23 Ekim 2020 Cuma

No matter how long I dig, I can't find my kids

Çocuklarımın kaybolduğu günü hatırlıyorum. Karım Netflix'te yeni birşeylere göz atarken ben yemek pişiriyor ve onları mutfağın penceresinden izliyordum.

Bir anlığına oradaydılar, birbirlerini daireler çizerek takip ediyorlardı, sonrasında kaybolmuşlardı. Onlara arka bahçeden seslendim, ilk başta beni görmezden geldikleri için sinirlenmiştim.

Arka verandaya çıkıp boş araziyi tararken panik içime işlemişti. “John! Desiree!” diye bağırdığımda, gelen tek cevap bahçenin kenarındaki ağaçların arasından yankıyan sesimdi. Onları son gördüğüm noktaya koştum, delirmiş bir balerin gibi dönerek, evin kenarından gelmelerini ve endişelerimin boşa çıkmasını umdum.

Desiree bana koşacaktı, kardeşinin nasıl da saçını çektiğinden ya da onu çamura ittiğinden yakınacaktı. John da kısa süre sonra, dışarı çıkardığı alt dudağıyla, cezaya hazır bir şekilde ciddiyetle yere bakarak beni takip edecekti

 Hiçbiri olmadı. Boğazımın yandığını hissedene kadar isimlerini seslendim. Yeri pençelerken ve gezegen kontrolsüz bir şekilde dönerken, ses tellerim kanadı. Karım Tracy, başını veranda kapısından çıkarıp beni endişeli bir şekilde gözledi. Ona baktığımda; yüzünün düştüğünü gördüm. O da en az benim kadar iyi biliyordu ki çocuklarımız kayıptı.

Delicesine, ormanın etrafını güneş gölgelerin arkasında gözden kaybolana kadar aradık. Polisle birlikte ormanın derinliklerini bile aradık. Haberlerle beraber gelen röportajcılar vardı, fakat herhangibir soruyu cevaplamaktan çekindim. Onlarla konuşacak halde değildim. Bir ay sonra, olayın tazeliği halkın ilgi alanından düştü. Polis araştırmayı iptal etti.

İşimden istifa ettim. Tracy geri çekildi. Koltukta uyumaya, boş şişeleri kahve sehpama dizmeye başlamıştım. Stand-up komedyenleri sevmeye ve durmadan onları izlemeye başladım. Günlerimi kahverengi likörde, gecelerimi ise gözyaşlarında boğularak geçirdim.

Bir gece, çocuklarımın kaybolmasından aylar sonra, arka bahçeye üstümde bornozdan başka hiçbir şey olmadan sendeledim. Bacaklarıma serpmesini hissederek rüzgara doğru işedim. İçeri dönmeye karar verdiğimde, çimenin üstüne takılıp düştüm. Bayılmaya oldukça alışmıştım, ama beni derinden sarsan bu olmamıştı. Islak çimin üstünde yatarken, kafatasıma inen bir çekiç gibi duydum onu.

Dünyanın altından gelen bir ses. Bu bir sanrı değildi işte! Küçük yumrukların yer altından çarpma sesini duyabiliyordum. Kanayarak, yaralanan sarhoş vücudumu kulübeye sürükleyip bir kürek buldum. Onu çimenin altından gelen sesi duyduğum yere getirdim. Büyük bir aceleyle, toprağı kestim, çimenin köklerine kadar kestim. Gün ışığı sırtıma vurana kadar, en azından üç buçuk metre kazdım.

Alnımdaki teri silerek, kendimle beraber deliğe yerleştirdim merdiveni alarak kendimi bahçeye attım. Gözlerim sızlıyor ve ellerim kanıyordu. Devrildim, bornozum bana sarılırken derin nefesler alıyordum. Deliğe baktım. Kabaca bir mezar büyüklüğünde ama belki biraz daha geniş bir dikdörtgendi.

“Ne yapıyorsun sen?”

Tracy'in arkadan yaklaştığını görmek için başımı çevirdim. Deliğe geri baktım, “Kazıyorum.”

