31 Aralık 2020 Perşembe

KRAMPUS (A CHRISTMAS STORY)



Her yıl Aralık'ın 5'inde, oturduğum şehirden biri acımasızca öldürülüyor. Polisler ne yapacaklarını bilmiyorlar. Her kurbanın arkasında şiirsel bir hikaye var. Aşağıda son 3 yıldan bazı hikayeler bulunuyor.


*****


Fredrik gülümsemeyi severdi, her zaman sevinçliydi. Mutlu, sıcak, nazik- asla üzgün değildi. Ama Fredrik'in bir sırrı vardı, sadece kendisinin bildiği. Bu adam çocukları boğmayı çok severdi, onları soğutur ve mavileştirirdi.

O çok zekiydi, yerel halk çocukları asla bulamazdı. Fredrik cesetleri alırdı ve hepsini birbirinden ayırırdı. "Genç Fredrik olamaz," derdi herkes. "O Tanrının gönderdiği bir adam- onu her zaman dua ederken görüyoruz."

Soğuk gece geldi, Fredrik gözlerini dinlendiriyordu. Ama birazdan yatağının altından, kaşımaya benzer bir ses duydu. Yatak odasının zemininde, iblisin bir planı bulunuyordu.

"Defol yaratık, gece karanlık ve uzun. Burada işin yok, ben yanlış bir şey yapmadım." Krampus sadece güldü, sallarken paslı zincirini. Ardından acı içinde kıvranana kadar  Fredrik'in boynuna doladı soğuk demiri. Zincir daraldı, derisini kazıdı. Fredrik ağladı, günahının affedilmesi için dualar fısıldadı. Son nefesine dek yalvardı ve yalvardı. Fredrik son bir çırpınışla, kan kaybederken ruhu vücudundan çıktı.

Krampus onu dışarıya astı. Ve yerel halk ağlamaya başladı. Ama çocuklar ağlamadı, şimdi özgürdü ruhları. Ve Fredrik'in ölü bedeninin altında, hayaletleri neşeyle dans etti.


****


Greta kendisini çok severdi, herhangi birini sevebileceğinden daha fazla severdi. Ona para hiçbir zaman yeterli gelmezdi, ve asla ama asla paylaşamazdı. Onun için istemek değil, ihtiyaç duymak vardı. Kıskançlığı büyüdü ve büyüdü, hırsa dönüştü.

Greta daha çok para istiyordu, ama para sifondan akmıyordu. Ailesinden çaldı, bu onu oldukça telaşlandırdı ve hırslandırdı. "Yeterli değil." derdi kendi kendine. "Hepsini almalıyım, başka yolu yok."

Dedesinin ve büyük annesinin evinde, Greta süzüldü içeriye. Hazineleri, mücevherleri ve değerli taşları vardı. Ama etrafına baktığında hiçbir antika bulamadı. Eski olan tek şey Krampus'tu, aklında bir planla Krampus.

Greta çığlık attı ve titredi onun pençelerine bakarken. Biliyordu, şeytani Noel Baba'da hiç merhamet yoktu.

"Bütün zenginliklere sahip olacaksın," dedi Krampus alaylı bir gülümsemeyle. Ve tüm zenginlikleri ona verdi, derisini yüzmeden önce.


****


Herman bir doktordu, öyle söylüyordu. Ve her bir hastanın ödeme yapması gerekiyordu. Keserdi, asardı, yakardı. İşi bittiğinde, tekrar bunları yapmak için özlem duyardı.

Cerrah bir kasaptı, etten iyi anlardı. Kanlı etlerle beraber, içerdi iki kadeh kaliteli kırmızı şarabı. Açlık bedenini, zihnini ve ruhunu aldı. Yine de bu kötülük, asla durmadı.

Herman yalnızdı, sandalyede oturuyordu. Tüm bu insan etleri oldukça şişmanlatmıştı onu. Uykuya daldı ve horlamaya başladı, taa ki sinirli bir Krampus belirene kadar kapının yanında.

Herman kımıldayamadı, korkudan altına kaçırdı. Krampus dudaklarını yaladı ve keyifle mırıldandı. Önce gözlerini çıkardı, Herman artık göremiyordu. Sonra dilini çekip aldı, yumuşaktı.


Yılbaşı keyiflidir, sevgi ve neşe dolu. Ama hepimizin korktuğu kişiyi hatırlaman gerek, kibar olman, sevgi göstermen ve bu yazıyı önemsemen. Yoksa Krampus seni bulur ve sıradaki sen olursun.


****


Polis katili adalete teslim edebilecek herhangi bir kanıt arıyor. Bu sabah yakınlardaki bir kasabada 3 ceset daha bulundu.

28 Aralık 2020 Pazartesi

Everything will be okay

Normal şeylerle başladı. Daha küçük ölçekli yerlerde uyanmak. Kanepede uyuya kalıp yatağımda uyanmak.

Annem yüzünü çevirip tartışmanın sonunu işaret eden bir gülümsemeyle bana her zaman “Oh Randy, senin yaşındayken ben de öyleydim.” derdi.

Bazen bunu yapanların ebeveynlerim olduğunu düşündüm; ancak bunu hangi dürtü ile yapacaklardı? Ben yatağımda mışıl mışıl uyurken beni alıp nazikçe mutfağın zeminine mi yatıracaklardı? Hayır. Bunu yapan bendim. Aşağı yukarı on altı yaşımdayken bunu anlamaya başladılar.

O zamanlar 18 yaşında olan büyük ablam Anne, onun etrafında aylak aylak gezinip inadına onun yanına oturduğumda televizyonun başında uyukluyordu. Bazen uyanık olduğumu düşünürdü; ama ben ertesi gün hiçbir şey hatırlamazdım.

Sonra konuşmalar başladı. Bir yaz gecesi bilgisayarının başındayken odasına girip boş boş bakmışım. Bana sorular sorardı ve her sorusuna evet derdim. Sorduğu her soruya.

“Ran, iyi misin?"

“Evet”

“Neler oluyor?”

“Evet”

Bazen beni bir yerlerde, genellikle uyurken bulurdu. Birkaç kez elbise dolabının içinde buldu. Bana bağırıp dışarı atarken “Lanet uyku hastalığın ya da her neyin varsa, burası özel!” derdi. Çok çekingen biriydi ve uyanıkken, o taşındıktan sonra bile, buna hep saygı duydum. Ama uyurken her şey çok farklıydı. Hiçbir şey belirgin değildi ve hiçbir şeyin önemi yoktu.

Her şeyi denedim. Bir süreliğine uyku tulumunun içinde, fermuarını boynuma kadar çekip, parmakları birleşik eldivenlerle uyudum. Asla işe yaramadı ve daha yabancı yerlerde uyanmaya başlıyordum. Kabul etmeliyim ki, asla evden çok uzaklara gitmedim; ancak evin dışında uyanmak iyice sıradanlaşmaya başlıyordu. Ormanlar, sokaklar. Bir keresinde günlerce uykusuz kaldım ve hayaller görmeye başladım; ama umursamadım. Sadece normal olmak istiyordum.

En iyi arkadaşım Daryn bana çok destek oluyordu, uykusuzluktan beynim patlayacakmış gibi hissettiğim zamanlarda beni hep sakinleştirirdi. Uyumam için ikna ederdi ve beni gözetleyeceğine söz verirdi, çoğunlukla da yapardı. Bazen onun küçük notlarıyla uyanırdım. Şöyle küçük teşvik edici şeyler,

“Her şey düzelecek. -Daryn”

Bu notları evimdeki çatlaklarda ya da yarıklarda düzgünce katlanmış veya iyice buruşmuş şekilde bulurum. Herhangi bir sorunun olmadığını söyleyen notları.

Yine de Daryn ve ben her zaman iyi geçinemiyorduk. Bazen kavga ederdik ve o giderdi. Bu çocuğın bir sürü problemi vardı, belki bir çeşit manik depresif bozukluğu. İşte o zaman kötü niyetli notlar buldum. Bu notlar bana “Defol!” ve “Kendine gel!” gibi şeyler söylüyordu. Sonunda daha da kötüye gitmeye başladı. Onları etrafta buluyordum ve sanki benimle etkileşime geçiyorlardı.

“Seni kimse sevmiyor, her şeyi mahvediyorsun. -Daryn”

Kendi kendime “Ama iyi olmak için çok çabalıyorum.” diye düşünürdüm.

“Ve her denemende başarısız oluyorsun. -Daryn”

“Çok üzgünüm.” diye hafifçe fısıldadım.

“Öldür kendini. -Daryn”

Onunla takılmaya bir son vermeliydim ama sahip olduğum tek şey oydu; daha sonra beni yalnız bıraktı. Sonra soğuk terler dökerek elimdeki uykumda kendimden çaldığım kanla uyandım.

“Bu yüzden değersizsin. -Daryn”

Annie yakında üniversiteye gidecekti. Bir hafta boyunca odasındaki her şeyi yurda götürdüğü için odası gittikçe boşaldı ve en son sadece Annie kaldı. Bir hafta içinde gideceğini söyledi. Aylardır Daryn’den notlar almıyordum. Ama henüz yazacağı notlar bitmemişti.

Mutluydum, yalnızdım ama mutluydum. Artık beni rahatsız edemezdi.

Annie’nin gideceği günden önceki gece, mutlu mutlu yatağa gittim. Güzel şeylerin hayalini kurdum. Şelaleler ve yeşillikler; her şeyin güzel olduğu yerler.

Öğle vakti uyandım. Caddede hiç araba yoktu, bu pek de alışılmadık bir şey değildi; ama odam rezil haldeydi. Gardırobumda göçükler vardı ve kapılarından biri menteşesinden çıkmıştı. Çılgın bir gece geçirmiş olmalıyım; ancak en azından hala yatağımdaydım.

Annie’nin gidip gitmediğini kontrol etmek için hole indim, giderken hiçbir şey söylememişti. Odası doğal olarak boştu; ancak bu sefer bir şeyler farklıydı. Dolabı aralıktı. Dolabını hiçbir zaman açık bırakmazdı, minicik bir aralık bile bırakmazdı. Orası özel bölgesi, sığınağıydı.

İşte o zaman yerdeki küçük damlaları gördüm. Sanki birisi onları özenle yaymış gibi kıpkırmızı pastel lekeler. Bütün yolu aşağı bakarak lekeleri dolaba kadar takip ettim. Kapısına kadar geldim ve parmaklarımı kapının kenarına sardım. Yavaşça ileriye doğru ittim.

Annie oradaydı. Ezilmiş ve dövülmüş, boynundaki damarları patlamıştı. Halı artık kuru ve kırık beyaz değildi; nemli ve kıpkırmızıydı. Bir hayvan tarafından parçalanmış gibiydi.

Ve onu gördüm. Göğsündeki, Daryn’in her zaman gurur duyduğu dikkatli ve özenli katlanmış notu gördüm; ama imza farklıydı.

Ve sonra her şey gün gibi ortaya çıktı. Her şey apaçıktı ama hala bir şekilde inanamıyordum.

Daryn değildi. Hiçbir zaman Daryn olmadı.

Kendime gerçekleri açıklarken gözlerimi sıkıca yumdum. Donuk gözler ve titreyen parmaklarla notu son bir kez daha okumak için göz kapaklarımı açtım.

“Her şey düzelecek. -Randy




Ç/N : anlamayanlar için, Daryn, Randy'nin harflerinin yerinin değiştirilmiş hali. yani Daryn aslında Randy.

son iki çeviri için yardımcım Cornelia'ya teşekkürler.^^

21 Aralık 2020 Pazartesi

The Visitor

Size çocukluğumla ilgili bir hikâye anlatacağım; ancak olayların yaşanıp yaşanmadığından tam olarak emin olmadığımı kabul etmeliyim. Günümüz insan anlayışının ötesinde şeyler olmayabileceğini kabul etmeme rağmen her ihtimale karşı bu hesaba bu yazıyı yazmak zorundayım.

Bu hikâyede olabildiğince nesnel kalmak için elimden geleni yapacağım.

Anlatacağım ilk olay Ocak ayında yaşanmış olmalı, hatırladığım kadarıyla kış tatilinden hemen sonraydı. O zamanlar dokuz yaşında olmalıyım; çünkü o olayı dördüncü sınıftaki öğretmenim Bayan Jay’e anlattığımı hatırlıyorum.

Uyuyor muydum yoksa uyanık mıydım, tam emin değilim. Neyse, bir ses duydum, tırmalama sesi. Neredeyse belli belirsizdi; ancak ses gittikçe yükseliyordu. Ses yeterince yükseldiğinde holden annemin odasına doğru kaçtım ve onu gördüm. Onun ne olduğunu tam olarak açıklayabilir miyim emin değilim. Sürekli değişen bir balçık yüzeyi kadar bile bir formu yoktu. Tek özelliği mat balçığın üzerindeki ahtapotun vantuzları gibi görünen şeylerdi.

Çığlık atmadım. Nedenini açıklayamam; ancak gerçekten korkmamıştım bile. Yüzeyinin formu ta ki bir ağız belirip benimle konuşana dek sürekli olarak değişti. Sesi insan sesi gibi olmamasına rağmen benimle İngilizce konuştu. Daha önce duyduğum tırmalama sesi ile aynı sesle hırladı. “Kaç yaşındasın” diye sordu. Ona yaşımı söyledim ve bana verdiği cevap “Henüz değil.” oldu. Bundan sonrasına ilişkin hiçbir şey hatırlamıyorum. Uykuya dalmış olmalıyım; çünkü bu olaya ilişkin bir sonraki hatırladığım şey ertesi gün olanları anneme anlatıyor oluşum. Birkaç yetişkine ziyaretçimden bahsettim; hepsi de, her ebeveynin, öğretmenin ya da büyükbabanın yapacağı gibi, bana bunun bir rüya olduğu yönünde güven verdiler, ve evet öyleydi.

Yıllar sonra benzer bir deneyim yaşamamış olsaydım bu hikâyenin sonu olabilirdi. Bu olayın Ocak’ta yaşandığına eminim. Yine bir tırmalama sesiyle uyandırıldım. Bir önceki karşılaşmamız hakkında pek de düşünmemiştim; ama bu sesi duyar duymaz, o gece yaşananlar zihnime hücum etti. Yatakta doğruldum ve yaratık oradaydı. Aynı hatırladığım gibiydi; ama bu sefer ilk karşılaştığımız zamanki sakinliğimi hissetmedim. Her ne kadar korkmasam da, kendimi rahat da hissetmedim. Yine o boşluktan bir ağız belirdi ve “Kaç yaşındasın?” diye sordu. Yaşımı söyledim ve “henüz değil” diye cevapladı. Daha önceki sefer gibi, yine daha fazlasını hatırlamıyorum.

