu başka bir fotoğraftı.

Kafam karıştı, bir şekilde fotoğraflarım zarfın arasına girmiş olmalıydı. Ama ona baktığımda, onu daha önce yığının içinde görmediğimi fark ettim. Bu bendim ama bu sefer çok daha yakından çekilmişti. Ve sadece ben de yoktum, yanımda Josh’ta vardı. Bu dün çekilmişti.
Hala telefona bağıran daha doğrusu konuşan anneme seslendim. Sonunda cevap verene kadar seslenmeyi sürdürdüm.
‘’Ne?’’
Sadece ’’Kimi arıyorsun?’’ diye sorabildim.
‘’Polisle konuşuyorum, tatlım.’’
‘’Ama neden,ben kötü bir şey yapmak istememiştim.’’

Küçüklüğümde yaşadığım bu olayları tekrar hatırlayana kadar anlayamadığım bir şekilde cevap vermişti. Zarfı aldı ve Josh’la benim resmim aradan kayıp diğer resimlerin yanına düştü. Fotoğrafı alıp göz hizamda tuttu, bu sırada sadece onu izliyor ve yüzünün nasıl buz tuttuğuna bakıyordum. Yanaklarından göz yaşları süzülerek şöyle dedi:

‘’Polisi aradım çünkü mektubun üzerinde adres yoktu.’’




30 Ocak 2017 Pazartesi

Footsteps (Penpal Series-1)

Sessiz bir odada kulağınızı yastığınıza bastırırsanız, kalp atışınızı duyabilirsiniz. Çocukken, örtülü, ritmik bu ses bana, halı üzerindeki yumuşak ayak sesleri gibi gelirdi. Bir çocuk olarak, neredeyse her gece bu ayak seslerini duyardım ve şuurumu kaybederdim, bu dehşet vericiydi.

Tüm çocukluğum boyunca, annemle göreceli olarak iyi mahallemizde yaşadım. Burası bir geçiş bölgesiydi. - ekonomik açıdan fakir insanlar kademeli olarak taşınırdı, annem ve ben de bu insanlardan biriydik. İki parçaya ayrılan, bir evde yaşardık. Mahalleyi saran bir çok ağaç vardı, bu nedenle oralarda oynayabilir, gündüzleri de keşif yapardım. Ama geceleri üzerlerine lanetli bir his çökerdi. Bunu evimizin havasıyla birleştirebilirdik. Döşemelerin altında, aklımı canavarlar ve kaçınılmaz senaryolarla dolduran oldukça büyük bir boşluk vardı ki bu ayak sesleri hakkındaki korkularımı alevlendiriyordu.
Anneme ayak seslerinden bahsettiğimde, bana bunun hayal gücümün bir oyunu olduğunu söylemişti. Yeteri kadar inat etmiş olmalıyım ki, annem sonunda beni yatıştırmak için kulaklarımı haşlanmış hindi suyuyla yıkamıştı. Bunun yardımcı olacağını düşünmüştüm tabi ki olmadı. Tüm, ürpertici şeylere ve ayak seslerine rağmen yaşanan en tuhaf olay üstte uyuyor olmama rağmen arada sırada alttaki ranzada uyanıyor oluşumdu, ama geceleyin tuvalet veya su için kalktığımda uyumak için ranzaya gitmeye başlamama kadar bu da garip değildi. - Ne de olsa bir çocuktum- Bu iki haftada bir yaşanıyordu, yine de çok korktuğumu söyleyemezdim.

Ama bir gece alttaki ranzada uyanmadım.