“Peki.” Uzaklaştı.

Eve geri koştum, Kendime bir kadeh doldurdum. Bir tane daha. Ve bir tane daha. Ellerimdeki batma hissini hissetmeyene kadar bir şişe Evan Williams içtim. Deliğe geri döndüm. Aşağı tırmandım ve kazmaya devam ettim.

5 Metre; Derme çatma bir makara sisteminden aşağı inmek zorunda kaldım. 

10 Metre; Deliğimin topraktan duvarlarını desteklemek için kulübeyi söktüm.

13 Metre; Kulağımı toprağa dayadığımda, Desiree'nin “Baba! John bana vurmayı bırakmayacak! " sözcüklerinin vücudumda yankılandığını hissederek, kendimi toparladım.

15 Metre; Oradaydılar. Yalnızca devam etmeliydim. 18. 20. 30? Yeraltındaki kayalarını parçalayabilmek için yanıma bir kazma aldım.

Oluşan toprak yığını evden daha büyümüştü. Yukarıdaki ışık bir iğne deliğine dönüşmüştü. Birisi deliğe eski boş şişelerini atmaya başladı,  benim de bu ölümcül kurşunlara göz kulak olmam gerekti.

Sesleri beni her bir yandan sarmaya başladı. Onları kurtarmam için bana bağırıyorlardı, bunu yapmak zorundaydım. “Baba! Lütfen yardım et! Boğuluyoruz! Baba!” 

Ağlayarak kazdım, küreğin sapındaki kıymıklar avuçlarımın içine geçerken, onu toprağa her saplayışımda ellerim titredi.

Karşılaştığım her devasa taş, kazmanın altında hızla parçalandı ve her bir kayanın üzerindeki metal halkayla birlikte, sesleri bir kakofoniye* dönüştü.

Sonunda dünyanın altında, yalnızca karanlığın olduğu bir yerle karşılaştım. Dinlenmek için oturdum, deliğimin duvarlarını bir ışıkla taradım.

Uzun soluk kollar her bir yanımdaki toprak duvarlardan fırladı, etimi tırmalayarak, onu ufak parçalara ayırdı. Acıyla haykırdım ve ışığı fırlattım.

“Baba!” diye bağırdılar. Onları tekmeleyip parmaklarımla yer yüzüne doğru kazarak, kendimi yukarıya fırlattım. 

Ellerim belimin etrafındaki makara kayışına bağlı halatın etrafında dolandı. Kanayan, şişik parmaklarım panikle kayış boyunca kaydı. 

Sert bir şekilde çektim ve kendime dolamaya başladım. Kollar beni sarıyordu. Deli gibi bağırırken, toprak duvarlardan düştü, bir gıcırtı duyuldu ve deliğin içine çöktüğünü hissettim. Daha fazla toprak düşmeye, beni kaplamaya başladı. Gözlerimi ve ağzımı kapattım, ipi çektim, çektim, çektim...

Yukarıda iğne deliğinin büyüdüğünü görebiliyordum. Delik beni yutmaya çalışırken tekmeledim ve çığlık attım. 30 Metre. 15 Metre. 12. 10...

Bahçede yatarken, hala tek parça olduğumdan emin olmak için kendimi yokladım. Öyleydim, yani- çoğunlukla.

Bacaklarımın arkasından deri şeritleri eksikti ve yeraltındaki ellerin yumruklarında şüphesiz hâlâ saç yumakları vardı.

“Sen n'apıyorsun?” diye sordu Tracy.

“Bilmiyorum” dedim bitkin solukların arasından.

Başını salladı ve beni bahçede bıraktı. Bir zamanlar deliğin olduğu çökmüş dünyaya baktım. Sonra atılan toprak yığınına baktım.

Tek bir şey düşünebiliyordum; çocuklarım gerçekten orada mıydı?

2 yorum:

Yorum yaparken kaba veya küfürlü bir dil kullanmaktan çekinirseniz sevinirim ^^