Anneme anlattığımı hatırlıyorum. Daha önce anlattıklarımı hatırlamadı; ancak kaygılı gözüküyordu. O kadar endişeliydi ki, beni karabasanlarla ilgili birisiyle konuşturdu. Onunla konuştuğumuz birkaç seanstan sonra, psikolog bu karabasanlarımın muhtemelen seneye liseye başlayacak olmamdan dolayı duyduğum endişeden kaynaklandığını söyledi. Her zaman utangaç, yapayalnız birisi olduğum ve liseye başlama olasılığının canımı sıkıyor oluşundan dolayı bu açıklama makul görünüyordu. Buna dayanarak, bu olayın olduğu zaman on üç yaşında olmalıyım.

Son karşılaşmamız, açık ara en rahatsız edici olanıydı, hatırladığım kadarıyla en iyisiydi. On yedi yaşındaydım ve korkunç bir tırmalama sesiyle uyandım (En azından ben uyandığıma inanıyorum). Bir önceki karşılaşmamızı zaman zaman düşünmüştüm ve bir kez daha bu sesi anında tanıdım. Bu sefer canavarı gördüğümde farklı hissettim, çok büyük bir korku. Bu derin korkuyu daha önce hiç hissetmemiştim, umarım bir daha da hissetmem. Yaratık bir saniye bekledi ve o soruyu sordu. “Kaç yaşındasın?” Dona kalmıştım, nefesim kesilmişti. Birkaç dakika geçmiş ve yaratık sessizce cevabımı bekliyormuş gibi hissettim. Sonunda cevap verecek cesareti toplayıp cevapladım ve “Bir sonraki sefere” diye cevapladı. Her zamanki gibi ertesi gün uyanışımdan başka hiçbir şey hatırlamıyorum.

Bu sefer o gece yaşanan olaylardan birini bildiğimi söyledim. Yine de, sürekli olarak o geceyi düşündüm. Paranoyakça o cevabın ne anlama geldiğini sorguladım. Bunu çözdüğüme inandığım için şu an bunları yazıyorum ve çıkarımlarım korkunç. Hala yapabiliyorken bunları paylaşmalıyım.

Umarım yanılıyorumdur. İlk karşılaşmamızın bir çocuğun hayal ürünü olduğunu, ikincisinin ergen anksiyetesi olduğunu düşünmek isterim; ancak üçüncüsü neydi? Belki de bu olaylar sadece herkesin bir zamanlar başına gelen tekrar eden rüya fenomenidir. Ya da, belki de bu olaylar hiç yaşanmadı. Ne de olsa, akademik eğitimim bana insan zihninin anılarına dair parçalardan bir şeyleri silmeye, eklemeye ya da değiştirmeye oldukça yatkın olduğunu öğretti. Umarım bu açıklamalardan birisi benim önermeme göre daha doğrudur.

Olaylar dokuz yaşımdan beri dört yılda bir gerçekleşti. Şimdi düşünüyorum da, yaratık beni beş yaşındayken hatta bir yaşındayken bile ziyaret etmiş ve ben bunları hatırlamıyor olabilirim. Sonuncu sefere kadar her karşılaşmamızda bana “Henüz değil” dedi. Eğer doğruysam bir sonraki karşılaşmamız yakında. Şu an 21 yaşındayım ve Ocak ayındayız. Her seferinde aynı gün gerçekleştiğini varsayarsak keşke ziyaretlerin gerçekleştiği günü tam olarak hatırlayabilseydim. Şimdiye kadar her gece daha da paranoyaklaştım. “Bir sonraki sefer”in ne anlama geldiğini bildiğimden çok korkuyorum.  



16 Aralık 2020 Çarşamba

The Last Tale of a Grandmother

 

Ben yaşlıyım.

Şuan, 81 yaşındayım. Ve şuan bunu yasmak için torunumdan yardım alıyorum.

Gördüğün üzere, göçmeden önce itirafım var.

Benim adım Emma, Elisabeth adında kız kardeşim vardı, yada kısaca Lisa. 

Sadece bir yıl arayla doğmuştuk. Onunla çok yakındık ve çok benziyorduk. dışarıdan biri görse tek yumurta ikizi derdi.

Lisa ve ben her zaman çok iyi arkadaş olmuştuk. Her şeyi paylaşırdık, beraber uyurduk aynı odada hatta aynı yatakta. Ta ki ergenliğimize kadar. Her gece birbirimize neşeyle günümüzü anlatırdık. 

Hayatımın ilk 20 yılı Lisa benim bütün dünyam, her şeyimdi. 21 yaşındayken evden ayrıldı, evlendi. Bende birinci sınıf öğretmenliğine başladım, ikimizin de dünyaları ayrıldı. 

Ama arkadaşlığımız bundan etkilenmedi. ebeveyn evine yakın bir yerde ev tuttular. Böylece her gün konuşmaya devam ettik. Her şeyimizi paylaşırdık. 

Bu yüzden Lisa ve kocası Dylan'ın birbirlerini ne kadar sevdiğini biliyorum. Onlar ruh eşleriydi, cennetten gelmiş gibiydiler. O zamanlar erkekler bugün olduklarından çok daha şiddetli ve cinsiyetçiydiler, ama Dylan değil. Dylan duygusal biriydi. Kardeşime karşı nazik, saygılı ve çok iyi.

Biri onları kıskanacağımı düşünebilirdi, ama onun adına çok mutluydum. Ben de kendi hayatım hakkında çok iyi hissediyordum, mutluydum. Öğretmen olmayı sevdim, birçok arkadaşım ve ilgi alanım vardı. Ayrıca, bir kocaya bağımlı olmadan para biriktirmek ve kendi evimi satın almak için hala annem ve babamla yaşıyordum, eski bir hayalimdi. 

Lisa ve Dylan iki yıl boyunca kesinlikle mükemmel bir evlilik hayatı yaşadılar. Eve geldiğinde onunla mutfakta vals yapar ve onu seçtiği ve böyle bir melek olduğu için Lisa'ya teşekkür ederdi. 

Lisa 23 yaşındayken hamile kaldı. Kusursuz mutluluklarının meyvesiydi. Lisa her zaman anne olmayı dilemişti ve bu ona çok yakışmıştı. Çok sabırlı ve nazikti. Çocuklarının ebeveynleri kadar iyi olacağından emindim. 

30 yaşına geldiğinde, zaten üç güzel tombul çocuğun annesiydi. Yine de mutlu olamadı, o mutlu olamayınca bende mutlu olamadım. Ayrıca bende hayatımda olmak istediğim yerdeydim. 

Ayrıldık demek istemem ama ikimizde hayatlarımızla çok meşguldük. Dünyayı gezdim, altı dil öğrendim, enteldim. 

Her yıl aynı elbiseleri kullanarak elma toplamaya gitme geleneği başlattık. Komik ve aptalcaydı, çünkü iki yetişkin bayandık, ama umursamadık. Eğleniyorduk. 

Yıl 1966. Lisa 30 ben 29 yaşındaydım ve Dylan her zamanki gibi üç çocukla evde kalmıştı. Hala bize eğlenmemizi söylediğini hatırlıyorum. Biri 6 biri 3 yaşında çocukla ve bir bebekle annemizin yardımını almıştı. 

O gün elma ağaçlarının tarlasında kalan tek bizdik. Bana tuhaf geldi, ama kız kardeşime yetişemeyecek kadar heyecanlıydım. 20 dakika kadar sonra Lisa titremeye ve terlemeye başladı.

'' Lisa, iyi misin?''

'' Şimdi birkaç haftadır oluyor. Belki de son hamileliğimden sonra bir komplikasyondur. ''

'' Geri döndüğümüzde doktorla görüşelim. '' 

Ama sadece birkaç dakika sonra, her yerden ve her şeyden daha kara bir karanlık çöktü. Onu sardı. Çığlık attı ama o kadar hızlıydı ki sesi boğuk ve mesafeli geliyordu. Karanlık, ağaçların doğal gölgelerine çekildi ve ne kadar bütün tarlayı arasam da, artık bulamıyordum onu. 

Bunu müstehcen, ıslak bir çiğneme sesi takip etti. Karanlık olan şey kız kardeşimi diri diri yiyordu. Bir dakikadan az bir sürede, bu dünyada sevdiğim insandan hiçbir şey kalmadı. Sepette topladığı değerli elmalardan başka hiçbir şey...

Travma geçirdim, harap oldum. Hissettiklerime uygun cümle bulamıyordum. Ama ne yapmam gerektiğini biliyordum. Ben de elmaları topladım, ağlayarak eve gittim ve saçımı kestim. O andan itibaren ben artık ben Elisabeth'im. 

*     *     *     *     *

Benim için sonuçlarının ne olduğunu biliyordum.

Kariyerim ve kişisel hedeflerim boşa gitmişti.

Artık üç çocuk annesiydim.

Ve saygı duyduğum ama aşık olmadığım iyi bir adamla evli.

Ama bunu onlar için yapmak zorundaydım. Çocuklar anneleri olmadan büyüyemezler. Dylan, Lisa olmadan çürüyecekti. Onun bütün dünyasıydı. O, çocukların bütün dünyasıydı. Cehennem... O hala benim dünyam gibiydi. 

Lisa sadece daha parlak parladı. Kıskançlık bile edemezdin, çünkü herkesi ışığında karşılar, onları neşelendirirdi. Hayatımın her dakikasında ona baktım. 

Ben daha az özlenirdim. İnsanlar daha az acı çekerdi. Hayatımdan vazgeçmek, ödemek istediğim bir bedeldi, bu yüzden insanlar Lisa'nın korkunç kaybını yaşamak zorunda kalmayacaktı.

Zaten kendi evimi satın almış olmama rağmen içgüdüsel olarak aileme gittim. Eski yatak odamızda, hıçkırıklar arasında saçımı keserken babam kapıya geldi. 

'' Emma, bir şey mi oldu? ''

gözlerimdeki bakış beni anlamasına yetmişti..

'' Lisa gitti mi? ''

Başımı hafifçe salladım.

'' Onun yerini alıyorum. Lütfen kimseye söyleme, insanlar beni fazla özlemez ama o.. ''

Bana sıkıca sarıldı.

'' Tatlım, bu yaptığın çok güzel. Ben ikinizi de eşit seviyorum. Keşke bunu size daha önce söyleseydim. Ailemiz ne olduğu anlaşılmaz bir şey tarafından avlanıyordu. Ne olduğunu ben bile anlamıyordum. Karanlık duman, gölge gibi bir şeydi. Birisi için geldiğinde onu alırdı, korumak imkansızdı. '' O da ağlıyordu. '' Keşke sizi koruyabilseydim kızım. Gerçekten yapardım.''

'' Sorun yok, sakin ol baba. Sorun yok..''

Bundan sonra hayat devam etti. Polise kız kardeşimi alan bir 'gölge' gördüğümü söyledim ve bunu açıkça birinin onu gizlice kaçırdığı şeklinde yorumladılar. Arama aylarca devam etti ama hiçbir ipucu olmayınca durduruldu. Kayıp kişi posterleri sokaklardan kaybolmaya başladı, yerini yeni kayıplar veya bir tür reklam aldı. 

'Emma' hiç olmamış gibiydi.

Bir yıl sonra ailem sembolik bir cenaze yaptı. Boş tabutu toprağa verdiler. Uzun süre yas tuttum. Bu adamı sevmeyi öğrenmek için çaba sarf ettim. Yeğenlerimi çok sevmiştim ama kendimi asla anne tipi olarak görmedim. Bunu çok iyi öğremeliydim. 

Sanırım Elisabeth olmakta çok iyiydim. Dylan'ı sevmeye bile başlamıştım. İki çocuk doğurdum. kardeşimin çocuklarını ne kadar sevdiysem onlarıda o kadar sevdim. Evimi ve işimi kaybettim ama bir ailem ve yeni hayatım oldu.

Babam sırrımızı mezara götürdü. Annem ölüm yatağındayken ne olduğunu itiraf ettim. Ama bunun dışında kimse gerçekte kim olduğumu bilmiyordu. 

Beş çocuk yetiştirdim. Beş çocuğumdan tam on iki torunum oldu. Hatta 2 tane de torun çocuğunu gördüm. Dylan 5 yıl önce öldü. Ona hiç söylemedim. Kurduğum yalan sayesinde çok iyi bir hayat yaşadı. 

Şimdi bunu aileme ve dünyaya söylüyorum çünkü Dylan da gittikten sonra hiçbir anlamı kalmadı. 

Son zamanlarda, her gün terliyorum ve titriyorum. Bir kıyamet ve ağırlık hissi beni ele geçirmeye başladı. Yaşlılıktan olabilir, ama durumun bu olduğunu sanmıyorum.


1rm1k 

15 Aralık 2020 Salı

The Blind Man’s Favor

 Berlin'de II. Dünya Savaşından sonra, para bulunması zordu, erzaklar yetersizdi, ve herkes açmış gibi görünüyordu.O sırada insanlar, kör bir adamın kalabalığın arasından kendi kendine yolunu seçebildiğini gören genç bir kadının masalını anlatıyordu; İkili konuşmaya başlamışlar.Adam kadından bir iyilik istemiş:

"Mektubu zarfın üzerindeki adrese teslim edebilir misin?", kadının eve dönüş yolunun üstündeymiş, bu yüzden kabul etmiş.

Mektubu teslim etmeye giderken kör adamın ihtiyaç duyduğu başka bir şey olup olmadığını görmek için arkasını dönmüş.Ama buğulu gözlükleri ve beyaz bastonu olmadan kalabalığın arasından aceleyle uzaklaştığını fark etmiş.Kadın polise gitmiş, ve poliste adrese bir baskın düzenlemiş, orada bir yığın satılık insan eti bulmuşlar.

Peki ya zarfın içinde ne vardı ki?

"Bugün size göndereceğim sonuncuydu."

11 Aralık 2020 Cuma

Tyconderoga

    Terimin son makalesi, sadece 500 kelimelik kağıt. Kolay diye düşündü. Sadece birkaç saat. Tyconderoga #2 kalemini aldı. Sadece kalem derdi yada #2 ama Tyconderoga aklına takılmıştı işte.

Tyconderoga, Tyconderoga, Tyconderoga, durmadan kafasında döndü.

''Tyconderoga'' hakkında düşünerek yeterince zaman harcadı. Denemeyi yazmaya başlamanın zamanı gelmişti. Kolay beş paragraflık kağıt. Bir veya iki saat içinde çıkar.