Ayak sesleri duymuştum, ama o kadar derin uyuyordum ki kalkmaya tenezzül etmedim. Uyandığımda da bunun nedeni sesler veya kabuslar değildi, üşüyor oluşumdu. Gerçekten üşümüştüm. Gözlerimi açtığımda yıldızları görmüştüm. Ağaçlıktaydım. Aniden kalktım ve neler olup bittiğini anlamaya çalıştım. Rüyada olduğumu düşündüm. Rüya gördüğümü sandım, ama bu pek de doğru görünmüyordu, gerçi bir gece vakti ormanda uyanmanın neresi doğruysa. Önümde bir su oyuncağı vardı,- hani denizde üzerine bindiklerinizden- bir köpek balığına benziyordu ki bu ortama sürreal bir hava katıyordu. Kısa bir süre sonra uyanmayacağımı fark ettim, çünkü uyumuyordum. Etrafımda döndüm, fakat bu ağaçları tanıyamadım. Tüm gün evimizin oradaki ağaçlıkta oynardım bu nedenle her birini çok iyi biliyordum, ama, bunlar o ağaçlar değilse, dışarı nasıl çıkabilmiştim? Bir adım atmamla, ayağımda feci bir acı hissedip olduğum yere mıhlanmam bir oldu. Bir dikene basmıştım. Ay ışında onları her yerde görebiliyordum. Öteki ayağıma baktım, onda bir sorun gözükmüyordu, doğrusu bedenimin geri kalanı da aynı şekilde normaldi. Başka tek bir sıyrığım yoktu hatta kıyafetim dahi pislenmemişti. Bir süre ağladım, ardından toparlanıp ayağı kalktım.
Nereye gideceğimi bilemedim, bu nedenle rastgele bir yön belirledim. Etraftaki herhangi biri ya da herhangi bir şey beni bulana kadar bağırma dürtüsüne direndim. Saatlerce yürüdüm.
Düz bir rotada ilerlemeye çalıştım ve sapmalar yaşadığımda yolumu düzelttim, ama ben sadece bir çocuktum ve korkuyordum. Hiç uluma veya çığlık yoktu, ve sadece bir kere beni tırstırtan bir ses duydum, bir bebek ağlamasına benziyordu. Şimdi onun bir kedi olduğunu düşünüyorum, ama o zaman paniğe kapılmıştım. Büyük çalılardan kaçınmak için farklı noktalara, yön değiştirerek koştum. Bastığım yeri dikkatle seçiyordum, çünkü sol ayağımın durumu hiç de iyi sayılmazdı. Nereye bastığıma dair gösterdiğim dikkati nereye gideceğim konusunda gösteremedim. Çünkü ağlamayı duyduktan kısa bir süre sonra içimi  daha önce hiç tatmadığım bir umutsuzlukla dolduran bir şey gördüm. Gördüğüm şey köpek balığı şeklindeki oyuncaktı.
Uyandığım yerden sadece 10 metre uzaktaydım.
Bu bir çeşit sihir ya da doğaüstü bir zaman bükülmesi değildi. Kaybolmuştum.Şu ana kadar ağaçlıktan kurtulmayı oraya nasıl girdiğimi anlamaktan daha çok kafaya takmıştım.Ama başladığım yere geri dönmek aklımı bulandırmıştı.Bunların benim bildiğim ağaçlıklar olduğundan bile emin değildim; sadece öyle olmasını umuyordum. Bir noktanın çevresinde koca bir daire mi çizmiştim, yoksa geri dönüş yolumu mu yapmaya başlamıştım? Buradan nasıl çıkacaktım? Bu sırada kuzey yıldızının en parlak yıldız olduğunu hatırladım, bu nedenle en parlak yıldızı bulup onu takip etmeye karar verdim.
Sonunda her şey daha tanıdık gelmeye başlamıştı, ‘ve sonunda hendeği gördüğümde’( hendek, arkadaşlarım ve benim çamur savaşı yaptığımız bir havuzcuktu) eve varmayı başardığımı anladım. Bu noktada çok yavaş yürüyordum, çünkü ayağım dayanılmaz bir şekilde sızlıyordu, ama eve yaklaştığıma o kadar mutlu olmuştum ki hafif bir tempoda koşmaya başladım. Sonunda komşularımın çatısını gördüğümde, tempomu hızlandırdım. Sadece evde olmak istiyordum. Çoktan hiçbir şey söylememeye karar vermiştim, çünkü ne anlatabileceğime dair en ufak bir fikrim yoktu. Bir şekilde evde olacak, temizlenip yatağa girecektim. Köşeyi dönüp evimi tüm çıplaklığı ile karşımda görünce kalbim patlarcasına atmaya başladı.
Evdeki her ışık açıktı.
Annemin ayakta olduğunu biliyordum, ve ona nerede olduğumu açıklayacağımı ( ya da buna çalışacağımı) biliyordum, ama bilmediğim şey lafa nereden başlayacağımdı. Hafif tempodaki koşum bir anda yürümeye döndü. Perdelerden annemin siluetini gördüm, buna rağmen o noktada söyleyeceklerim hakkında endişeli değildim. Sundurmaya birkaç adım yaklaştım, elimi kapı koluna koydum ve döndürdüm. Bunun hemen ardından iki el beni kendine çekti. Çıkarabileceğim en yüksek sesle ‘ANNE YARDIM ET! LÜTFEN ANNE’ diye bağırdım. Tam güvende olacakken fiziksel olarak çekilmek, beni şimdi bile tarif edemeyeceğim bir dehşetle doldurdu.
 Kolunu çevirdiğim kapı açıldı, ve kalbimde bir umut ışıltısı yandı. Ama beni karşılayan annem değildi.
O bir adamdı, ve kocamandı. Debelendim, ve arkamdan beni tutan kişinin bacaklarına tekmeler savurdum, aynı zamanda kapıdan çıkan adamdan kaçmaya çalıştım. Korkmuştum, ama aynı zamanda öfkeliydim: ‘ BIRAK BENİ! O NEREDE? ANNEM NEREDE, ONA NE YAPTINIZ? boğazım bağırmaktan acıdı, ve derin bir nefes aldım. Sandığımdan daha uzun süredir çıkan bir sesin farkına vardım. ‘’ Tatlım, lütfen sakinleş, seni yakaladım.’’ Eller gevşedi ve beni serbest bıraktı. ‘’ Seni bir daha göremeyeceğim diye o kadar korkmuştum ki’’ bu noktada o da ağlıyordu.
‘’Üzgünüm, ne olduğunu bilmiyorum. Sadece eve gelmek istedim, özür dilerim.’’
‘’Sorun değil, sadece bunu bir daha yapma. Benim veya bacaklarımın bunu kaldırabileceğini bilmiyorum.’’
 Dudaklarımdan ufak bir kahkaha mırıltısı yükseldi, ve bir miktar gülümsedim.
‘’Seni tekmelediğim için özür dilerim, ama neden beni öyle yakaladın ki?’’
‘’Seni tekrar kaçmış olma ihtimaline karşı korktum.’’
 Kafam karışmıştı, ‘’ Ne demek istiyorsun?’’
‘’ Notunu yastıkta bulduk.’’ dedi, ve bana bir parça kağıt gösterdi.

Notu aldım ve okudum. Bu bir kaçış mektubuydu. Çok mutsuz olduğumdan ve onu ve arkadaşlarını bir daha hiç görmek istemediğimden bahsediyordu. Ben notu okurken, polis memuru, annemle sundurmada birtakım şeylerden konuştu. Bir mektup yazdığımı hatırlamıyordum, bunun hakkında hiçbir şey hatırlamıyordum. Ama, bazen kendiliğimden banyoya girdiğimi de hatırlamıyordum, hatta tek başıma ormana gittiğimi de, hatta tüm bunlar doğru olsa dahi şunu biliyordum:

 ‘’ Mektupta adım doğru yazılmamıştı, bu mektubu ben yazmamıştım.’’

Ç.N: Başlıktan da anlayacağınız üzere bu ''Penpal Series'' adlı 6 bölümlük hikayenin ilk kısmı.Her birini bu hafta yayınlamayı düşünüyorum. Bu nedenle şimdiden uzunluk için özür dilerim.