   Kağıt çok güzel ilerliyordu. Kelimeler, Tyconderoga’nın grafitinden sanki çok dolu bir dolmakalemden akıyor gibiydi. Üniversitenin yönettiği defter kağıdına doğru aktılar. Zahmetsiz olduğunu düşündü ve yazmaya devam etti. Kırk beş dakika boyunca sözcükler akmaya devam etti. Beş paragraf, sekiz, sonra on iki, sonra yirmi  paragraf devam etti. Tyconderoga'yı iki saat üç kez biledikten sonra, şahsen kalemi keskinleştirirken acı hissettiğini düşünmeye başladı. Parmaklarıyla başladı ve elinden ve bilek kemiklerinden yukarı doğru ilerledi. Ağrı kolundan yukarıya doğru ilerledi, dirseğini uyuşturdu ve omzuna kadar uzandı. Sanki sirkeye batırılmış yaban arısı yuvasını yutmuş gibi, ağrılı bir ekstazi klavikulasından  boğazına doğru ilerledi. Daha sonra Tyconderoga # 2 Kalemini her keskinleştirmesinde acı bir zevk haline geldi. 

   Kelimeler aklına gelmeye devam etti o kadar çok ki  ne yazdığını bile bilmiyordu. Yazmak sadece kelimelerin karalamalarına dönüşmüştü. Başladığı ödevi yazdığından bile emin değildi. Zaman artık sorun değildi. Yazmaya devam etti.

   Altı saat sonra bir miktar yorgunluk hissetti. Grafit ucu kırıldığında yorgunluk durdu. Tyconderoga'sını keskinleştirirse, bundan aldığı zevkin yazmaya devam etme ihtiyacı uyandıracağını biliyordu. Tyconderoga'yı elektrikli bileyiciye  yerleştirdi. Coşku kolundan ve midesine sıçradı ve karalama kâğıt üzerinde patladı. İlk iki saatten daha hararetle yazıyordu. O kadar sert bastırdı ki, kağıt Tyconderoga'sının altında yırtıldı.

   Tyconderoga'sının sonuna çok yaklaşmıştı. Tutmak neredeyse imkansız hale gelmişti. Karalanmış yazıları çözülemezdi. kağıdı ovuşturdu, kazıdı. Alttaki masayı oydu. Karaladığı her kelimeyi kağıdın altındaki sert yüzeye kazıdı. 

   Tyconderoga artık bilenemezdi. Silgiyi tutan metal yüksükten daha küçük hale gelen tahta çıkıntısını zar zor tutabiliyordu. Kısa tahta ve metal parçasını masaya ezerek bir oyma aleti haline geldi. Olabildiğince hızlı kaşıdı. Karakterler, noktalar ve çizgiler hiçbir şey ifade etmiyordu. Tyconderoga # 2 kalem ile birlikte parçalanmıştı. 

   Tyconderoga kelimesi ona sahipti. Tyconderoga beynine vurdu, yazması gerekiyordu, kafasındaki tek şey bu oldu.  Artık Tyconderoga olmadan, harap perişan olmuştu. Yazma dürtüsü onu geride bıraktı. Tyconderoga'yı keskinleştirmekten artık coşku hissetmiyordu. Yazmaya devam etme kelimelerin akmasını sağlama kararlılığındaydı. Tırnaklarını masayı kaşımaya başladı. Tırnağından parçalar ve tahta parçaları masadan düştü. Daha sert bastı, tahta masaya daha sert vurdu. Etini yaktı ve kabarttı. Yazmak önemli olan tek şeydi. Tyconderoga'yı düşündü. Duramadı. Tırnağının geri kalan kısmı tamamen düştüğünde eli kısa bir an için zıpladı. Tırnağından kan sızmaya başladı. parmağını bileyicinin içine soktu, makina çalışmaya başlayana kadar parmağını deliğe bastırmaya devam etti. bileyicinin içine kanlar sıçramaya başladı, deri hızla parçalanıyordu. Motor kana bulandı. Arkasına yaslanıp bundan zevk alırcasına çığlık attı. Koltuğuna geri düştü. Etsiz, bilenmiş, kanayan kemiğiyle masaya bastırmaya başladı. Yazarken kemik ezilip ufalanarak düşmeye başladı, derilerde ona eşlik etti.

   Yaranın devamlı hareket ermesi, etin kemikten ayrılıp durmasından dolayı kemikten kanlar süzülmeye devam etti. Kısa süre sonra masa ve altındaki zemin kanıyla kırmızı ve ıslaktı. Masanın etrafına deri ve kemik parçaları dağılmıştı. Kan gölünün içinde masanın altında, yerde yatıyordu. 

   Yazının teslim tarihini kaçırdı. Etrafındaki kan kurumuştu. Sinekler ve kurtçuklar, yaraları ve deliklerini kapattı. Bulunmadan beş gün ölü yattı. Bir kolu sağlam ve bir kolu dirseğin yaklaşık üç inç yukarısında çürümüş olarak bulundu. 


Merhaba~

nick. 1rm1k :D

Ben yeni başladım burada hikaye çevirmeye :3 Bu ilk hikayem umarım beğenmişsinizdir  ;-;

10 Aralık 2020 Perşembe

My Fear of Water

Hep suya tamamen batmaktan korkmak gibi korkunç bir fobim oldu.Yüzemediğimden veya başka bir şeyden dolayı değil.Babam bunu öğrenmemi sağladı; Çok küçükken neredeyse boğulduğumu söyledi.

Bundan korkuyordum çünkü, hatırlayabildiğim kadarıyla, ne zaman su altında olsam ve yüzeye baksam elini aşağıya uzatıp bana ulaşmaya çalışan samimi gülümsemeye sahip, parlayan altın saçları ve koyu mavi gözleri olan bir kadın görüyorum.Yalnızca küvetten ibaret olsa bile her daim oldu, benim için normaldi, ama hiçbir zaman alışamadım.

Sinir bozucuydu, ama ayrıca aynı anda huzur vericiydi.Beni hep bir sorun yokmuş gibi hissettirirdi.Gerçi yine de bundan kaçındım, çünkü daha sadece bir çocuktum ve bu gerçekten de ürkütücüydü.

Babama bundan hiç bahsetmedim, ama ona annemi sordum.Onun hakkında hiçbir zaman konuşmak istemedi.Bazen çok ısrar etmeme sinirlendiği zamanlar bile oluyordu.

Bu hayaleti ona daha yeni anlattım.Arabayı az kalsın bir telefon direğine çarpıyordu; kesinlikle bir şeyler biliyordu.Ona tekrar sordum, annemi.Annemin beni çok sevmesi ve ben çok küçükken ölmesinden fazlasını söyleyebilirdi.Ayrıca annemin saçlarının ve gözlerinin renklerinin benimkilerle aynı olduğunu da kabul etti.

O yüzden kendi başıma biraz araştırma yaptım, doğum belgemde onun adını aradım ve bulabileceğim herhangi bir referans bulmaya çalıştım, belki bir çocuğun boğulmak üzere olması hakkında bir gazete, herhangi bir şey.En çok istediğim şey bir resimdi, koruyucu meleğimle eşleştirebileceğim bir şey.

Bugün, kasabamızdaki kütüphanenin bahçesinde gömülü olarak şunu buldum.

WINCHESTER:
Marie Withie, 28 yaşında, dün akşam tel örgü bir tele tırmandıktan ve yakındaki bir baraj gölüne atladıktan sonra boğularak hayatını kaybetti.Ayın 25'inde ailesi tarafından bir cenaze töreni planlanıyor.Marie 6 ay önce akıl sağlığı gerekçesiyle cinayete teşebbüs etme suçundan suçsuz bulunduktan sonra akıl hastanesine kaldırılmıştı.Kocası Daniel Withie, karısını küvette küçük çocuğunu boğmaya çalışırken bulduğunda tam zamanında müdahale etmişti.

8 Aralık 2020 Salı

The Crawling Woman


Midwest'te bir üniversite öğrencisiydim. Son senemi Japonya' da okumaya karar verdim. Farklı bir yerde yaşamak belki de daha iyi bir üniversite tecrübesi sağlardı. Biletimi alıp eşyalarımı topladıktan sonra, yaklaşık 4 ay başka bir yerde olacaktım.  Uçuş sorunsuzdu, dünyanın her yerinden arkadaşlarım olmuştu ve şaşırtıcı bir şekilde kendimi evde hissediyordum. İlk birkaç hafta herşey sorunsuzdu. Ama bu durum bir gece değişti. 

Uyandığımda gecenin ikisiydi. Odam buz gibi soğuktu,25 dereceye ayarladigim halde. Boğazım kurumuştu ve su içmem için yalvarıyordu. Odamdaki buzdolabina yöneldiğimde dışarıdaki bir figür ilgimi çekti. Sokak lambasının altında yırtık paçavralı ve uzun siyah saçları yüzünü örten bir kadın vardı. Şok içindeydim, acaba kayıp mı olmuştu? Pencereyi açıp yardıma ihtiyacı olup olmadığını sordum. Bana cevap vermedi, aksine, hiç hareket etmeden durdu. Sesimi biraz artırdım, yurttaki arkadaşlarımı uyandırmamaya dikkat ederek. Ama yine de cevap vermedi. Bu noktada, ne yapacağımı bilmiyordum, polisi aramalı mıydım? Belki de o iyiydi. Tümüyle şaşkın bir halde  uyumaya döndüm, beynimden bu anı yavaşça uzaklaşarak..




Sonraki gün, Japonca dersime gitmek için uyandım. Dün yaşadığım şeyleri unutmuş gibiydim, dışarıdaki o sokak lambasını görene kadar. Kahvaltıda, arkadaşlarımdan birine garip bir kadını görüp görmediğini sordum. Hayır deyince ürperdim. Dün gece olanları anlattım, omuzlarını silkti ve halüsinasyon falan görmüş olabileceğimi söyledi. Başka bir açıklaması yoktu, ona inanmaktan başka seçeneğim yoktu. Ama olanlar çok gerçek hissettirmişti. Günün geri kalanında, derslerime pek de odaklanamadım, aklım hep o kadındaydı. Acaba neden oradaydı? Yardıma mı ihtiyacı vardı? Yurda geri dönünce perdeleri sıkıca kapatıp dış dünyayla ilişkimi kestim. Gecenin ilerleyen saatlerinde, aynı olay tekrar oldu..


O gece bir kabus gördüm: Tek başıma yurda doğru yürüyordum.Yurda iyice yaklaşınca onu tekrar gördüm. Sokak lambasının altında duruyordu. Sırtımdan aşağıya doğru bir üşüme hissettim. Ağzım kurumuştu. Aramızda bir adım kalana kadar yanıma geldi. Ağzını bir insanın açabileceğinin iki katı kadar açtı ve gırtlaktan gelen kan dondurucu bir çığlıkla bütün hücrelerimi zangır zangır titretti. Soğuk terler dökerek uyandım ve saatime baktım. 1:30 A.M. Derin bir nefes alıp rahatladım ve su dökmeye gittim. Banyodan döndüğümde kapalı perdenin arasından sızan ışığı gördüm. Görmezden gelmek istedim ama bir dürtü gidip perdeyi açmama sebep oldu.


Perdeyi açınca o kadını yine gördüm. Bu defa daha da yakınlaşmıştı, sokak lambasının altında değildi artık. Ama hala hareketsiz duruyor ve saçı yüzünü kapatıyordu. Biraz sinirlenerek eğer 5 dakika boyunca gitmezse polisi aramaya karar verdim.. Hareket bile etmedi. Ben de polisi aradım, tuhaf bir kadının odamın dışında durduğunu söyledim. Telefondaki bayan bana yakında bir polis memurunun buraya geleceğini söyledi. Telefonu kapattıktan sonra göz ucuyla sokağa baktım ve kadın gitmişti. 20 dakika sonra bir polis memuru geldi ve soruşturma başlattı. Bütün kampüs uyandı, polisler bir şey bulamadı. Yurttaki herkes bana kızgındı, haklıydılar. Tuhaf bir kadından korktuğum için gecenin bir yarısı herkesi uyandırmıştım. Bunca çileden sonra herkes uyumaya devam etti, ben de bu düşünceyi unutmaya çalıştım..

Ertesi gün bitkin bir halde uyandım. Gecenin uykusuzluğundan başım çatlıyordu. Telefonuma uzandım ve uyuyakaldığımı farkettim. Alelacele sınıfıma gittim, o an farkettim ki quiz vardı ve ben hiç çalışmamıştım. Quiz e hiç odaklanamadım ve başarısız oldum. Günün geri kalanını kafa karışıklığı ve korku içinde geçirdim. O kadın bir an dışarıda olup nasıl aniden kaybolabiliyordu? Hiç mantıklı gelmiyordu ve ben de boşver gitsin dedim.


O gece odam yine buz gibi soğudu. Nefesim buharlanıyordu. Bir şey beni dışarı bakmaya zorluyordu, direnmeye çalıştım. Ve boruların tıkırtı ve sallanma seslerini duydum. Perdeyi aralayıp aşağıya baktığımda korktuğum başıma gelmişti. Dışarıdaki kadın, şimdi hızla odama doğru tırmanıyordu..

20 Kasım 2020 Cuma

Evelyn Evelyn

Bu küçük bir konsept proje ve albüm. Şöyle ki, Amanda Palmer ve Jason Webley, çift başlı, üç bacaklı, yapışık ikizleri canlandırıyorlar. Bir yandan tek canlı olarak kabul edildikleri için ikisinin ortak adı Evelyn, ama kendileri ayrı bilinçlere sahipler, albüm boyunca birbirleriyle konuşuyorlar, ikisi de diğerine Evelyn olarak sesleniyor, bu yüzden isimleri de "Evelyn Evelyn." 

Evelynler, hayatları boyunca birbirleriyle yaşamaya alışmışlar, aynı kıyafetleri giyip aynı yatağı paylaşmak konusunda hiçbir sıkıntıları yok, zaman zaman birbirleriyle "Sen benim parazitimsin," diye dalga geçiyorlar, kendilerini normal insanlar gibi görüyor ve "Film yıldızı mı olsak, acaba dün tanıştığımız o yakışıklı adamla evlensek mi?" diye düşündükleri zamanlar oluyor.

Ancak içlerindeki travmalar, albüm ilerledikçe açığa çıkıyor. Albüm ilerledikçe zamanında bir sirke ucube olarak verildiklerini öğreniyoruz, insanlar bu çift başlı hilkat garibesini görüp onlarla fotoğraf çektirmek için para ödemişler, onlar da içlerinde tuttukları her şeyi bir albüm yapıp insanlara anlatmak istemiş. 1985 yılında bir çiftlikte doğmuşlar, üç bacağı, iki kalbi, iki başı, üç akciğeri ve bir karaciğeri paylaşıyorlar. Doğdukları anda doktor onları bir elektrikli testereyle ayırmaya karar verse de çılgın doktor son anda kasaba şerifi tarafından engellenmiş ve bunun bir cinayet olacağına karar veren tıp dünyası, onları oldukları gibi bırakmış.

Babaları, doğumda ölen annelerinden ve bir hilkat garibesine sahip olmaktan duyduğu hüzünle kendisini vurmuş. Bunun üzerine hayatlarını kurtaran şerif, ikizleri bir merkeze bırakmış ve geri dönerken kendisi de bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş. İkizler, hayata gelirlerken üç kişinin ölümüne, bir doktorun da kariyerine mal olduklarını biliyorlar ve bu ağır gerçekle yaşıyorlar.

İkizler, birbirleriyle konuşurken sürekli "orda mısın?" "tabii ki burdayım, ben her zaman burdayım, başka nerde olabilirim ki?" diye şakalaşıyorlar, hatta insanlara "Kızkardeşim Evelyn'i gördün mü?" diye soruyorlar, albüm eğlenceli ilerlerken ikizlerin akıl sağlığının pek de yerinde olmadığını "Chicken  Man" adlı şarkıyla anlamaya başlıyoruz. Kendilerine "Chicken Man" adlı bir korku öğesi icat etmişler ve ondan deli gibi korkuyorlar. Sirkteki günlerini anlatmaya başladıklarında, bimba ve kimba adlı kendileri gibi siyam ikizi olan bir (ya da aslında iki) filden ve Sandy Fishnets adlı bir kadından bahsediyorlar. Filin bakımı kızlara ait ve bir gün fil de ölüyor, böylece ikizlerin "elimizi dokundurduğumuz tüm hayatlar sonlanıyor, gerçekten hilkat garibesiyiz..." travması daha da gelişiyor. 

Sandy de, sirkteki çekici arkadaşları, kızlara kadınlıkla ilgili tüm dürtülerini aşılamış, sürekli yaban diyarlardan, denizcilerden, seyahatlerden bahsediyor, kızlara sirkte geçen çocuklukları boyunca fantastik hikayeler anlatıyor. Bir gün Sandy de ortadan kayboluyor.

Gitgide albüm ilerledikçe birbirlerine karşı duydukları kardeşlik bağının altında yatan kadınsı kıskançlıklar ortaya çıkıyor, "Beni istemenin tek sebebi kızkardeşimi istemen" dedikleri adamlardan bahsediyorlar, birbirleri olmadan birileriyle flört etmeleri mümkün değil ve kendileriyle mucizevi bir şekilde ilgilenen hiçbir erkeği paylaşamadıklarını anlıyoruz. En sonunda kızlardan biri, diğerine "Geçen gün bir rüya gördüm, sana sesleniyordum ve her zaman 'tabii ki burdayım...' diyen sen, bana cevap vermiyordun, sen yoktun..." demeye başlıyor. Birbirlerine yapışık olmadıkları bir hayatın hayali içlerine girdiği zaman işler daha da trajik bir hal alıyor. İkisinin de dileği diğerinden ayrılmak, ikisi de bunu açıkça dillendiremiyor. "My space" adlı şarkıda, internet üzerinde insanlarla birer hilkat garibesi gibi görülmeden iletişim kurabildiklerini keşfediyorlar, "İnternette herkes bana bakarken yalnızca bana bakıyor, seni göremiyor Evelyn!" diye heyecanlanıyorlar. 

Albüm, Joy Division klasiği "sevgi bizi ayıracak" yorumuyla bitiyor, ikizleri birbirinden ayırabilecek tek dürtü aşık olma, beğenilme dürtüleri, bunu yalnızca 
internet üzerinden birbirlerini kıskanmadan tatmin edebildiklerini anlıyorlar ve love will tear us apart ile de hikayelerini noktalandırıyorlar.


31 Ekim 2020 Cumartesi

It started as a leak

 Yağış sezonunun yazın erken vaktinde, Haziran'da başlaması sıra dışı bir durum bile değildi. Yemek odasının tavanından yağmur suyu damladığını görmek onu şaşırtmamıştı Omuz silkti, büyükçe bir vazo bulup sızıntının altına yerleştirdi ve kendi kendine durmasını umdu. Her nasılsa, yağmur yağmaya devam etmiş ve vazo, daha o fark etmeden taşmıştı. Sabah ilk iş olarak vazodaki suyu boşaltmıştı, tıpkı işten eve döndüğünde yaptığı gibi. En sonunda sızıntının kaynağındaki, tavandaki hasarı fark etmişti.

Bembeyaz tavanı renk değiştirmiş, kahverenginin donuk bir tonuna bürünmüştü. Hava durumunu kontrol edip bir sonraki 10 gün boyunca ara sıra yağmaya devam edeceğini öğrendi. Tavanının küf tutup pahalı bir tamir masrafı çıkarmasından endişelendi, bu yüzden bulunduğu yerin yakınlarından bir tamirci çağırmaya karar verdi.

Fakat maalesef tamir için gerekli evrakları imzalayamazdı, bunu yalnızca ev sahibi yapabilirdi, sinir bozucu bir kuraldı. Ev sahibini arasa da ona ulaşamadı, hasarın nasıl git gide daha kötü olabileceğine dair ayrıntılar veren  birkaç sesli mesaj da bıraktı. Adamın, ev sahibinin neden aramalarına dönmediğine dair hiçbir fikri yoktu; genellikle iletişim halindeydiler, ayda en az iki kere konuşurlardı. 

En sonunda devamlı hasarlardan sorumlu olamayacağına karar verdi.

Gecenin birinde, duyduğu büyük bir gürültü onu uyandırdı. Hızla doğrulup yatağının başucundaki lambayı açtı ve devrilen masasının üstünde yatan belli belirsiz, büyük figürü fark etti. Kokudan öğürürken ve apartmandan koşarak çıkarken polisi aradı. 

Adam polis istasyonunda omuzlarına sarılı bir battaniye, ve ellerinde sıcacık bir kupa kahveyle oturuyordu. Bildiği tek şey; tavanında bir ceset vardı ve tavanı sızıntı sebebiyle öylesine aşındırmıştı ki ağırlık altında çökmeye başlamıştı. Bunca zaman, nem yüzünden kimliği tanımlanamaz hale geldiği için cesede otopsi yapıldı. Adam beklerken, ev sahibini tekrar aradı ve artık nihayet ona ulaşmıştı. Panikle olayı açıkladı. Olanları duyan ev sahibinin de ses tonu endişeli geliyordu. Adam ifadesini verirken polis istasyonuna gelmesi için ona yalvardı Adam, bir dedektif yanına geçerken durdu ve cesedin teşhis edilip edilmediğini merak ederek telefonunu yavaşça indirdi.

Kanı donmuştu. Başını dehşetle sallıyordu. Otopsi sonuçlarına göre, ceset yaklaşık bir yıl önce ölen Richard Thompson'a, ev sahibine aitti. Fakat onu en çok rahatsız eden şey bu olmamıştı. 

Eğer ev sahibi öldüyse, o zaman onu taklit eden kimdi?

24 Ekim 2020 Cumartesi

Distorted Warning Signals

 "BİLİNMEYEN" beni ilk aradığında, tam olarak birkaç saniye sonra uçağa binecektim. Daha önce duymadığım bir zil sesiyle çalıyordu, telefonuma indirmediğime emindim.

Normalde açmak için durmazdım, ama önceki hafta iş görüşmesine gitmiştim ve aramalarını bekliyordum. Derin bir nefes aldım ve çağrıyı kabul ettim.

"Merhaba?"

"Uçağa binme." bu bir kadın sesiydi, ses telleri parçalanmış gibi bozuk ve tuhaftı ve umutsuzca kısık sesle konuşmaya çalışıyordu. Sesinin sinir bozucu, bozuk kalitesine rağmen, tonu ısrarcı ve ürkütücü bir şekilde sakindi. Sonra görüşme bitti.

Donup kaldım. Her zaman havada yolculuk etmeye karşı hafif bir fobim vardı ve bu arama hakkında bir şeyler sadece... Şu an yedi saatlik bir uçuşa başlamamın hiçbir yolu yoktu.

Geri döndüm ve yemek bölümüne yöneldim. Öğleden sonra başka bir uçağa binmeye karar verdim.

Üç saat sonra, havaalanının Starbucks'ında, oradaki her televizyonun olmam gereken uçağın yaptığı kaza görüntüleriyle aydınlandığını gördüm.

Hayatta kalan yoktu. Bir kişi bile.

Numarayı tekrar aramayı denedim, polis de denedi. Ama arayacak numara yoktu. Telefonumun o an bir çağrı aldığına dair hiçbir kanıt yoktu. Telefon kayıtlarını ve telefonuma giden ve gelen etkileşimleri analiz ettiler... hiçbir şey.

Uydurmuyordum. Mümkün değildi.

Sadece bir arama olmadı. Yıllar içinde uzun aralıklı birkaç arama daha oldu, ama her zaman haklıydı. Ve ben her zaman dinledim.

"Bu gece o ilk buluşmaya gitme." Beş ay sonra, benim "ilk buluşmam" dört kadını öldürmekten hüküm giydi, kadınların hepsi de benim saç rengimde ve vücut yapımdaydı. Beni götürmeyi teklif ettiği lokantadan 75 metre ötedeki ıssız bir mezarlıkta bulundular.

"Bu gece konsere arabayla gitme." Onsekiz tekerlekli araç kontrolünü kaybetti ve araba yoluna daldı. Tüm arabalarla çarpıştı. Sürücülerin hepsi öldü. Benim araba kullanacağım otoyolda.

Yeni bir telefon alsam da, taşınsam da bir şey fark etmedi. Aramalar gelmeye devam etti. Neredeyse beni izleyen şeyin, her neyse, varlığını hissedebiliyordum.

Dondurucu okyanusun dibinde, uçaktaki yolcu koltuğuma bağlı olmayı, lokantanın karşısındaki o mezarda olmayı ya da onsekiz tekerlekli bir traktör arabama doğru kayarken, ölümün yakın olduğunu bilerek, göğsümdeki korkuyla izlediğimi hayal ettim. Bu çizginin ne kadar ince olduğunu düşündüm. Ne kadar çok yaklaştığımı.

Eğer beni geri aramalarını beklediğim bir iş görüşmem olmasaydı ilk aramayı hiç dinlememiş olacaktım. Ve bu benim için son olacaktı.

Her zaman bir şeyin benim için geldiğini hissettim. Ama her zaman bu... Bu çatlak, bozuk ses vardı, onu dinledikten sonra hiç var olmamış gibi görünen aramalarla. Gözlerimin önünde kendini yok eden telefon sinyalleri. Ve böylece hayattaydım.

Bu gidişatla ilgili içimde kötü bir his vardı.

Üniversiteden birkaç eski arkadaşımla bir kız haftası planlamıştım, ve kış mevsiminin ortasında tropik bölgelerde bir tatili dört gözle bekliyordum, ama bir yanım aramanın yaklaştığını neredeyse hissedebiliyordu. Belki Titanik'i çok fazla izlemiştim, ama başından beri küçük, rahatsız edici bir korku vardı.

Sorun olmayacağını umdum, ama bir şey olacağını biliyordum. Aranacaktım. Biliyordum.

Şimdi, gemi yolculuğuna çıkmadan bir hafta önce, bir arkadaşla akşam yemeğinden sonra daireme girdiğimde, telefonumda "BİLİNMEYEN"den bir mesaj olduğunu fark ettim. Daha önce hiç mesaj bırakmamıştı. Telefonumu tüm gece kontrol etmemiştim.

Kahretsin, o gemiye binmeyi gerçekten istemiştim. Ah, pekala. O soğuk, karanlık okyanusta beni bekleyen korkunç kader her neyse, buna değmezdi.

"Mesajı oynat"a tıkladım ve sesi dinlememle birlikte midemde bir sancı hissettim, ses kokunç bir şekilde bozuktu, şerit şerit kesilmiş bir boğazdan çıkıyor gibiydi, her zamankinden daha fazla bir aciliyetle çatlıyordu. Telefondaki ses tekrar ve tekrar aynı şeyleri söylerken dairemde etrafıma baktım.

"Bu akşam yemekten sonra eve gelme. Bu akşam yemekten sonra eve gelme. BU AKŞAM YEMEKTEN SONRA EVE GELME."



Ç/N : creepypasta.com top ranked hikayelerinden biriyle herkese merhaba.

söylemek istediğim birkaç şey var. üniversitede okumama rağmen uzun zamandır burada olduğumu çoğunuz biliyordur. açıkçası bu blogtan popülerite gibi bir beklentim yok, sanırım amaç bu olsaydı her adminin günde bir paylaşım yapmasının zorunlu olduğu bir instagram sayfasında falan olurduk. buradaki okuyucular korku hikayeleri ve creepypasta ile ilgilenen kişiler ve bu bence gayet yeterli. günümüzde zaten her an popüler olan şeyler, herkesin takip edip aktif bir şekilde yorum yaptığı durumlar karşımıza çıkıyor. benim bu blog hakkında sevdiğim şeylerden biri de öyle olmaması. *-*



23 Ekim 2020 Cuma

No matter how long I dig, I can't find my kids

Çocuklarımın kaybolduğu günü hatırlıyorum. Karım Netflix'te yeni birşeylere göz atarken ben yemek pişiriyor ve onları mutfağın penceresinden izliyordum.

Bir anlığına oradaydılar, birbirlerini daireler çizerek takip ediyorlardı, sonrasında kaybolmuşlardı. Onlara arka bahçeden seslendim, ilk başta beni görmezden geldikleri için sinirlenmiştim.

Arka verandaya çıkıp boş araziyi tararken panik içime işlemişti. “John! Desiree!” diye bağırdığımda, gelen tek cevap bahçenin kenarındaki ağaçların arasından yankıyan sesimdi. Onları son gördüğüm noktaya koştum, delirmiş bir balerin gibi dönerek, evin kenarından gelmelerini ve endişelerimin boşa çıkmasını umdum.

Desiree bana koşacaktı, kardeşinin nasıl da saçını çektiğinden ya da onu çamura ittiğinden yakınacaktı. John da kısa süre sonra, dışarı çıkardığı alt dudağıyla, cezaya hazır bir şekilde ciddiyetle yere bakarak beni takip edecekti

 Hiçbiri olmadı. Boğazımın yandığını hissedene kadar isimlerini seslendim. Yeri pençelerken ve gezegen kontrolsüz bir şekilde dönerken, ses tellerim kanadı. Karım Tracy, başını veranda kapısından çıkarıp beni endişeli bir şekilde gözledi. Ona baktığımda; yüzünün düştüğünü gördüm. O da en az benim kadar iyi biliyordu ki çocuklarımız kayıptı.

Delicesine, ormanın etrafını güneş gölgelerin arkasında gözden kaybolana kadar aradık. Polisle birlikte ormanın derinliklerini bile aradık. Haberlerle beraber gelen röportajcılar vardı, fakat herhangibir soruyu cevaplamaktan çekindim. Onlarla konuşacak halde değildim. Bir ay sonra, olayın tazeliği halkın ilgi alanından düştü. Polis araştırmayı iptal etti.