20 Ocak 2017 Cuma

630-296-7536

Eminim buradaki sizler pek çok bana yardım edinli birinci kişi ağzından yazılmış hikayeler görmüşsünüzdür. Şöyle oldu, böyle yaptım, lütfen falan filan… Sizi bunlardan biriyle rahatsız etmeyeceğim.Sizden yardımınızı istemeyeceğim. Sizden istesem dahi bunu bana veremezsiniz,yardımınız işe yaramaz.
Neden?
Çünkü siz bir üye değilsiniz.
Keşke ben de olmasaydım.
Hepsi çok masum bir şekilde başladı, bir telefon çağrısıyla.
Birkaç saattir uyanıktım,kutular açıp evi temizliyor, tesisatçıyı beni araması için bekliyordum. Daha yeni bir kabine taşınmıştım ve müteahhit her şeyi berbat etmişti. Bu nedenle müteahhidin yapması gerekip de yapmadığı şeyleri yapmaları için yetkili kişilere telefon etmek gibi harika bir meşgalem vardı.
Telefon 12:06’da çaldı.
Fena değil diye düşündüm. Çoğunlukla tesisatçılar saat 5’e kadar arama zahmetinde bulunmazlardı.
Telefonu açtığımda bir kadın ‘Lütfen mevcut bir operatör için beklemede kalın.’ diye konuşmaya başlamadan önce bir merhaba bile diyemedim.
Kalktım ve mutfaktaki iskemleye oturdum, burası kargo kutuları tarafından işgal edilmemiş az yerden biriydi. Asansör müziği kulağıma tanıdık titreşimler yolladı. Müzik bitip, birbirine pek de uymayan üç notalı bir melodi çalan piyano ikinci turunu tamamladığında neredeyse uyuyacaktım.
Ses hattan geldi.
'‘Boothworld Endüstrisi’ne hoş geldiniz. Benim adım Samantha, bugün sizin operatörünüzüm. İsim?’'.
Ne diyeceğimi bilemedim, bu nedenle operatöre kendi adımı verdim.
‘'Efendim, kim olduğunuzu biliyoruz. Ben sizin operatörünüzüm, lütfen erişim için bana bir isim verin.’'
'‘Anlamıyorum.’'dedim.
‘'Herhangi biri olabilir efendim, sadece bir isme ihtiyacımız var.’'
‘'Ah, tamam.’' dedim. Harold Withers diye bir isim uydurdum.
'‘Efendim, operatörünüz olarak hayali isimler veya tanımadığınız kimselerin isimlerinin kullanılamayacağını belirtmek zorundayım.’'
'‘Ne için kullanılacak?'’ Bu ismi uydurduğumu nasıl bilmişti? Tüm bunlar bir şaka gibi gelmişti, ama yeni numaramı çok az insan biliyordu.
‘'Tadilat.'’
‘'Tadilat? Orası tesisatçı mı?’' diye sordum.
'‘Boothworld Endüstrisi’ne hoş geldiniz. Benim adım Samantha, bugün sizin operatörünüzüm. İsim?’'.
Bunu evet olarak algıladım ve onlara eski sevgilimin adını verdim. ‘'Jessica Goodwin.’'
Telefonun öteki ucunda klavye tıkırtıları duyabiliyordum. Sanki klavyeye basmıyordu da yumrukluyordu. Bir süre sonra geri dönüş yaptı.
‘'Jessica Goodwin’' dedi.’Tadilat 21 Ağustos 2015 tarihine atanmış. Tekrar atamak ister misiniz?’'
Tüm zaman boyunca sessizdim. Buna inanamadım. Biri benimle dalga geçiyordu.
'‘Kim o? Sen misin Jessica? Bu bir tür şaka mı?’’ diye sordum.
Kadın uzun bir süre cevap vermedi. Sanırım hattın öteki tarafındaki kişi gülme krizine tutulmuştu.
‘'Orada mısınız?’' diye sordum.
‘'Evet ya da hayır efendim.’' diye cevapladı.
‘'Evet’' dedim kadının ne sorduğunu anlayamadan.
‘'Randevuyu salı gününe alabilirim. Bu size uyar mı?’'
Bu noktada kafayı yiyecektim ve burası gerçekten bir tesisat şirketiydi.
'‘Bugüne ne dersiniz?’' diye sordum. ‘Bugün boş musunuz?’
‘'Normalde bu kadar kısa zaman için yeniden tayin yapmıyoruz, ama bugün bir iptalimiz var. Saat üç size uyar mı?’'
‘'Saat üç iyi.’' dedim.
'‘O zaman saat üçte. Nezaket çağrısı yapmak ister misiniz?’'
'‘Tabi.'’
'‘Mükemmel, biz Boothworld Endüstrisi olarak teşekkürler ve klube hoş geldiniz demek istiyoruz. Harikulade bir gün geçirmeniz dileği ile.'’
Enteresan melodi yine iki kere çaldı ve ardından hat kesildi. Gözlerimi yuvarladım paketleri açmaya geri döndüm.
Telefonum öğleden sonra üçte çaldı.
‘Merhaba?’ dedim.
‘Efendim, ben Boothworld Endüstrisi’nden Samantha, Nezaket çağrınız şimdi başlıyor.
‘Ne yapıyors-.’ diyemeden bastırılmış akorlar kulağıma vurdu ardından Jessica’nın sesini duydum.
‘Bunu neden yapıyorsunuz?’ diye sordu Jessica. Göz yaşlarını sesinden algılayabiliyordum.
‘'Jessica?’' diye sordum.
‘Efendim.’ dedi operatör. ‘'O sizi duyamaz. Bu bir nezaket çağrısı. Randevu çoktan sonuçlandı.’'
''Lütfen.’' diye yalvardı Jessica. ‘Lütfen bunu yapmayın. İstediğiniz her şeyi yaparım. İst-’'
Sesi bir hırıltıyla tıkandı ve bundan itibaren telefonun öteki ucundan tek duyabildiğim kıyafet hışırtıları ve daha çok hırıltı oldu. Sonunda bitti ve başka biri telefonun başına geçti.
‘'Planlanan çalışma tamamlandı,’' dedi bir adam sesi.’'Biz Boothworld Endüstrisi olarak teşekkürler ve klube hoş geldiniz demek istiyoruz. Harikulade bir gün geçirmeniz dileği ile.'’
'‘Efendim?’'operatör tekrar hatta geldi. '‘Bu sizi memnun etti mi?’'
Uzun bir süre orada oturdum, soğuk ter göğsüme damlıyordu. Jessica benim eski sevgilimdi, onu ortaokulda en yakın arkadaşımla iş üstündeyken basmıştım.
Gülümsedim ve fısıldadım, '‘Bu mükemmel.’'
‘'Harika’' diye cevap verdi operatör. '‘Boothworld Endüstrisi olarak yegane amacımız hizmettir. Başka bir randevu ayarlamak istiyor musunuz?’'
Bulaşık makinesinin kapağından akan suya baktıkça gülümsemem daha da büyüdü.
‘'İsim?’'
‘'Dan, soyadını bilmiyorum. O bir müteahhit.’'
‘'Dan Arencibia, 13 Eylül, 2032. Randevu tarihini değiştirmek ister misiniz?’'
‘'Evet’' dedim.
‘'Çarşamba size uyar mı?’'
‘'Salı günü uygun dememiş miydiniz?’'
‘'Evet, fakat maalesef orası başka bir üye tarafından doldururdu.’'
‘'Ne?’' diye sordum.
Tıpatıp aynı cevabı verdi.
‘'Benim tadilat tarihimi değiştirebilir miyiz?’' diye sordum.
‘'Tabi ki efendim.’' Sanki gülümsüyordu. ‘'Her zaman bir yolu vardır.’'
Bana nasıl olacağını söylemesini bekledim, konuşmadı.
‘'NASIL?’' diye sordum.
‘'Boothworld Endüstrisi her zaman yeni üyelere açıktır. Biz tabi ki davetiye esaslı bir klubüz. Maalesef son yıllarda üye sayımız azaldı. Ekonomik durgunluk, savaşlar, politika gibi nedenlerden dolayı. Kendi tadilat randevunuzdan kaçınmak için sizden istediğimiz şey daha çok üye davet etmek.''
Tünelin sonundaki ışık diye düşündüm.
‘'Ne kadar üyeye ihtiyacınız var.’'
‘'Bin’'
Sesim kısıldı. ‘'Bin?’'
‘'Evet efendim. Aksi takdirde planlanmış randevularımızı devam ettirmek zorundayız. Bu randevuyu ayarlayan üyenin bir nezaket çağrısı istediği konusunda sizi bilgilendirmeliyiz’'
O an benim için her şey durmuştu. Bugüne kadar yaşadığım hayatım, hiçbir işe yaramıyordu, hiçbir fark oluşturamıyordu.
Ağzım kurudu. Bunun dramatik olması amacıyla kitaplara yazdıkları şeylerden biri olduğunu düşünürdüm.
Öyle değildi.
‘'Size bin tane üye bulacağım diye fısıldadım.’'
’'Biz Boothworld Endüstrisi olarak teşekkürler ve klube hoş geldiniz demek istiyoruz. Harikulade bir gün geçirmeniz dileği ile.’'
Arama sonlandı.
Telefonu aldım ve uzun süre ona baktım. Çarşamba günü tesisat için planlanmıştım, ve bir yerde biri benim son nefesimi dinlemek için bir nezaket çağrısı alacaktı, tabi bin tane üye bulamazsam.
Bu komik. Her zaman elit kesime dahil olmak istemiştim. Skulls and Bones, New World Order. Nasıl girdim bilmiyorum fakat atık ben de bunun bir üyesiydim. Çarşambaya kadar bunun tadını çıkarabilirdim.
Başta dediğim gibi yardımınızı istesem dahi, bana yardım edemezsiniz. Çünkü siz bir üye değilsiniz.
Üyelik sadece davetiyeyle yapılıyor.
Sizi davet ediyorum.
Bana yardım edebilirsiniz.
Sadece 630-296-7536’yı aramanız yeterli.