İşimden istifa ettim. Tracy geri çekildi. Koltukta uyumaya, boş şişeleri kahve sehpama dizmeye başlamıştım. Stand-up komedyenleri sevmeye ve durmadan onları izlemeye başladım. Günlerimi kahverengi likörde, gecelerimi ise gözyaşlarında boğularak geçirdim.

Bir gece, çocuklarımın kaybolmasından aylar sonra, arka bahçeye üstümde bornozdan başka hiçbir şey olmadan sendeledim. Bacaklarıma serpmesini hissederek rüzgara doğru işedim. İçeri dönmeye karar verdiğimde, çimenin üstüne takılıp düştüm. Bayılmaya oldukça alışmıştım, ama beni derinden sarsan bu olmamıştı. Islak çimin üstünde yatarken, kafatasıma inen bir çekiç gibi duydum onu.

Dünyanın altından gelen bir ses. Bu bir sanrı değildi işte! Küçük yumrukların yer altından çarpma sesini duyabiliyordum. Kanayarak, yaralanan sarhoş vücudumu kulübeye sürükleyip bir kürek buldum. Onu çimenin altından gelen sesi duyduğum yere getirdim. Büyük bir aceleyle, toprağı kestim, çimenin köklerine kadar kestim. Gün ışığı sırtıma vurana kadar, en azından üç buçuk metre kazdım.

Alnımdaki teri silerek, kendimle beraber deliğe yerleştirdim merdiveni alarak kendimi bahçeye attım. Gözlerim sızlıyor ve ellerim kanıyordu. Devrildim, bornozum bana sarılırken derin nefesler alıyordum. Deliğe baktım. Kabaca bir mezar büyüklüğünde ama belki biraz daha geniş bir dikdörtgendi.

“Ne yapıyorsun sen?”

Tracy'in arkadan yaklaştığını görmek için başımı çevirdim. Deliğe geri baktım, “Kazıyorum.”

“Peki.” Uzaklaştı.

Eve geri koştum, Kendime bir kadeh doldurdum. Bir tane daha. Ve bir tane daha. Ellerimdeki batma hissini hissetmeyene kadar bir şişe Evan Williams içtim. Deliğe geri döndüm. Aşağı tırmandım ve kazmaya devam ettim.

5 Metre; Derme çatma bir makara sisteminden aşağı inmek zorunda kaldım. 

10 Metre; Deliğimin topraktan duvarlarını desteklemek için kulübeyi söktüm.

13 Metre; Kulağımı toprağa dayadığımda, Desiree'nin “Baba! John bana vurmayı bırakmayacak! " sözcüklerinin vücudumda yankılandığını hissederek, kendimi toparladım.

15 Metre; Oradaydılar. Yalnızca devam etmeliydim. 18. 20. 30? Yeraltındaki kayalarını parçalayabilmek için yanıma bir kazma aldım.

Oluşan toprak yığını evden daha büyümüştü. Yukarıdaki ışık bir iğne deliğine dönüşmüştü. Birisi deliğe eski boş şişelerini atmaya başladı,  benim de bu ölümcül kurşunlara göz kulak olmam gerekti.

Sesleri beni her bir yandan sarmaya başladı. Onları kurtarmam için bana bağırıyorlardı, bunu yapmak zorundaydım. “Baba! Lütfen yardım et! Boğuluyoruz! Baba!” 

Ağlayarak kazdım, küreğin sapındaki kıymıklar avuçlarımın içine geçerken, onu toprağa her saplayışımda ellerim titredi.

Karşılaştığım her devasa taş, kazmanın altında hızla parçalandı ve her bir kayanın üzerindeki metal halkayla birlikte, sesleri bir kakofoniye* dönüştü.

Sonunda dünyanın altında, yalnızca karanlığın olduğu bir yerle karşılaştım. Dinlenmek için oturdum, deliğimin duvarlarını bir ışıkla taradım.

Uzun soluk kollar her bir yanımdaki toprak duvarlardan fırladı, etimi tırmalayarak, onu ufak parçalara ayırdı. Acıyla haykırdım ve ışığı fırlattım.

“Baba!” diye bağırdılar. Onları tekmeleyip parmaklarımla yer yüzüne doğru kazarak, kendimi yukarıya fırlattım. 

Ellerim belimin etrafındaki makara kayışına bağlı halatın etrafında dolandı. Kanayan, şişik parmaklarım panikle kayış boyunca kaydı. 

Sert bir şekilde çektim ve kendime dolamaya başladım. Kollar beni sarıyordu. Deli gibi bağırırken, toprak duvarlardan düştü, bir gıcırtı duyuldu ve deliğin içine çöktüğünü hissettim. Daha fazla toprak düşmeye, beni kaplamaya başladı. Gözlerimi ve ağzımı kapattım, ipi çektim, çektim, çektim...

Yukarıda iğne deliğinin büyüdüğünü görebiliyordum. Delik beni yutmaya çalışırken tekmeledim ve çığlık attım. 30 Metre. 15 Metre. 12. 10...

Bahçede yatarken, hala tek parça olduğumdan emin olmak için kendimi yokladım. Öyleydim, yani- çoğunlukla.

Bacaklarımın arkasından deri şeritleri eksikti ve yeraltındaki ellerin yumruklarında şüphesiz hâlâ saç yumakları vardı.

“Sen n'apıyorsun?” diye sordu Tracy.

“Bilmiyorum” dedim bitkin solukların arasından.

Başını salladı ve beni bahçede bıraktı. Bir zamanlar deliğin olduğu çökmüş dünyaya baktım. Sonra atılan toprak yığınına baktım.

Tek bir şey düşünebiliyordum; çocuklarım gerçekten orada mıydı?

22 Ekim 2020 Perşembe

H.H. Holmes

Dr. Henry Howard Holmes lakabıyla tanınan Herman Webster Mudgett Zihninde kurduğu cinayetleri işlemek için özel bir otel inşa ettirmiştir. 

Kayıtlara geçen ilk Amerikalı seri katildir. Yaklaşık 200 insan öldürdüğü tahmin edilmektedir.

Holmes zor bir çocukluk geçirmiştir. Dindar Metodist annesi ve şiddete eğilimli alkolik babası bir yana, okulundaki zorba çocuklar, mahalle doktorundan korktuğunu öğrendiklerinde, onu insan iskeletine dokunmaya zorlamıştır. Zorbaların bu baskısı, onu ölüme meraklı bir çocuk haline getirmiştir. Mudgett Temmuz 1884'te sınavlarını geçerek Michigan Üniversitesi Tıp fakültesinden mezun olmuştur. Okula kayıtlı bir öğrenciyken laboratuvardan cesetler çalmış, çaldığı bu cesetlerin biçimlerini bozmuş ve bu cesetlerin kaza eseri öldüğünü söyleyerek sigorta paralarını toplamıştır. İlaç endüstrisinde kariyerini ilerletmek için Şikago'ya taşınır. Şikago'da iş bulduğu bir eczanenin kısa zamanda sahibi olmuştur. Eczanenin sahibi bir süre sonra esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğunda Holmes, insanlara onun Kaliforniya'da yaşamaya gittiğini söylemiştir.

Sonrasında Holmes, eczanesinin karşısına, çevredekilerin ''Kale'' diyeceği üç katlı binayı inşa edeceği arsayı satın almıştır. Bu bina 1893 yılında Dünya Fuarı ziyaretçilerinin kullanması için bir otel olarak açılmıştır. Kalenin en alt katı Homles'ın eczane ve diğer mağazaları için kullanılmıştır. Diğer üst katlarda ise kişisel ofisinin yanı sıra, antreleri tuğla duvarlara açılan 100'den fazla penceresiz oda ile dolu bir labirent, tuhaf şekilli koridorlar, hiçbir yere çıkmayan merdivenler, sadece dışarıdan açılabilen kapılar ve diğer bir takım ilginç dolambaçlı yapılar vardır. Holmes inşa esnasında inşaat ustalarını değiştirmesi sebebiyle kalenin tasarımını yalnızca kendisi bilmektedir. Yapının inşası esnasında Holmes geçmişinde yasaları çiğnemiş Benjamin Pitezel isimli bir marangoz ile tanışır. Holmes bu marangozu daha sonra cinayetlerinde bir alet olarak kullanacaktır.


Otelin tamamlanmasından sonra, Holmes kurbanlarını daha çok kadın çalışanları, sevgilileri ve otel misafirleri arasından seçmiştir. Onlara işkence edip öldürmüştür.Bazılarını ses geçirmeyen ve gaz borularıyla donatılmış odalara kilitlemiş ve böylelikle onları istediği zaman oksijensiz bırakabilmiştir. Bazılarını ofisinin hemen yanındaki ses geçirmeyen devasa kasa odasına kilitlemiş ve orada havasızlıktan ölmelerini sağlamıştır. Kurbanların bedenleri gizli bir oluktan bodrum katına düşmüştür. Cesetler burada titizlikle parçalanmış, etleri kemikten ayrılmış, el yapımı iskeletler yapılmış ve daha sonra bu iskeletler tıp okullarına satılmıştır. Holmes ayrıca bazı cesetleri yakmış veya onları kireç kuyusuna dökerek yok etmiştir. Holmes burada iki büyük fırın ile birlikte, asit kuyuları, farklı zehir şişeleri ve esnetme raflarına sahiptir. Tıp okulunda edindiği bağlantılar sayesinde iskeletleri ve organları kolaylıkla satmıştır.


7 Mayıs 1896'da, Holmes Moyamensing hapishanesinde asılarak idam edilmiştir. Holmes ölünceye kadar sakin ve yumuşak başlı davranmış, çok az korku ve depresyon belirtisi göstermiştir. Holmes'in boynu hemen kırılmamış, aksine idam sehpası itildikten sonra çok yavaş bir şekilde 20 dakika içerisinde ölmüştür.





19 Ekim 2020 Pazartesi

Hoodie (The Hooded Man)


Hiç kıyafetinin seni etkilediği oldu mu? Dış görünüşünden dolayı özgüvenli hissetmekten bahsetmiyorum. Hiç bir eşyanın, ya da bir doğrunun, ya da sadece favori tişörtünün sana kontrolü verdiği oldu mu? Hiç en kötü şekilde etkilendin mi? Gerçeği göstererek?
Hikayenin devamı direkt olarak günlük kayıtlardan alındı. Ünlü ama kimliği belirsiz bir katil tarafından yazıldı. Ünlü çünkü yaptıklarını herkes gördü. Kimliği belirsiz çünkü kimse bunları yapanın o olduğunu bilmiyor.
Yaptıklarının başlangıç noktası olağandışı. Sorunlar yok, şeytani bir aile yok, sihir ya da paranomal güçler yok. O, sadece ve sadece kendisi tarafından seçilmiş. Kimliği bilinmiyor. Bundan sonra "Kapüşonlu Adam" olarak adlandırılacak.


3 Nisan, 2004
Son zamanlarda burası gerçekten soğuk. Bir sürü tişörtüm ve kot pantolonum var ama giyecek fazla kalın bir şeyim yok. Bu yüzden bugün bir ceket almaya karar verdim. Yerel bir mağazaya gittim, özel bir yere değil. 
Büyük, siyah bir kapüşonluydu, beyaz bir çizgisi vardı. Bence harika görünüyor. Denediğimde mağazadaki görevli bana yakıştığını söyledi. Kibar olmak için teşekkürler dedim. (karşılıklı nezaket, bulunması çok zor bir şeydir.)

Böylece onu satın aldım. Henüz üzerimden çıkarmadım. Sadece sıcak tuttuğu için değil, ama onun içinde inanılmaz şeyler yaptığımı hayal edebiliyorum. Aynaya baktığımda, sırıtıyorum. Harika hissediyorum. Açıklayamıyorum, ama bunu sevdim. Bunu gerçekten çok sevdim. Başlığımı geçirmek istiyorum. Başlık bir şekilde insanı maskelemeye yarıyor. Yüzü gösterse bile bir şey saklıyor... Bir yerde.
Gerçekten çok geç oldu. Bütün gün harika hissettim, zaman uçup gitti. Yarın daha fazla açıklayacağım.



10 Nisan
Cehennem gibi bir hafta geçirdim. Çok harika hissettim. Koridorlarda önemli biriymişim gibi yürüdüm. Kendini beğenmiş göründüğüme eminim. İşte bu yüzden, Jack bana meydan okudu. Çok sinirliydi. Bir hakareti görmezden gelmeyenler, birinin ailesi hakkında zekice yorumlarla yanıt vermekten daha aşağılayıcıydı. Beni kızdırdı.

Bunu o istedi. Sıkı bir yumruk attı, ve ben durdum. Onunla gerçekten tartıştığım zaman daha çok acı çekti.
Tüm hafta çok iyi hissettim. Özgüvenim modumu yüksek tuttu. Karnını sertçe yumrukladım ve düştüğü zaman tekrar kaldırdım. Çok iyi hissettirdi... Gerçekten çok iyi... Ebeveynleri arıyor.



14 Nisan
Jack hala hastaneden çıkmadı. Onun çok fazla canı yandığını söylediler. Çok kan kaybetmiş, ebeveynleri söyledi. Düşündüm. Her yumruğumun nasıl harika hissettirdiğini... Çatlayan sesiyle attığı her çığlığın...
"Bunu duymak güzel." dedim anlamsızca.

Jack'i umursamıyorum. Ben onun acısına gülümsedim.
Öylece bakıyorum. Aynaya bakıyorum. Her zaman favori kapüşonlumu giyiyorum. Bu... Güç veriyor gibi hissettiriyor. Eğer bunu arkadaşlarıma anlatsaydım bana gülerlerdi. Beni Spiderman ve onun siyah kostümüyle karşılaştırırlardı. Spiderman asıl gücü elinin tersiyle itmiş. Ben asla böyle bir şey yapmayı düşünmüyorum. O benim özgüven kaynağım.


22 Nisan
"Jack daha iyi bir yere  gitti." sözcükler kulaklarımda çınladı.

O öldü. Çok fazla kan kaybetmişti. Onu ziyaret ettiğim gün babası bana sağlık durumu nedeniyle bu kadar kan kaybettiğini söylemişti. Ama annesi bana baktı ve gerçek hikayeyi anlattı. Onu ben öldürmüştüm. Ona vurmanın verdiği rahatlamayı hala hatırlıyorum. Ama onu öldürmeyi hiç istemedim. Ne yaptığım hakkında düşünmeliyim... Değil mi? Böylece duygularım iyileşecek.
Ama düşünecek ne var? Pişmanlık aptalca bir duygu. Pişmanlığa ihtiyacım yok.


24 Nisan
Son günlerde babam benden kaçıyor, annemse beni sevdiğini söylüyor. İkisi de benim sonsuz bir suçluluk duymamı istiyorlar, ama yapmıyorum, daha doğrusu yapamıyorum. İnsanların arasında rol yapabiliyorum, ama gerçek şu ki, üzgün değilim. Spiderman'in hikayesi beni daha fazla düşündürtmeye başladı. Ama neden lanetli ya da ele geçirilmiş bir kapüşonlu benim olsundu ki?
Jack'i tanıyan herkes bana düşmanca bakıyor.

Konuştuğum herkes başka bir sınıfa geçti ya da okul değiştirdi. Öğretmenler bana pek bakmıyorlar, kuralları çiğnesem de üzerime gelmiyorlar.
Bugün tarih öğretmenime kalem fırlattım, omuzuna çarptı. Sadece bir saniye için dondu, ardından ders anlatmaya devam etti. Herkes ya benden nefret edip ölmemi istiyor, ya da benden korkuyor. Sadece buraya yazarken rahat hissediyorum. Yazarken huzur içinde kendim olabiliyorum.



25 Nisan
Beni kışkırttılar. Beni tehdit ettiler. Seçeneğim yoktu. Beni öldürebilirlerdi. Kapüşonum yüzümü korudu. Bıçak bir anda Rob'un elinden benim elime geçti. Bunu istememiştim (yazı burada kesiliyor.)


30 Nisan
5 gün. Sorgulandığım, bir hücrede uyuduğum 5 gün. Sadece kendimi koruyor olduğuma karar verdiler. Annem ve babamın konuştuklarını duyabiliyorum. Gitmemi istiyorlar. Korkuyorlar. Bu ceketin beni kontrol ettiğini veya karakterimi değiştirdiğini düşündüğüm için bir aptaldım. Bu sadece güzel bir ceket. Görünüşünü seviyorum. Havalı hissettiriyor.

Kapüşonu nasıl kaldırdığımı hatırlıyorum. Jack bana meydan okuduğunda. O çocuklar beni öldürmeye çalıştıklarında. Vicdan azabı hissetmiyorum. İlgisiz hissediyorum. Kontroldeyim. Nihayet deliliğin farkına vardım. Onları öldürmek istedim. Hepsini. Sadece küçük bir ittirmeye, dövüşmek için güvene ihtiyacım vardı. Artık buna sahibim. Annem ve babam beni sinirlendiriyor. Herkes beni sinirlendiriyor.







Ç/N : bu uzun ara için özür dilerim.*-* Hoodie reis ile başlamak istedim. aşırı iyi bir pasta olmasa da sonu gerçekçiydi sanırım.

16 Ekim 2020 Cuma

Duyuru

Selamlar!

Ben Rei Shizuka, blogun hayalet admini. Yeni olanlar ve beni hiç görmemiş olanlar için kendimi tanıtayım istedim.

Beni hatırlayanlara da el sallıyorum :3

Neyse, direk konuya geçeyim ben.

Sanırım anasayfada duyuru olarak paylaşmadığım sürece pek görünmüyor, o yüzden çevirmen alımı ile ilgili bir duyuru yapmak istedim.

Sanılanın aksine çevirmen alımı belli dönemlerde olmuyor, isteyen ve düzgün çeviriler yapabilen herkes istediği zaman ulaşıp bu isteğini bana bildirebilir ^_^

İster iletişim formu üzerinden, ister de aşağıda verdiğim mail adresimden bana ulaşabilirsiniz. Aynı zamanda chatango üzerinden özel mesaj da atabilirsiniz.

Sanırım daha fazla uzatmasam iyi olacak~ Kendinize dikkat edin ve maske takmayı unutmayın ^.^

Mail adresim: sorciere.rachel@gmail.com

Chatango kullanıcı adım: ShizukaRei

2 Ağustos 2020 Pazar

The Other Watcher

Bir adam bir otele gitti ve giriş yapmak için resepsiyona yürüdü. Resepsiyondaki kadın ona anahtarını verdi ve  odasına giden yolda  kimsenin girmesine izin verilmediği, numarasız ve kilitli bir oda olduğunu söyledi.  Orasının bir malzeme odası ve girilmesinin yasak olduğunu açıkladı. Yukarıya çıkmasına izin vermeden önce birkaç kez bunu ona hatırlattı. Adam resepsiyondaki kadının talimatlarına uyarak, doğruca odasına gitti ve yattı. Ancak kadının ısrarları adamın merakını uyandırmıştı. Bi sonraki gece odaya doğru yürüdü ve kapıyı açmayı denedi. Kilitli olduğuna yeterince emindi. Diz çöktü ve geniş anahtar deliğinden baktı. Gözlerini donduran soğuk bir hava geçti.

Gördüğü şey kendisininki gibi bir otel odasıydı. Ve köşede cildi inanılmaz derece solgun olan bir kadın vardı. Sırtı kapıya dönüktü ve başını duvara yaslıyordu. Adam bir süre şaşkınlıkla baktı. O bir ünlü müydü? Otelin sahibinin kızı? Meraktan nerdeyse kapıyı çalmak üzereydi. Ama yapmamaya karar verdi. Adam hâlâ bakarken, kadın keskin bir şekilde döndü ve onu gözetlediğinden şüphe duymadığını umarak kapıdan geriye doğru sıçradı. Kapıdan gizlice uzaklaştı ve odasına gitti.
Ertesi gün kapıya geri döndü ve  geniş anahtar deliğinden baktı. Bu kez tüm gördüğü kızıllıktı. Kımıldamayan belirgin bir kırmızı renk dışında hiçbir şeyi kestiremiyordu. Belki de odada oturanlar bi önceki gece gözetlendiklerini biliyorlardı ve anahtar deliğini kırmızı bir şeyle kapatmışlardı. Kadını rahatsız ettiği için utanç duyuyordu adam ve kadının resepsiyondaki kadına şikayette bulunmadığını umuyordu.

Bu noktada daha fazla bilgi için kadına danışmaya karar verdi. Nazik bir sorgulamadan ve yapacağı açıklamanın ondan başkasına çıkmayacağı sözünü aldıktan sonra kadın sonunda anlattı.
"Pekâla sana o odada ne olduğunu da anlatabilirim. Uzun zaman önce bir adam orada karısını öldürdü. Şimdiye kadar insanlar o odada kalmaktan rahatsız oldular çünkü gözlerinin tamamen kırmızı olması dışında bembeyaz bir kadının hayaletini gördüklerini iddia ettiler."


24 Temmuz 2020 Cuma

The God Experiment (Part 1)

Part 1

Hiç Tanrı'yı oynamanın nasıl bir şey olduğunu merak ettiniz mi?
Bazı sorular cevapsız kalmalı.
Çalışma için 7 kişi seçtik. Meslektaşım, köklü bir cinsiyet ve cinsel yönelim karışımı olmasını önemli buldu. Katılanların evinin ve iş yerlerinin her tarafına farklı kameralar yerleştirildi. Deneklere normalde hiçbir şey değişmemiş gibi günlük aktivitelerine devam etmeleri talimatını verdik.
Sonra da insanlarımıza beyaz bir yalan söyledik.
Onlara bir bilim uzmanı ekibinin hayatlarını değiştirmek için çalışacağını söyledik.
İddia edildiğine göre, bu grup kayıtları inceledi ve deneklerin gerçek hayat rutinlerine ince değişiklikler uyguladı. Her değişiklik kişisel verimliliği ve genel memnuniyeti geliştirmek için tasarlanırdı. Deneklere herhangi bir değişiklik fark etmemelerini söyledik. Gelen geçenin selam vermesi kadar kolay olacaktı. Ayrıca bu süre boyunca bizimle olan bütün iletişimleri yasakladık.
Gerçek şu ki hiçbir şey yapmadık.
Sadece izledik.
Son dönemdeki yasal işlemlerden kaçınmak adına… Soyadlarını kullanmaktan kaçınacağım.
Thomas ya da kısaca Tommy isimli saygın bir sosyologla çalıştım. Tom'un endüstrideki saygınlığı ilk başta fon bulmamızı güvence altına aldı. Kendimi stajyer olarak görüyorum. İşim pizza sipariş etmeyi, kahve getirmeyi ve telefonlara cevap vermeyi gerektiriyor. Bazen Thomas uyurken ya da binadan çıktığında bana kameraları izlememe izin verirdi. 23 yaşındaki sosyoloji lisanslı birisi için fena bir iş değil.
Çok geçmeden bu durum değişti. İşime olan nefretim, ilk deneğimiz olan Michael düzensizce davranmaya  başladığında başladı.
Özgeçmişinde  Denek001 isimli ,28 yaşında heteroseksüel beyaz bir erkek olarak kaydedildi. 1.90 boyu vardı. 86 kiloydu. Kaşının sağ üst köşesinde bir lekeyle koyu kahverengi saçları vardı. Mike'ın o zamanlar kız arkadaşı yoktu. Şükürler olsun ki Tom bu etkeni göz önünde bulundurdu.
İşlerin raydan çıkması uzun sürmedi. Kayıt tutmanın ikinci gününde gecenin bi yarısı Michael'i kendi kendine konuşurken yakaladım.
"Bunu yapmak istemiyorum.Bunu yapmak istemiyorum.Emin misin? Bunu yapmak istemiyorum."
Ses neredeyse sandalyemden düşmeme sebep oluyordu. Günün geri kalanı sessiz geçmişti. Kameraları iki kez kontrol ettim ama orada kimse yoktu. Thomas ayak işlerinin üzerine binayı terk etmişti. Kızılötesi kamerada, Michael yataktan çıkar çıkmaz kapısına yürüdüğünü gördüğümde Thomas'ı uyardım.

"Kamera 3. 001 aklını kaçırıyor."

Tommy derme çatma laboratuvarımıza birkaç dakika sonra geldi. Tıka basa dolu olan karnını zar zor kapatan küçük beyaz bir ceket giyiyordu ve heyecanını kontrol altına alıyordu. Ceketindeki kırıntılar yan kapıda atıştırmalıklar yemenin tembellik etmesine neden olduğunu göstermişti. Bir kez daha. Tom ekrana baktığında büyülenmiş görünüyordu. Monitörü omzumun üzerinden bir papağan gibi izlemişti.
Michael kafasını duvara çarptı. Meslektaşım, "İşte oluyor, bunu kayıt al evlat" diye haykırdığında son derece sersemlemiş gibiydi.
Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum fakat bana söyleneni yerine getirdim. Kafasını 20 kez duvara çarptıktan sonra Michael durdu. Bekledik ve on dakika boyunca izledik. Hayati faktörlerini inceledik. Nasıl olmuşsa Michael yara almamıştı.

O sadece uyuyakalmıştı.

Ayağa kalktı.

Aklını kaçırmak üzere olan bir adamı izlemek ürkütücü bir histi. Dairesindeki perdeler gergin bir biçimde rüzgarda dalgalandı. Birkaç saatte bir, Michael kendisini uykudan kaldırdı ve gergin bir biçimde pencereleri kontrol etti. Sonra yatak odasının kapısında tünemeye geri döndü. Gece boyunca bunu birkaç kez tekrarladı. Tüm gece yatağa dönmedi.

Ertesi gün Michael terfi aldı.

Bizim bir alakamız yoktu.

Her şeyi gizli bir kameradan izledik. Michael'in patronu tamamen minnettar görünüyordu. Michael'in iş performansının tanınmaya değer olduğunu düşünüyordu. Üstelik, firma özellikle üç aylık sürede başarılı olmuştu. Bu büyük bir ikramiye anlamına geliyordu. Michael'in suratındaki nispet yaparcasına sırıtma bize deneyin sorumlu olabileceğini anlatıyordu.

Deneğimiz o gece çok içmişti.

Bar görüntülerini kameralarımıza yakalayamamıştık. Ama yine de ben, sabah saat 2 civarında evine doğru utanç yürüyüşünü yakalamıştım. Sesi ayarladım ve bir kez daha kendisiyle konuşan adamı buldum.

"Bunu yapmak istemiyorum. Bunu yapmak istemiyorum. Emin misin? Bunu yapmak istemiyorum."

Michael dairesine girdi ve ışığı açtı. Oda sessiz ve boştu. Favori cümlelerini tekrar ve tekrar söylemeye başladı. Görünür bir panik içinde oturma odasının etrafında dolaştı.

"Bunu yapmak istemiyorum. Bunu yapmak istemiyorum. Emin misin? Bunu yapmak istemiyorum."

Sinirlerimi bozmuştu. Doğruyu söylemek gerekirse meslektaşımdan şüphelenmeye başlıyordum. Dengesiz denekler sonuçları çarpıtmaya yatkındı. O sırada daha  dehşet sonuçlar düşünemedim.

"Kimle konuşuyor?" diye sordum. Tom cevap vermedi.

Michael mutfağa girdi ve dolaptan bir bardak su aldı . Hareketi son derece dengesiz görünüyordu.
Genel davranışı, özellikle bir bacağını diğerinin arkasına sürükleme şekli, bana kuduz olmuş bir hayvanı hatırlattı.

Aniden sanki bir şey duymuş gibi Michael durdu ve mutfak penceresinden dışarı baktı. Su her yere dökülmüştü. Michael o pozisyonda 5 dakika durmuştu.
Sonra, mutfak kapısı yönünde son bir satır sundu.

"Emin misin?"

Sonra başka bir şey söylemeden dışarıya koştu.

"Kamerayı dörde çevir" diye omzumun üzerinden bağırdı Tommy.

Bana söyleneni yaptım. Yemin ediyorum.. bu oydu. Bu olayın anısı geceleri hala uykumu kaçırıyor.

Michael'ın sarhoş hali apartmanın yeşil çimlerinde kameranın görüş açısına geldi. Göğsüne bantlanmış alıcı hızlı nefes almalar gelişigüzel ayak sesleri sadece bir yöne giden bir yolu takip ederken saptadı. Farlar ve korna sesleri sadece 50 metre ötede patladı.

Otoban.

"Tom.. Bu bir sorun. Bu kahrolası büyük bir sorun."

Bu cümleyi binlerce kez tekrarlamış olmalıyım. Ama yalvarışlarım gözünü dört açmış ortaklarım tarafından göz ardı ediliyordu. Ofis telefonunu aldım ve çabucak acil  iletişim bulmaya çalıştım. Tüm bu süre boyunca Michael, yeni yeni yürümeye başlayan kayıp bir çocuk gibi trafik arasında dolaşıyordu.

"Yapabileceğimiz bir şey yok." diye mırıldandı Tom. "Ne söylememi istiyorsun?"

Michael’ın bedeni traktör römorkuyla karşılaştığı an patladı.

O gün ölmüştü.