15 Ocak 2017 Pazar

"The Quiet Sky"

Her şey yıldızlara seslendiğimizde başladı; karanlığa. Dünyanın kabuğuna tutunup geniş boşlukta yuvarlanırken nedensizce çok küçük hissettik. Meraklıydık, evet, ama bence aslında sadece aşırı derecede korkmuştuk. Ve gençtik, çok genç. Çocuktuk ve tıpkı yalnız, kaybolmuş bir çocuk gibi her şeyi durdurmak için yapabileceğimizi düşündüğümüz tek şeyi yaptık.

Yardım çağrısı yaptık.

Yıllar boyunca bir işaret için gökyüzünü aradık. Uzaklarda, karanlığın içindeki yıldızlara sinyaller gönderdik.

"Yalnız mıyız?”

Ama gökyüzü sessizdi. Bizi kendi yaptıklarımızla bırakırcasına; her zaman sessiz.

Ancak ağlayan çocuk asla susmaz, biz de susmadık. Yüzyıl üstüne yüzyıl uzayın her bir köşesine sinyal gönderdik. Orda hiç kimsenin olmadığına inanmayı reddettik. Olmak zorundaydı. Ama bilinmeyen bir sebepten ötürü, bize asla cevap vermediler.

Bunun değiştiği günü herkes hatırlıyor.


1974’teki Arecibo* mesajına cevap verildiği düşünüldü. Arecibo mesajına verilen cevap neredeyse 3 ay önce, iki ayrı bölüm halinde alınmıştı. Mesajın ilk bölümü California’daki H.C.R.O’da alınmıştı. 1 saat boyunca devam eden cızırtı benzeri sesi içeren sinyali Allen teleskobu almıştı. Sinyal bütün bir saat boyunca hiç durmadan devam eden gıcırdama ve cızırtı sesinden oluşuyordu. Bu mesajın bir anlamı varsa bile, hiçbir zaman keşfedilemedi. Bildiğimiz tek şey sinyalin Herkül Takımyıldızının oralardan geldiğiydi, M3’ün* yakınından. Sinyal durduğu anda, asıl mesaj başladı.

O gün iletişim kurduk, ve bize bir soru soruldu.

“Orda.Kim.Var?”

Soru radyolardan geldi, ama ses olarak. Hepimizin kafasının içindeki ses, soruyu hepimize sordu. Ben de duydum. Karım da duydu. Genç de duydu, yaşlı da. Hatta sağır bile duydu. Herkes, her yerde, dünya üzerindeki her dilde, sesin soruyu kafalarında fısıldayışını duydu.

Aşırı net bir şekilde hatırlıyorum. Soruyu o neredeyse tanıdık, sürekli kafamın içinde olan tanımlanamaz sesiyle sordu. Düşüncelerimden birinin serserileşip, benle konuşmaya karar vermesi gibiydi. Sonrasında gelen şeyi dinlerken dünya durmuş gibi geldi.

“Nerdesiniz?”

Bu ağır soru saatler boyunca zihnimizde dolaştı, ve ardından günler boyunca, ve sonra haftalar boyunca. O gün her şey değişti.

Daha en baştan şüpheciler vardı, bir de Tanrının bizimle konuştuğunu ve kefaret zamanının geldiğini söyleyen ‘kutsallar’ . Hiçbir şey duymadığını iddia edenler vardı, ve uzaylıların kendilerine sırlarını verdiğini iddia edenler. Ve tabi ki, tıpkı bizim gibi, dünya dışı varlıklarla gerçekten iletişim kurduğuna inananlar vardı; konuşmaya hazır olduklarına. Bizi karanlıktan çıkarmaya hazır olduklarına.

Yanılmıştık.

Uzaylı yaşamla hiçbir zaman iletişim kurmamıştık, en azından insan zihninin anlayabileceği bir şeyle. Yıldızlar uçsuz bucaksız ve onların boşluğunda seslerimiz, anlaşılmaz bir şeyin kulaklarına dokunmuştu. Aç ve şeytani bir şeyin. Ses’in.

Hatamızı yer inlemeye başlayınca anladık.

Ayaklarımız altında, her yerde, yer kabuğu inliyor gibiydi. Boğuk sesler altımızdaki toz ve toprağı sarstı. Hiç kimse buna neyin neden olduğunu bilmiyordu, sesler gelene kadar.

Mezarlar çığlık atıyordu.

Tek seferde tüm ölüler çığlık atmaya başladılar. Her ölü adam, kadın ve çocuk mezarlarında dönüyorlardı. Bütün hayvanlar da. Her köpek, her kedi, bu dünya üzerinde bulunmuş olan her şey. Antik balinaların çığlıkları denizi sarstı, kuşların tiz sesleri ormanlarda yankılandı. Tabutlar sallandı, morglar uludu.