Velinimetimiz ailenin zararını cömertçe telafi etti.  Dava geçici olarak feshedildi. Tanrı Deneyi, kalan deneklerle beş hafta boyunca kesintisiz devam etti.


Not: Eğer bu pastayı sevdiyseniz diğer bölümleri de çevirebilirim.

7 Haziran 2020 Pazar

Daddy's Princess

Babam, bana prensesim diye hitap eder. Ben de öyle hissederim, özellikle prenses taçlarımdan birini taktığımda. Babam onları benim için yapar. O bir sanatçı, anlarsınız ya.

Her seferinde, babam bana bir hediyesi olduğunu söyler. Bir kutu, genelde parlak bir kağıtla kaplanmış ve üzerinde bir fiyonku olan. Gördüğümde kocaman gülümserim. Kağıdı yırtarım ve kutuyu açarım ve ince, gürültülü kağıdı çıkarırım, ve gülümsemem daha da büyür. Bu babamın bana verdiği en yeni prenses tacı, hepsini benim için yapıyor, ve bu çok güzel. Her zaman çok güzel oluyorlar.

Babam, annem gittikten sonra prenses tacı yapmaya başladı. Gidişini izlediğimi hatırlıyorum. Büyük, kahverengi bir bavulu vardı. Bana neden hoşçakal demediğini ya da eve ne zaman geleceğini söylemediğini hala bilmiyorum. Babam onun dönmeyeceğini söyledi, ama bence bir gün dönecek.

Babamın bana ilk tacımı verdiği zamanı hatırlıyorum, iki yıl önce. Altı yaşındaydım.
Kutuyu açmadan önce babamın korkmuş göründüğünü hatırlıyorum, beğenmeyeceğimden korkmuş gibiydi. Bayılmıştım, ve onu bana ikinci bir tane verene kadar her gün taktım. Şimdi dokuz tane var.

Favori taçlarımdan birinde gümüş parçacıklar var. Babam onu bana geçen sene verdi. Güneş ışığında parıldarkenki görüntüsünü seviyorum. Gerçi, onu sadece pencereden sızan güneş ışığında parıldarken gördüm. Babam dışarı çıkarmama izin vermiyor. Hiçbirini çıkarmama izin vermiyor. Kırılmalarını istemiyor.

Eve bir arkadaşım geldiğinde, babam prenses taçlarımın hepsinin "taç odasında" olduklarından emin oluyor. Burada onları güvende tutuyor. Aynı zamanda orası, taçları yaptığı yer. Ben taç odasına hiç girmedim, denedim, ama babam orayı hep kilitli tutuyor, ve anahtar nerede bilmiyorum.

Babam arkadaşlarıma taçlarımı göstermeme izin vermiyor, çünkü onları kırabileceğimizi ya da bir arkadaşımın çalabileceğini düşünüyor. Bu yüzden onlara taçlarımdan bahsetmemem gerek. Eğer bahsedersem, bir daha asla başka bir taç yapmaz, ve hepsini atar. Bunu istemiyorum. Prenses taçlarımı seviyorum.

"Hey prenses," diyor babam gülümseyerek."Senin için bir hediyem var,"
Ve akşam yemeği masasında, arkasındaki kutuyu görüyorum, parlak ve üzerinde sevimli bir fiyonk var. Büyük bir gülümsemeyle ona doğru koşuyorum. Kağıdı yırtıp kutuyu açıyorum. İnce, sarı kağıdı tacımı görene kadar sıyırıyorum. Gülümsemem büyüyor. Bu çok güzel.

Babam dişleri işaret ediyor. Denemek için taktığımda ne kast ettiğini anlıyorum. Her tarafta olan üç diş, buklelerim arasına rahatça oturuyor ve tacı başımda tutuyor.

Aynaya bakıyorum. Bu çok hoş. Bir prenses gibi görünüyorum. Sonra, tacın üzerinde yemek olduğunu fark ediyorum. Tacı çıkartıp babama bakıyorum. Genelde, taçta kalan yemeği temizleyebilen tek kişi o. Ama bu kez gülümseyip başıyla onaylıyor, onu benim için bıraktığını ifade ediyor.

Dişimle taçtaki eti sıyırıyorum. Çok lezzetli. Tacı başıma tekrar takıp yansımama gülümsüyorum. Sonra bana gülümseyen babama bakıyorum. Babamı seviyorum. Ben onun prensesiyim.



Ç/N : anlamayanlar için; babasının yaptığı taç "dental crown" yani tamamen insan dişlerinden yapılmış bir taç. kızın beğendiği gümüş parçacıklar da muhtemelen bazı insanların yaptırdıkları gümüş dişler.

29 Mayıs 2020 Cuma

Lights Out


Kanepede uzanmış, saatlerdir televizyon izliyorum. Alt katta köpeğimin havladığını
duyuyorum. Duvar saatine bir bakış atıyorum. Saat dokuzu gösteriyor; ancak ben hala yemek
yemedim. Ailem bu gece dışarıda; yani evde hizmetçi ile birlikte yalnızım. Karnım
guruldamaya başladığı için artık yemek yemenin iyi olacağına karar veriyorum. Televizyonu
kapatıp yavaşça ayağa kalktığım anda evdeki bütün ışıklar sönüyor.

Işığın düğmesini birkaç kez açıp kapatmama rağmen hiçbir şey olmuyor. Şalterler atmış
olmalı. Bu yaşadığım yerde oldukça yaygın görülür. Alt kata gidip mutfaktaki şalterleri tekrar
açmam gerekecek.

Karanlıkta terliklerimi bulamadığım için onlar olmadan gitmeye karar veriyorum.
Duvarları bana kılavuzluk etsin diye kullanırken diğer elimi de korkulukları bulmak için
uzatıyorum. Aşağıya doğru inerken evin ne kadar sessiz olduğunu fark ediyorum. Hizmetçinin
radyosunun sesini ya da köpeğimin havlamasının sesini duyamıyorum. Hiçbir şey yok;
duyabildiğim tek şey ayaklarımın sesi.

Evde herhangi bir ışık ya da ses yok. Evim aniden artık tanıdık gelmemeye başlıyor ve
kaybolmuşum gibi hissediyorum. Herhangi bir şey görmek ve duymaktan aciz bir haldeyken
korkulukları kavrayabildim.

Sessizlik beni ele geçirmeye başlıyor.

-May! May!

Sadece sessizliği yok edecek herhangi bir şey olsun diye hizmetçime sesleniyorum.
Herhangi bir cevap yok.

Bu sessizlik çok sinir bozucu; ayrıca okudum creepypastalar beni biraz paranoyak yaptı.
Soldan sağa doğru göz gezdirerek bir canavar ya da seri katile ilişkin bir işaret arıyorum.

Duvarın kılavuzluğunda mutfağa doğru yol tutuyorum. Çiğ et kokusu almaya başlayınca
göğsüm sıkışmaya başlıyor. Koku her adımımda daha da yoğunlaşıyor.

Aldığım her nefeste korku içimde büyüyor ve kalbim gittikçe daha da hızlı atıyor.

Gergince bir kıkırdama bırakarak, “Mutfaktan çiğ et kokusu gelmesi gayet normal” diye
kendimce mantık yürütüyorum.

İçinde şalterlerin olduğu pürüzsüz metal yüzeyi bulana kadar duvarı elimle yokluyorum.
Kapağı açıp elimi ana şaltere yerleştiriyorum.

Tereddütlüyüm.

Kalbimin göğüs kafesimi dövercesine attığını hissediyorum. Gerçekten ışıkları tekrar
yakmak istiyor muyum? Görebileceğim korkunç siluetler aklıma hücum ediyor.

Derin bir nefes alıp şalteri kaldırıyorum.

Işıklar yanınca yarım saniyeliğine gözlerim kararıyor. Gözlerim ışığa uyum sağladığında
beni seyreden şeyi görünce kalakalıyorum. Kalbimi göğsümdeki bir ağırlık gibi hissediyorum.

Köpeğimin cesedi mutfağın köşesinde yatıyor. Vücudu ezilmiş ve sanki bir kurt sürüsü
tarafından parçalanmış gibi gözüküyor. Ağzı açık, gözleri kocaman açılmış kendi kanından
oluşan havuzda yatıyor. Bağırsakları, parlak siyah kürkünden sızan kan birikintisinin üzerinde
duruyor. Mide bulandırıcı bir koku var.

Eğer böyle söylemek doğru ise bir dizi kanlı ayak izi, köpeğimin cesedini alıp hizmetçimin
odasına götürdü.

Ayak izleri belli belirsizdi; ancak bir insana ait olamayacak kadar büyüklerdi. Ayak izleri
neredeyse tanınmayacak kadar kıvrılmıştı.

May’in odasının kapısı kapalıydı. Kapının üzerinde, ayak izlerini mükemmel bir uyumla
tamamlayan kanlı pençeler vardı. Bu sahne benim için çok fazla olduğu için yediğim bütün
yiyecekleri dışarıya çıkarıyorum. Kusmuğum ve kan, mutfak zeminin parlak beyaz yüzeyinde
bir araya geliyorlar.

Mutfaktan salona doğru koşup üst kata çıkıyorum. Ev tıpkı aşağıya indiğim zamanki gibi
sessiz; ancak ben adımlarıma eşlik eden kalp çarpıntılarımın sesini duyabiliyorum. Korkudan
gözlerim doluyor ve görüşüm bulanıklaşıyor.

Odama koşuyorum, kapıyı kapatıp üzerime battaniyeyi çekiyorum. Nefesim hızlı ve ağır.
Boncuk boncuk terliyorum. Gözlerimi kapıya dikiyorum. O kadar korkuyorum ki şu anda
yapabileceğim tek şey burada durup kaderimi beklemek. Her an kapı kolunun aşağı
indirilmesini bekliyorum.

Saniyeler geçiyor. Hiçbir şey yok.

Dakikalar geçiyor. Hiçbir şey yok.

Bir süre sonra, hiçbir şeyin olmaması tuhaf gözükmeye başlıyor; ancak ben burada
durmanın en iyisi olduğuna karar veriyorum.

Çok geçmeden uykulu hissetmeye başlıyorum. Göz kapaklarım aşağıya düşmeye başlıyor.
Her geçen dakika daha uykulu hissediyorum. Uyanık kalmamın bir ölüm kalım meselesi
olduğunu biliyorum ve uyumamak için çabalıyorum; ancak çabalarım boşunaymış.

İçim geçti.

Ebeveynlerimin arabayı garaja çekerken çıkardıkları sesler beni uyandırdı. Hala çok
karanlık; yani sabahın erken saatlerine olmalıyız. Kalbim aniden hızlıca atmaya başlıyor ve
yatağımdan fırlıyorum. Hepsi benim kötü bir rüyamdı. Hemen alt kata koşup ebeveynlerime
sarıldım ve hep birlikte gülünç derecede korkunç olan kâbusuma ilişkin bir kahkaha patlattık.

Işığı açmamla kalbim duracak gibi oluyor. Kapıdan başlayıp yatağımın altında kaybolan ve
yatağımı daire içine alan bir dizi kanlı ayak izi görüyorum.


Ç/N : Lights Out aynı zamanda güzel bir korku filmi. tavsiye ederim. :3

13 Mayıs 2020 Çarşamba

I Met the Monster in My Closet

Herkes öcüyü duymuştur.

Geceleri çıkan, korku dolu çocukları avlayan karanlık bir yaratık. Bu her çocuğun ve yatılıya kalan komşularının birbirlerini korkutmaktan hoşlandıkları klasik hikâyelerden biridir. İnsanlar bu hikâyenin öcünün nasıl yalnızca dolunayda göründüğü, kendisini sizin en büyük korkunuza nasıl dönüştürdüğü ya da yatağınızın altında yaşayıp sizin en savunmasız olduğunuz anı bekleyip sizi nasıl kaptığı gibi birçok versiyonunu geliştirdiler.

Ama ben gerçeği biliyorum. Öcü diye bir şey yok… Hayır, sadece çok daha farklı olanı var. Efsanelerden çıkıp gelen, asla beklemediğiniz bir şey. Bunu nasıl bildiğimi soruyor olabilirsiniz.

Çünkü onu kendi gözlerimle gördüm.

Onu gördüğümde 11 yaşındaydım.

 Annem ve babamla birlikte, kenar mahallede, nispeten sessiz bir evde yaşıyordum. Tek çocuk olmak, istediğim her şeyi elde etme ayrıcalığı sağlıyordu. Birçok çeşit oyuncak ve video oyunları ile dolu geniş bir yatak odam vardı. Oldukça şımarık bir çocuk olduğumu itiraf edeyim. Haftalar geçtikçe odamdaki boşluk yavaşça azaldı ve ebeveynlerim bütün ıvır zıvırlarımı bir yere stoklamam gerektiğine karar verdiler.

Ben onu görmeden birkaç hafta önce kadar, ebeveynlerim eski ikinci el bir dolap buldular ve odama çok güzel uyacağına karar verdiler. 11 yaşında olduğumdan, dolap hakkında pek bir şey düşünmüyordum ve istedikleri gibi temizleyip odama yerleştirmelerine izin verdim.

Anormal bir şey yaşanmadan birkaç gün geçti. Zaman zaman arkadaşlarımla görüştüm, bunun dışında ise kendimi oyunlar oynayarak meşgul ettim. Günler haftalara dönüştü ve çok geçmeden dolabım ıvır zıvırlarımla doldu. Toz ve örümcek ağları tepesini kapladı, ısırık izleri kapıyı çevreledi ve bir köşesi arkadaşlarımın dikkatsizliği yüzünden ufalandı. İkinci el dolap eskiden de eski gözükse de, odamda geçirdiği birkaç hafta içerisinde çok daha hızlı yaşlandı.

Geriye dönüp baktığımda, o dolapta hissettiğim küçük bir şey hep vardı. O dolaba her yaklaştığımda kötü bir ürperti hissederdim; ancak çocuk olduğum için ya bunu hiç hissetmedim ya da bunun önemli bir şey olmadığını düşünerek başımdan savdım.

Onu gördüğüm gece en sevdiğim oyuncaklarımı birbiriyle savaştırarak oynuyordum. Oyun vaktim, annemin odaya girip uyku vaktimin geldiğini söylemesi ile yarıda kesildi. İsteksizce oyuncaklarımı dolaba koydum ve yatağa doğru yavaşça emekledim. Annem beni yatağa yatırdı, yanağıma birkaç öpücük kondurdu ve odadan çıkarken ışıkları kapattı.

Uyumam gerektiğini biliyordum; ancak uyuyamadım. Denedim, gerçekten denedim; ancak çok fazla bastırılmış enerjim vardı. Uyumak değil; oyuncaklarımla oynamak istiyordum.

Kendi kendime, 10 dakikadan bir şey olmaz diye düşündüm.

Döndüm ve kenardan gelen ışığın söndüğünü görene kadar birkaç dakika kapıyı izledim. Doğruldum ve anında gece lambamı açarak işe koyuldum, daha sonra eski dolaba doğru yöneldim.

O loş ışıkta, dolap bedenimin üzerinde yükseliyormuş gibi hissettirdi. O zamana kadar onun ne kadar uzun olduğunu asla fark etmemiştim. Bu kadar tuhaf bulduğum mobilya parçasına yaklaşırken titriyordum; çünkü bu zamana kadar hiç bu kadar soğuk hissetmemiştim. Bunu göz ardı ederek, ebeveynlerimi uyandırmamak için elimden geldiğince sessiz bir şekilde kapağını açıp içine baktım.

Oyuncaklar, kartlar ve masa oyunları dolabın zemini boyunca darmadağınık bir şekilde saçılmıştı. Gerçekten görmekten acizdim, görmeden el yordamıyla en gözde oyuncağımı bulmaya çalıştım; ama hiçbir işe yaramadı. Hoşnutsuzca dağınıklığın içerisine doğru düştüğümü hissedip vücudumu öne doğru eğdiğim zaman arkamdaki kapı, tıpkı benim gibi, boğuk bir ses çıkardı. Birkaç dakika ayağımı basacak sağlam bir yer aradım; ancak bulduğum tek şey bu dağınıklıkta hiçbir şekilde ayağa kalkamayacağım oldu. Dolabın duvarlarını bulmak amacıyla ileriye doğru süründüm, böylece kendime destek olabilecektim; ancak ne kadar sürünsem de onu bulamıyordum. Bunun yerine bir kez daha sendeledim ve vücudumun düştüğünü hissettim. Hafif bir panik göğsümde yükselirken kendimi aceleyle geriye doğru attım ve sonunda kendimi açık dolabın kapısından dışarı atıp yere yuvarlandığımı hissettim.

Yere oturdum, sakinleşebilmek için ağır ağır nefes alıp veriyordum.

Bu biraz zaman aldı; ama çevreme ufak bir göz attığımda hemen, artık odamda olmadığımı anladım. Bunu biliyordum; çünkü duvardaki soluk çizgileri gördüm ve benim geniş, ferah odamla karşılaştırıldığında burası ufacıktı. Sadece bu da değil, oturduğum yerde hissettiğim yumuşak dokuma kendi odamın soğuk ve sert zemininden oldukça farklıydı. Ayağa kalkıp büyük sert bir şeye çarpana kadar dikkatlice ilerledim. Tam olarak neye çarptığımdan emin değildim; ancak ona çarpmadan önce ufacık bir tıkırtı duydum.

Tıslamama ve gözlerimin karanlığa uyum sağlamasını sağlamak için gözlerimi kısmama sebep olan bir ışık açıldı. Gözlerimi açtım ve nihayet etrafımı görebiliyordum. Bir çeşit yatak odasındaydım; küçüktü, açık pembe bir renk ile boyanmış ve süslenmişti.

Arkamdan gelen yüksek perdeli bir ses düşüncelerimi yarıda kesti. Bir anlığına dondum kaldım. Burada başka bir şey daha vardı. Yalnız değildim.

Yutkundum ve arkamı döndüm. Arkamda, sadece biraz uzakta, yalnızca kâbuslarınızda görebileceğiniz bir varlık dikiliyordu.

Cildi solgundu ve geniş boncuk gözlerinin altında kırmızı lekeler vardı. Kafası anormal derecede yuvarlaktı ve uzun saç telleri yüzünü örtüyordu. Oval şekilli iki çıkıntı, saç tellerinin kısmen gizlediği; ancak yine de çok görünür olan yüzünün her iki tarafından göze çarpıyordu. Muhtemelen yüzündeki en rahatsız edici şey, yüzünün tam ortasındaki, içinden berrak sıvı akan siğildi.

Öte yandan, oldukça kısa boyluydu. Vücudu tuhaf bir şekilde simetrik ve orantılıydı; kemikleri, yaratığın bedenindeki aşırı et nedeniyle, cildin altından zar zor görünüyordu. İnce uzuvları kıvrılmıştı; uçlarından kısa, yuvarlak pençelerini çıkardı.

Hala benim gibi dikilen canavara gözlerimi kilitlediğimde, bir korku dalgası bütün benliğimi tüketti. Vücudumu bir santim bile hareket ettiremedim, motor becerilerim tüm fonksiyonlarını yitirmiş gibi dondum kaldım.

Daha sonra, hiçbir uyarı olmadan, bana doğru titreyerek ve seğirerek ilerlemeye başladı. Uzuvlarını belli belirsiz hareket ettirdi, bir uzvu bir başkasının önüne doğru uzanıyordu.

Hızlıca ve aniden durdu. Yaratığın ince gövdesinin nefes alıp verdiğini görebiliyordum; aslında nefes dediğim şey bir dizi hırıltıdan başka bir şey değildi. Kalbim tekledi ve sarsıldım, nefesim bu kadar panik yüzünden kesildi. Onun karanlık gözlerine bakınca bu sefer daha derin yutkundum.

Bu şey, her an, herhangi bir ani hareketle, üzerime atlayabilirdi. Gözlerimi odanın etrafında hızlıca gezdirdim; ama çok az boş alan vardı ve kaçacak hiçbir yer yoktu. Tek çıkış yolu canavar tarafından kapatılmıştı.

Sonra tuhaf bir şey oldu.

Canavar geriye doğru çekildi ve bir gürültü çıkartmaya başladı. Boğuk, çatallaşmış tuhaf sesler o şeyin ağzından çıkıyordu; yüz ifadeleri mırıltılara dönüşüyor, gözlerinden berrak sıvılar akıyordu.

Bir şey mi söylemeye çalışıyordu? Beni tehdit mi etmeye çalışıyordu? Öyle olmalıydı, başka bir şey olamazdı; ama onun sesi… Sesi, benim korktuğum zamanlarda çıkarttığım gibi ufacık seslerdi. Benimle konuşma çalışmıyordu herhalde?

Yaratığa baktım. Belki de onunla iletişim kurmayı deneyebileceğimi düşündüm. Onu durdurup koşmam ve yeniden güvende olmam için bana zaman kazandırabilirdi.

Böylelikle, basit, tedbirli bir sözcüğün dudaklarımdan çıkmasına ve onun çıkardığı anlaşılmaz sesleri bölmesine izin verdim.

"M-Merhaba...?"

Sessizlik oldu.

Yaratık sözlerimle dikleşti, iri gözleri inanılmaz bir şekilde daha da genişledi ve pembe ağzı sanırsam bir şok ifadesiyle açıldı. Bir an için beni anladığını düşündüm, ta ki bir yakarış koparana kadar.

Yaratık başını arkaya attı ve korkunç bir sesle çığlık attı, tamamen hayvani bir şekilde. Donmuş durumdayken, kapının küçük çatlağından gelen bir ışığı görebiliyor ve odaya yaklaşarak gittkçe yükselen seslerini duyabiliyordum.

Sonra ne olduğunu anladım - kız kardeşlerini çağırıyordu.

Bunu fark etmemle birlikte göğsümde panik yükseldi. O sırada aklımda geçen tek düşünce buradan çıkamazsam ne olacağıydı, elbette ki ölecektim. Ailem nereye gittiğimi, bana ne olduğunu bilmeden, ölecektim.

Gürültü gittikçe yaklaşıyordu ve daha da yakınıma gelen diğer yaratıkarın seslerini de duymaya başlamıştım. Sesleri önümde duran yaratıktan daha derin ve daha az tizdi, ama yine de kemiklerimde titremeye neden olmuştu.

Kaçmalıydım. Ama nasıl?

Yaratığın arkasına baktım ve yeterince emin oldum, benim dolabımın tıpkısının aynısı pembe duvarların karşısında duruyordu.

Adrenalin tüm bedenimi sardı ve aniden bacaklarımın kontrolünü geri kazanarak bir hamle yaptım, beceriksizce yaratıktığa yaklaşmaktan kaçınarak onu geçtim ve tanıdık ahşap dolaba yöneldim.

Kulpu kavradım ve var gücümle dolabın kapağını açmaya çalıştım. Açınca kendimi içeri attım ve hiç beklemeden kapıyı sertçe kapat-acaktım ki, çıkacak olan sesin yaratıklara nerede olduğumu belli edeceğini fark ettim.

Kendime doğru kıvrıldım ve olabildiğince sabit durdum, mümkün olduğu kadar sessiz. Kapının ince aralığından canavarın sadece arkasını görebiliyordum, yüzü görünmüyordu. Kız kardeşlerinden gelen gürültü kesilmişti, ama artık onların sesini daha net duyabiliyordum, ve geldiklerini, benim göremediğim bir yerde durduklarını biliyordum.

Boğuk sesler ve pat sesleri bir süre için tek duyabildiğim şeydi, yeni bir figürün görüş alanıma girmesi ve yeni bir korku dalgasının beni sarsmasından önce. Bu şey kocamandı. Ağlayan yaratığın tam teşekküllü hali gibiydi, gelişmiş versiyonu.
Daha küçük yaratığa doğru eğildi, ağzından kısık, yatıştırıcı gibi sesler çıktı - ve işe yaramış gibi görünüyordu, çünkü küçük yaratık yavaş yavaş sakinleşti.

Dolap kapağının arkasındaki göremediğim bölgeden daha da derin bir ses yükseldi, küçük yaratık cevap verdi. Ağzından anlaşılmaz sesler çıktı, beni daha da korkutmaya çalışır gibi, uzuvlarını benim bulunduğum yönde uzattı.

Tam da saklandığım yere doğru.

Daha büyük bir yaratığın bana doğru adım attığını gördüm ve aceleyle geri çekildim. Sertçe yutkundum, görüşümdeki bulanıklığın yok olmasını diledim ama olmadı.
Gözlerimi kapatıp gidebildiğim kadar geri gittim, kendimi en kötüsüne hazırladım. Geriye doğru emekleyip durdum, ışığın içeri girip beni onlara göstermesini bekledim.

Ama... Girmedi.

Onun yerine, sırtımın birkaç küçük şeye çarptığını hissettim. Korkuyla kurtulmaya çalıştım ve onları geri ittim, takırdama sesleri geldi. Sonra bir şeye - sanırım dolabın kapağına- çarptığımı hissettim ve geriye doğru takla attım, dağınık oyuncakların üstünde acı verici bir şekilde düştüm ve sonunda karanlık dolaptan dışarı yuvarlandım.

Uzun bir süre için, orada cenin pozisyonunda, hareket etmeye isteksiz bir şekilde yattım. Kendime sıkıca sarıldım ve kollarımla titrememi durdurmamı sağlamaya çalıştım, ama pek de işe yaramadı.

Sonra sonunda, gözlerimden birini açmaya karar verdim.

Ben... Dönmüştüm. Odama. Odama dönmüştüm. İnanamıyordum.

Gittiğimden beri hiçbir şey değişmemişti, etrafımda dağılmış olan oyuncaklarım hariç. Dolabın kapakları kapalıydı. Ve sonra o an düşünebildiğim tek şeyi yaptım. Çığlık attım.

Ne zamandır çığlık attığımı bilmiyordum ama tek bildiğim sesimin çatlamaya başladığıydı ve daha fazla yaşadığım bu korkunun ve acının gözyaşlarını tutamayacaktım.

Ebeveynlerimin odama geliş seslerini ya da telaşla bana seslenmelerini duyamayacak kadar kendimden geçmiştim. Işıkların açıldığını da fark etmemiştim, başımı sadece annem yatıştırıcı ve yumuşak üç kolunu bana sarınca çıkarttım ve onun kemikli göğsüne yasladım.

"Tatlım, sorun ne? Hadi sorunun ne olduğunu annene söyle."

"D-Dolap." fısıldadım ve bir kolumla dolabı işaret ettim.

Annem de babam da sekiz tane kırmızı, parlak gözlerini birbirlerine çevirdiler, sonra dolaba, sonra da tekrar bana.

İlk konuşan annem oldu. "Tatlım, dolaba ne olmuş?"

"C-C-Canavar..." mırıldadım, başımı onun göğsündeki kemiklerinde daha derine ittim.

Annemin babama bir şeyler fısıldadığını duydum ama tam olarak ne dediklerini anlamadım. İnce, pençeli bir elin sırtımı sıvazladığını hissettim.

"Baban dolaba bir bakacak, tamam mı?" annem bana sakinleştirci bir sesle fısıldadı.

Hayır demek istedim. Babama çok geç olmadan durmasını söylemek istedim, ama yapamadım; sözcükler kelimenin tam anlamıyla boğazımda solup gitti.

Gözlerimden üçünü açmaya cesaret ettim ve onu izledim. Bir an bile tereddüt etmeden dolabı açtı ve bulduğu-

Hiçbir şeydi.

Bir yığın dağınık oyuncaktan ve arkadaki ahşap duvardan başka hiçbir şey yoktu.

Babam gülümsedi, keskin dişlerini güven verici bir şekilde gösterdi. "Gördün mü çocuğum? Endişelenecek bir şey yok."

"A-Ama- oradaydı! İki tane kolları ve bacakları vardı ve çok fazla saçları ve etleri!"

Annem beni susturdu ve hafifçe sarstı. "Shhh. Yorgunsun tatlım, orada hiçbir şey yok. gördün mü? Neden şimdi uyumaya devam etmiyoruz- ah işte, neden Mr. Fluffles'ı yanına almıyorsun?"

Mr. Fluffles, benim favori oyuncağım, yanımda yerde yatıyordu. Tek gözü ve tatlı dişsiz gülümsemesiyle tam bana doğru duruyordu. Babam eğilip Mr. Fluffles'ı kıllı kolları arasına aldı ve beni annemin kucağından çıkartıp kendininkine aldı. Yatağıma doğru yavaşça yürüdü ve oturdu, beni ve Mr. Fluffles'ı yatağa soktu ve alnıma bir öpücük kondurdu.

Bir yorgunluk dalgası bedenimi kapladı ve esnememe engel olamadım. Annemin babamla birlikte yatağımın kenarında dururken hafifçe kıkırdadığını duydum.

"Uyuyabileceksin değil mi canım?"

Hala vücudumda hissettiğim şoka rağmen, yavaşça başımı salladım. Çok yorulmuştum. Artık oynamak istemiyordum, sadece uyumak istiyordum. Uyumak ve bu olay hiç olmamış gibi davranmak.

Bilincim kapanmadan önce son duyduğum şey babamın fısıltısıydı.

"Unutma oğlum, öcü diye bir şey yoktur."

Ve bu benim emin olduğum bir şeydi.



Ç/N : uzun bir aradan sonra yeniden merhaba. çevirideki yardımları için Cornelia'ya teşekkürler. karantinada bol bol cp okuyun. *-*