Sesler bütün dünyayı büyük bir sessizlikte bırakarak aniden durdu. Seslerin yokluğunda, havayı yeni bir ses doldurdu. “Ses” geri dönmüştü.

“Sizi.Duyuyorum.”

Bir fısıltı gibi ardımızdan geldi. Şeytani, aynı zamanda yaramaz, çok yakındaymış gibi hissettiren, ama aslında çok uzakta olan bir varlık. Bize bir söz vermeden önce sessizlikte 1 dakikalığına nefes almamıza izin verdi. Verdiği söz, gerçekleştireceğini bildiğimiz bir sözdü.

“Ben.Geliyorum.”

Ses gitmişti ve gökyüzü tekrar çığlıklarla dolmuştu. Bu kez çığlıklar yaşayanlardan geliyordu.

Ses gittikten sonra kendi cihazlarımızla baş başa kalmıştık. Milyonlar paniklemiş ve haklı bir şekilde sokaklar kaosla dolmuştu. O gece pek çok insan şiddet ve silah ateşleri yüzünden öldü. Onlar ‘kendinden geçmişler’ olarak bilineceklerdi, bizlerse ‘suçlular’ olarak. Yapabileceğimiz tek şey beklemekti.

Çığlık atan ölüler, Ses yaklaşırken hissettiğimiz yan etkilerden sadece ilkiydi. Yaklaştıkça, daha çok hissettik.

Çığlıkların ardından gelen gece, yıldızların ilk defa kanadığını fark ettik. Gökyüzünün batısındaki bir kısım siyaha dönmüştü, geceden bile siyaha. Siyahlık, etrafındaki yıldızdan daire yüzünden belirgindi ve sanki suya damlatılan gıda boyaları gibi kanıyorlardı. Ancak kanıt, her gece büyüyen karanlık daire ve kanayan daha fazla yıldız ile önümüzde duruyordu.

Gelişini izledik.

Geçen her gece ile, siyah daire genişledi ve daha fazla yıldız bükülüp kanadı. Gündüz vakti başka bir cehennem bizi karşılıyordu. Yan etkiler kötüleşmişti. Günler her zaman yeni bir şey getiriyordu. Eminim ki olan şeylerin çoğunluğu söylenmeyecek ve bilinmeyecekti.

Hayvanlar kaybolmaya başladı. Hepsi. İz yoktu, ya da arkada kalan bedenler. Evcil havyanlar kaçıyordu, bazıları vahşi bir şekilde. Hepsi bir daha asla görünmemek üzere geri çekildi. Ormanlar terk edilmişti, denizler boştu, gökyüzü sessizdi. Dünya boş ve yalnızdı. Tsunami gelmeden önce kıyıdan çekilen su gibi gitmişlerdi.

Bir gün, yaklaşık 2 hafta önce, bilim insanları tekrar Ses’le konuşmayı denediler. Belki de onunla mantıklı bir şekilde konuşmayı umdular. Dünyamıza olanlar hakkında konuştular onunla, ve ona sorular sordular. Bilim insanları yalvardılar. Ama konuşmadı. Bir cevap gönderdi. Ertesi gece gökyüzü ateş şeritleri ile aydınlandı. Saatler boyunca yandı, turuncu ve kırmızı ile parıldadı. Etkisini ertesi gün televizyonlar karıncalanıp, telefonlar çalışmayıncaya kadar anlayamadık. Bütün uydular yukarıda düşerken oturduk ve izledik.

Ardından haberler dedikodu ve guruldamaya dönüştü; akıl sağlığı geçmişe ait bir şey oldu. Hava soğudu ve üstümüze çöktü. Ses neredeyse gelmişti ve herkes bunu hissediyordu.

Uydular düştükten sonra 1 hafta boyunca yağmur yağdı. Yağmur tuzluydu ve çimleri siyaha çeviren, bilinmeyen bir kirle çamurlanmıştı. Belki de uydular atmosfere değerken beraberlerinde bir şey de getirmişlerdi, hiç kimse emin değildi. Emin olduğumuz tek şey güneşi kapatacak kadar siyah olan bulutlardan düştüğüydü, tıpkı sıvı kül gibi. Karanlık, günlerce tepemize düştü.

Bulutlar gittiğinde, gökyüzü boştu. Hiçbir bulut yoktu, ama gök alçak ve griydi. Güneş yukarıda bir yerdeyse bile kendini göstermiyordu. O bile bizi terk etmişti. Geceyle gündüz aynı hale gelinceye kadar, her gün yavaşça koyulaştı ve koyulaştı.

Bazı insanlar daha sonradan karanlıkta bir şeyler gördüklerini söylediler; çok uzuvlu ve çarpık yüzlü, bakış açılarının kenarında gezinen şeyler. Uzun, deri değiştiriyor veya çürüyor gibi görünen şeffaf-beyaz yaratıklardı. Birkaç saniye göründükten sonra iz bırakmadan kayboluyorlardı. Bazıları bunun uzaylı istilasındaki ilk adım olduğuna inanıyordu ama geri kalanımız ne düşüneceğimizi bilemedik. Sadece bunun basit veya tehlikesiz bir şey olmadığını biliyorduk. Onların hepsi halüsinasyon olmalıydı, dayanmamız için verilen daha fazla çılgınlık, ama diğer her şey kadar da zararsız. Ölülerin çığlığı, kayıp hayvanlar ve ölen gökyüzü kadar zararsız.

Ortaya çıkmalarının süresi ve sayısı çoğalmıştı. Sanırım herkes onları en azından 1 defa gördü, ama tek bir insanın bile neden burda olduklarını tahmin edebildiğini sanmıyorum. Hiç kimseye dokunmadılar ya da konuşmadılar ve kesinlikle zarar vermediler. En net gören kişiler onları yas içinde, üzgün görünümlü olarak tarif etti. Hatta bazıları, yaratıkların gece onlara göz kulak olduğunu iddia etti, ve diğerleri yaratıkların bizim için üzülüyor olduklarını söyledi. Birisi yere secde edip, ellerini başının üstünde birleştirdiğini ve bizim için dua ettiğini bile söyledi.

Dua etmek yardımcı olmuyordu. Bizi uzun süre ayıran tapınma merkezleri bize umut getirmekte başarısız olmuştu. Ses bir süreliğine dua edip yalvarmalarına izin verdi, ama sadece günler önce hepsini bitirdi. Kimse nasıl olduğunu sorgulamadı, şu noktada olan hiçbir şey hiç kimseyi şaşırtmıyordu. Ama son gün, bütün kitaplar yandı. Her İncil, her Kuran, her şey.

İnsanlar inançlarının merkezlerine koştular ama teselli bulamadılar. Kiliseler ve tapınaklar da aynı kadere mahkûmdu, fakat daha kötüsüne. İnsanlar en büyük umutları tarafından terk edilmişlerdi. Dünyanın her yerinde, duvarları kurtuluş arayan insanlardan oluşmuş kiliseler hakkında dedikodular vardı. Duvarlarla bir olmuşlardı; tuzaktaki sinekler gibi yapışmışlardı. Hala umut için yalvarırken öldüler ama yardımdan uzaktılar. Geri kalanımız yalvarmayı kesmeyi öğrendik.

Bekledik.

Son mesaj geldi. Gökyüzünün ötesinden üstümüze çöktü. Ses yankılandı ve basit gerçeği söyledi.

“Ben.Geldim.”

Ufuğun ötesinde bir karanlık var, daha önce görüldüğüne şüphe duyduğum türden bir karanlık. Sayısız ruhun çığlıklarını getiren, hızlı hareket eden. Şimdi yıldızlar ölüyor ve bir daha görülmeyeceklerini biliyorum. Işık çok hızlı ölüyor.

Bunu bir uyarı olarak bırakmıyorum. Hayır, bunun için çok geç. Onun yerine, bunu son bir farkındalık olarak alın; insanlığın bileceği son şey. Yalnız veya kayıp olup olmadığımızı hep merak ettik ama güvende ve saklı olup olmadığımızı hiç merak etmedik. Evren sonsuz ve bizim anlama kapasitemiz belirgin bir şekilde sınırlı. Karanlığı asla çağırmamalıydık. Aslında ışığa tutunmalıydık ve boşluğa döndüğümüz her an gözlerimizi yummalıydık. Son dakikalar yaklaştıkça, son bir gerçeğe tutunuyorum.

Artık gökyüzünün neden hep sessiz olduğunu biliyorum.

By:Ryan Brennaman

Ç.N:
*Arecibo mesajı: 1974 yılında M13 yıldız kümesine gönderilen mesaj. (Mesaja cevap geldiği söyleniyor.)
*M13: Messier 13,Herkül Takımyıldızında bulunan yıldız kümesi.

YGS’ye kadar çeviri yapmayacaktım ama bir husus hakkında konuşmam gerektiği için ve kendimi de biraz suçlu hissettiğimden çeviri altında yazmak istedim ^^ (Ve evet acayip huzursuz bir CP çevirdim ._.)

Merak etmeyin;pek çoğunuzun belirttiği, çevirmen notuna kadar çalıntı yapan kopya blogun farkındayım ama bütün uyarılarıma rağmen dediğim hiçbir şeyi dikkate almamış. Blogu bilenler bilir, ben nazik olmak adına şimdilik üstüne gelmiyorum. Sadece bunun farkında olduğumu bilin/bilsin ^^
Ayrıyeten yine çalıntı yapan Instagram sayfalarından da haberdarım, bir arkadaşım sırf emek hırsızlığı uyarısı yaptığı için sayfadan banlanmış bile. Yüzsüzlük ve hırsızlık diz boyuyken bazen insan ne yapacağını bilemiyor gerçekten ._. Yani oraya “creepypastaturkce.blogspot.com.tr’den alıntıdır.” Yazsan elin mi kopar, bir yerin mi eksilir?

13 Ocak 2017 Cuma

Time Pass

Herkes, kendiyle karşılaşır. Aynada. Ama ayna olsaydı iyi olurdu.
***
Evden hızla çıkmış, anneme öpücük yollamış ve okuluma gitmiştim. Tabii annem öyle sanıyordu. Okula gitmeyi bırakmış, bir antikacıda işe girmiştim. Paraya ihtiyacımız vardı, annemin gücü buna yetmezdi. Babam... Babamsa ölmüştü. Çantamı, köşeye bıraktım ve dükkana girdim. Eşyalar yoktu, tam arka odaya da bakacakken ayak sesi duydum.
Aniden arkama baktım.
Oradaydı.
Gülümsedi, beni tanırmışçasına. Geriye doğru sendeledim, çok korkmuştum. Ağzının yarısı yoktu v- ve gözü sallanıyordu. Çığlık attım. Boğazımı patlatmış olabilirdim. Bu önemli değildi, koşamıyordum kaçamıyordum. Durdurulmuştum.
"Bana ver." Gırtlaktan bir ses ile konuşmuştu. Kekeleyerek cevap vermeye çalıştım.
"Ne- neyi?" Tekrar gülümsedi.
"Gözünü." Gözümü demişti... O gözümü demişti!
"Gözüm mü?!" Tekrar koşmaya çalıştım, o yaratık gözümü alamazdı! İzin veremezdim.Yürek yemiş gibi,
"Hayır!" dedim.Sanki, ondan korkmuyordum. Bende, onu kendisine çeken bir şey vardı.
"Zorundasın, geleceğin için." Sanki bir tavsiye gibiydi bu. Her ne kadar gözümü almak uğruna olsa bile. Gözlerimi yumdum ve çömeldim. Sessizce, ağlamayı yeni akıl edebilmiştim. Ve oldu.
***
Bu halle bürünmek zordu. Tamamen aratığa dönüşmüştüm. Ağzımın yarısı kaybolmuş ve gözüm sarkar haldeydi. Konuşmam hayvancaydı, ancak düşünebiliyordum. Tek umudum, kendimdi. Geçmişe gidebiliyor ve zamanı durdurabiliyordum. Kendimi, kendim için kullanmak zorundaydım. Ve gittim; geçmişe.
Bunu yapmak adiceydi biliyordum. Küçük bir çocuğun hayatını karartmak.Bunları düşünmedim.O gözü alcaktım...
***
Ç.N: Biraz saçma ve çok güzel değil, ancak sizi idare der :)

6 Ocak 2017 Cuma

The Last Train Home

Metroda hiç başka insanları izlediniz mi? Yüzünüzün dibinde olan birini görmezden gelmek oldukça ilginç. Bir kutu sardalya aklınızdan geçer, yolcuların kalın bir şişe yağ veya salamura ile katılmaması haricinde. Bunun yerine ter, kolonya ve sıkıntı dolu metronun havasında kavrulurlar. Herkes kendi dünyasına çekilir sıcak küçük kozalarına. Oraya, şehrin iç kesimlerine pırpır eden yere giderseniz,  kitap, gazete okuyan insanlar bulacaksınız. Belki telefon belki de bir e-kitap okuyucu  aracılığıyla.

Benim haricimde, ben her zaman kalın camların arkasından titrek karanlığa bakıyor olurdum. Bazen, gecenin geç saatlerinde, aynı trene tekrar binmeyi umardım, böylece hepsini tekrar görebilecektim.

--

Yine o haftalardan biriydi. Aslında o aylardan biriydi. Dosyaların kirli çamaşırlar gibi yığıldığı haftalardan biriydi. Patron benim davama bakıyordu. Zavallı, kelleşen alçak spor arabası ve ipoteği ile bizi bir müşteri adına salak saçma bir proje için ülkenin karşısına götürüyordu. Günler ve geceler anlamını kaybetmişti. Kimseyi rahatsız etmeden işe, ardından gün ışığını görmeden eve dönüyordum. Kafein tek dostumdu. İş ajandamdaki son şey de eve dönen son trene yetişmekti çünkü aşağılık herif dönüş için bir taksi bile tutmamıştı.

 Yine sayısız, aptalca günlerden biri olmuştu, sunum tahtaları ve yazılar. Dürüst olmak gerekirse, üstünde çalıştığım anlamsız raporun beşinci mi ellinci mi olduğunu bilmiyordum, veya ikisinin arasındaki farkı size anlattığımı. Ofis bir saat önceden boşalmıştı.Arkadaşlarım çıkarken sırtıma rahatsız edici sıvazlamalar yerleştirmişlerdi. Laptop’umu ve evrakları çantama sıkıştırdıkça lanet okudum. Treni kaçıracaktım. Binanın durgun ısısı sokağa çıktıkça yerini acı soğuğa verdi.

 İstasyon ıssızdı. Gecenin bu saatinde şaşırılacak bir şey değildi. Zemine indikçe hırıltılı soluklar vermeye başladım. Eski okul zamanındaki sağlığım içki okyanusunun altında boğulmuş ve fast food dağının altında ezilmişti. Son trenin çoktan ayrıldığını düşünmüştüm, kendimi çok pahalı bir taksi faturasına hazırlıyordum. Trenin tanıdık metal sürtme sesiyle geldiği vakit ayrılıyordum. Grafitiler trenin gri yüzeyini süslüyordu. Kapılar tısladı, sıcak hava dışarı püskürdü, ben içeri atladım.

Enteresan bir şekilde tren doluydu. Tıka basa değil ama yine de kalabalıktı. Kendime uzun kahverengi bir ceket giyen yaşlı bir adam ve siyah resmi bir kıyafeti olan genç bir kadının arasında bir yer buldum. Kadının göğsüne büyük bir çiçek iliştirilmişti, rimeller ve göz farları adeta yüzünde maske oluşturmuştu, beceriksiz bir şekilde. Karşımda iki tane yorgun asker oturuyordu. Sıfıra vurulmuş saçlarının altından pembe kafa derileri parlıyordu. Bunlar gibi her çeşit insan burada bulunuyordu. Bir gece yarısı vagonda milleti incelemek adeta yapboz yapmaktı.

 Bir titreme ile tren istasyondan ayrıldı.

 Memnuniyetle yerime oturdum. Tünellerdeki ağ bağlantısı hiçbir zaman güvenilir olmamıştı. Dönüş yolunda kendimi eğlendirmemin başka bir yolunu bulmalıydım.
Rayların gıcırdamaları ve rüzgarın uğultusu dinmiş gibiydi. Bunun yerini, fısıltılar, bir tiyatrodaki kalabalığın hararetli ama bastırılmış  sakin ses tonları almıştı. Kabin normalden daha soğuk hissettiriyordu. Isıtıcı tekrar mı kapanmıştı? Olamazdı. Kabinin bir saniye önce daha sıcak olduğuna emindim, fakat şimdi soğuğa karşı yürüyormuş hissi veriyordu. Ceketimi biraz ilikledim. Vagondaki tuhaf kişilerin karışımına baktım. Kimse buraya uygun değildi. Neden bir öğrenci sürüsü vardı. Sarhoş muydum? Veya neden okul kıyafetine benzer bir şey giyen bir köylü kızı vardı? Sert plastik oturakta biraz kaydım. Hiçbir elektronik cihaz göremiyordum. Trenin tepesine tutturulmuş kırmızı ışıklara baktım, daha dört durak vardı.

Tren bir dahaki istasyona vardığında hala göstergeye bakıyordum. Durmadı, yavaşlamadı dahi, sadece ilerlemeye devam etti. İstasyonun ışıkları ve direkleri bulanıklaşmıştı. Yerimde doğruldum, gözlerim genişlemişti. Ne çeşit bir trene binmiştim? Kalabalığın geri kalanı bu gelişmeden etkilenmemişti. Hatta, kısık fısıltılar tren ilerledikçe artmıştı.

  Hala karanlık tünelde ilerliyorduk, tepe ışıkları bir açılıp bir kapanıyordu, okul üniformalı küçük kız yaklaştığında, bana bakmaya başladı. Lise öğrencileri arasından geçti ve bir erkeğin elini çekti. Erkek bir basketbol oyuncusu olmalıydı, diğerlerinden daha uzundu. Kulağını küçük kızın ağzına yaklaştırmak için eğilmek zorunda kalmıştı. Kız oğlanın kulağına hızla bir şeyler fısıldadı. Trenin sesinden başka bir şey duyamadım. Oğlan göz kırptı ve geri çekilip doğrudan bana baktı, sanki beni ilk defa görüyor gibiydi. Yakışıklı suratı enteresan bir şekilde döndü. Neydi bu? Öfke mi? Hayır, bir şey istiyor gibiydi. Aç görünüyordu. Arkadaşları, konuşmayı fark ettiler ve dikkatlerini adamla aynı yöne verdiler, bana. Aynı duygular cümbüşü onların da suratında oluştu. İfadelerini keskinleştiriyorlardı. Daha aç görünüyorlardı. Dev ileri bir adım attı, belki de yaptığım bir şey dostuna zarar vermişti. Bir ortaokul öğrencisi onu tuttu.

Bu his bir şimşek gibi vagonun içinde yayıldı. Askerler dişlerini sıkıp bana bakıyorlardı. Yanımdaki yaşlı adam başka bir koltuğa geçti, böylece boynunu döndürmeden bana bakabilecekti. Dışarıdaki, bulanık ışıklar bana daha üç durağın olduğunu söylüyordu.

 Yerimde küçüldüm. Çantamı korumacı bir şekilde tuttukça kaslarım gerilmeye başladı. Bu aptal davranışa rağmen, işime tutunuyordum, hayata odaklanmak beni bu kabustan kurtaracaktı. Kurtarmadı. Gözlerinin ağırlığını üzerimde hissettim, sanki böcekler vücudumda geziniyordu. Bir şey yanlıştı. Kesinlikle yanlıştı. Tuhaf kalabalık, çok farklıydı, hala daha her biri o tuhaf ihtiyacı suratlarına takınmıştı.

 ‘’Onları umursama, sadece seni kıskanıyorlar.’’ dedi yanımdaki kadın. Sesi yumuşaktı, bal gibiydi. ‘’Onlara bakma ve onlarla konuşma.’’

 Dönüp yol arkadaşıma baktım. ‘’Neden kıskanıyorlar? Sadece son treni yakalamak istemiştim.’’

‘’Bu hepimizin son eve dönüş treni.’’ gülümsedi. Solgundu, çok güzeldi. ‘’Ama hepsi burada olmak istemiyor. Ve sana bakıyorlar, bu akşam eve dönüyorsun, bu onları çok üzüyor.’’

‘’Nereden geliyorlar? Bir sözleşmeden, buluşmadan?’’ Gözlerimi yine kabinde gezdirdim, ama kadının güçlü parmaklarının çenemi tutmasıyla durdum. Yüzümü kendisine döndürdü.
‘’Her yerden. Etrafımızdan. Çoğu burada olmak istemiyor. Belki ben hariç. Geldiğim yerde yeterince yaşadım. Ailemi özledim, onları uzun süredir görmüyordum. Gidip onları aramak için cesaret toplamak benim biraz zamanımı aldı.’’ Duraksadı, söyleyeceği şey hakkında biraz düşündü. ‘’Burada olmamalısın, yanlış trendesin. Bu senin yolculuğun değil.’’ Pencerenin dışında, başka bir istasyonu geçtik. Gözlerim tekrar tabloya gitti. Eve iki durak kalmıştı.

Kabindeki fısıltılar tekrar başladı. Daha da sesliydi, ama hala raylar tarafından gizleniliyorlardı. Benim hakkımda konuşuyorlardı. Hava baskıcılaşmıştı. Kalabalığın dikkati göğsüme bir taş hissi yapıyordu. Nefesim azalıyordu, her soluk alma bir mücadeleydi. Hırıldayarak soludum.

Yoldaşım rahatsızlığımı hissetti. ‘’Sana yardım edebilmeyi isterdim.’’ dedi, üzgünce. ‘’Yolun sonuna vardığımızda duracak sanırım.’’ Gözleri bir düşünce ile ışıldadı. Etrafında döndü ve yerinde seğirdi, dizleri plastikteydi, elleri camdaydı. Yüzü cama yaslanmış olsa dahi buğu olmamıştı. Nefes alsa da. ‘’Bunu al, gittiğim yerde ihtiyacım olmayacak.’’ Çiçeği aldı ve elime tutuşturdu. Leylağın tatlı kokusu dikkatimi göğsümdeki ağrıdan aldı.

‘’Buradayız!’’ Tren yavaşlarken heyecandan titriyordu. Yukarıdaki tabloya baktım, tüm ışıklar sönmüştü. Neredeydik?

Çenemi tuttu. İşte o zaman bilekleri yüzüme bu kadar yakındı. Böylece kollarındaki beyaz çizikleri görebilmiştim. Kollarına baktığımı anladı. Süklüm püklüm bir şekilde omuz silkti. ‘’Pratik sonucu mükemmelleştirir.’’dedi. Bir anda ciddileşti, ‘’Bu durak geri kalan herkes için. Bize katılamazsın, burada kalmak zorundasın.’’ Öne doğru eğildi, yanağıma bir öpücük kondurdu. Soğuk dudakları buz küpü gibi yaktı.

Vagondakiler, dikkatlerini kestiler ve dışarı yöneldiler. Göğsümdeki ağrının hafiflediğini hissettim. Kapıyı gösterip heyecanlanınca, fısıltıları arttı. Ne manzaraydı ama. Zemini ve posterleri tanıyamadım. Trene bin kere binmiş olsam da. Gözlerimi kapatsam her istasyonu sırasıyla sayabilirdim, yine de kaybolmuştum. Hiç bir yön, işaret yoktu sadece kafalar ve suratlar denizi vardı.

Kapı açılınca, kalabalık dışarı akın etti. Bağırmalar, çığlıklar ve naralar. Ve göz yaşları, çok fazla göz yaşı. Yolcular dışarı boşaldı ve başka bir kalabalıkta kayboldu. Askerlerden birinin üniformalı yaşlı bir adamı kucakladığını gördüm. Ama o adamın üniforması yeni nesil değildi, daha eskiydi. Ve aralarındaki benzerlik su götürmezdi. Birleştiler, genç babasına dostunu tanıttı. Yaşlı adam ona da oğluna sarıldığı kadar sıkı sarıldı.

   Bir genç grubu kalabalıkta ilerledikçe çığlık attı, gece için yeni maceralar arıyorlardı. Kalabalıkta kaybolurlarken basketbol oyuncusuna son bir bakış attım.

Yanımda oturan yaşlı adam otuzlarında, zarif bir hanım buldu. Sarı ve beyaz giysisi yazdan kalmaydı. O adamı başka biriyle mi karıştırıyordum. Hayır karıştırmıyordum, ama artık yaşlı değil otuzlarının ortalarında yakışıklı bir beyefendiydi.

Kapı tıslayınca, yanımda oturan kızı gördüm. İyi giyimli bir çifte sarılmış, göz yaşlarına boğulmuştu. Tren hareket ederken bana el salladı, ben de ona el salladım.

Trenden istasyonumda inerken bacaklarım titriyordu. Platform inandırıcı bir şekilde boştu. Tren karanlıkta kaybolurken arkasından baktım. Kızın öptüğü yanağıma hafifçe dokundum. Parmaklarım ıslandı, ağladığımı o zaman fark ettim.

Burnuma tanıdık ağır limoni koku geldi. Üst cebimden leylağı çıkardım. Ufalanmamış taç yaprakları kuruydu ve üzerinde siyah noktalar vardı. Elimden kurtulmasına izin verdim, ve yere düştü. Pis beton zeminde erimemiş bir kar tanesi gibi durdu. Ona uzunca bir süre baktım, ardından eve doğru uzun bir yolculuğa koyuldum.

  Ç.N: Abartısız, son zamanlarda çevirdiğim ve okuduğum en güzel, en kusursuz CP. Özellikle hikayenin arasına serpiştirdiği ufak ayrıntılarla ( Asker baba ve oğlu gibi) asla unutamayacaklarımın arasına girdi.