28 Aralık 2019 Cumartesi

A Very Special Christmas Supper

Kız arkadaşının ailesiyle ilk buluşman aşırı önemlidir. Belki senin de ailen olacaklardır. Eğlenceli ve büyüleyici olmalısın, ama yapay görünecek kadar fazla eğlenceli veya fazla büyüleyici olmamalısın.
Sahte ya da yalaka olmak istemezsin.

Mabel'ın ailesiyle buluşmak üzereyken, gergin hissetmeyi durduramıyordum. 25 yaşındaydım, birçok sevgilim olmuştu ama onun hayallerimin kadını olduğunu biliyordum. Güzel, başarılı ve tatlıydı, hayatımda tanıdığım en destekleyici ve cömert insandı. 2 yıldan biraz uzun bir süredir birlikteydik, ve onunlayken çok rahat hissediyordum. Her zaman birbirimize gerçekten olduğumuz gibi davranıyorduk.

Ebeveynleri, kız kardeşi ve ağabeyi başka bir ülkede yaşıyorlardı, bu yüzden daha önce görüşme şansımız olmamıştı. Birkaç kez Skype ve FaceTime üzerinden konuşmuştuk ve en azından benden hoşlanmamış gibi görünmüyorlardı, ama bilirsiniz, bu aynı şey değildi.

Noel Arifesinde ben vardığım zaman onlar çoktan Mabel'ın geniş, modern evine gelmişlerdi. Kendime ilk gelen ben olmadığım için lanet ettim ama kimse buna aldırış etmemiş gibi görünüyordu.

"Merhaba Jonah!" babası Richard, benim için kapıyı açtı, şevkle elimi sıktı ve bunun yeterli olmadığına karar vererek bana yarım bir şekilde sarıldı, sırtımı sıvazladı. "Tam bir iş adamı! Endişelenme, Mabel bize bugün çalışmak zorunda olduğunu söylemişti."

Sıcaklığı beni hem şok etmiş hem de rahatlatmıştı. Ellilerindeki (tahminimce) bir adam için inanılmaz derecede yakışıklıydı. Mabel gibi kestane rengi saçları vardı, uzun ve fitti.

Beni salondaki diğer aile üyelerine tanıttı.

"Martha, Bernie, Fred, bu meşhur Jonah. Yüz yüze çok daha iyi görünüyor, haksız mıyım?" sırtımı tekrar güçlü bir şekilde sıvazladı.

"Bu takım elbisenin içinde ne kadar iyi göründüğüne bir bak!" Martha, Mabel'ın annesi, beni gördüğüne çok memnun olmuştu. Yanaklarıma iki öpücük kondurdu. 35'ten bir gün bile daha yaşlı görünmüyordu, ve tıpkı kızı gibi, çok güzel kokuyordu.

Sıradaki kız kardeşiydi. Yaşı 15 civarındaydı, sarışındı ve beyaz renkli, mermer gibi yüzü annesine benziyordu. Bir gülümseme ile gözlerini devirdi, bu ebeveynlerinin abartılı davrandıklarını düşünüyor olmasına dair bir belirtiydi, ama sevecen bir şekilde, ve elini uzattı. "Memnun oldum, Jonah. Umarım bugün iyi vakit geçirirsin."

Sonuncusu Fred'ti. Hayatımda tanıdığım en yakışıklı adamlardan biriydi. Richard ve Martha bana iltifatlar etmişlerdi, ve fena görünmediğimi biliyordum, ama onunla karşılaştırıldığında, daha çok bir çöp torbasına benziyordum.

Uzun boylu ve güçlüydü, kolları da bacakları da. Pantolonu ve bluzu onda harika görünüyordu, üzerine bir Armani modeli gibi, mükemmel bir şekilde oturmuştu. Saçları parlak ve dişleri düzgündü. Bunu söylemekten utanmıyorum, eğer kadınlara ilgi duyuyor olmasaydım, ondan oldukça etkilenirdim.

Hiçbiri videolu görüşmelerde bu kadar iyi görünmüyordu, bunu ön kamera/webcam'ın kalitesine bağladım. Bu bana böylesine iltifatlar etmelerini de açıklıyordu - kamerada muhtemelen çok çirkin görünüyordum.

"Lütfen otur, çocuğum." Richard bana sandalyeyi gösterdi. "Mabel üstünü değiştirip az sonra burada olacak."

Beşimiz konuşarak harika zaman geçirdik, konular değişip yeni konular açılıyordu, birbirimizi iyice tanıyorduk. Her biri ilgi çekiciydi, ve dürüst olmak gerekirse, onların benim de ailem olmalarını sabırsızlıkla bekliyordum. Elbette kendi ailemi de seviyordum ama onlar çok... Normallerdi.

Onlarla sosyalleştiğim yaklaşık 20 dakikanın sonunda, Mabel merdivenlerden aşağı indi. Göz kamaştırıcıydı. Makyajı kusursuzdu, saçları yakut gibiydi, elbisesi rüzgar gibiydi, yüzü her zamankinden de tatlı ve güzeldi. Adeta dilim tutulmuştu, ve ailesiyle tanıştığım zaman bir dakika sonra onun ailedeki en az güzel kişi olduğunu düşündüğüm için pişman olmuştum.

Daha fazla bekleyemeyecektim. Dizlerimin üzerine çöktüm, sonra doğruldum ve, ona evlenme teklifi ettim.

Yüzüğü bir süredir cebimde taşıyordum, ailesiyle tanıştıktan kısa bir zaman sonrası için. Tamam, bu beklediğimden biraz hızlı olmuştu.

Odadaki herkesten sevinç çığlıkları yükseldi. Mabel vurgulayarak birkaç kez evet dedi ve bana sıkıca sarıldı. Birkaç saniye sonra, diğerleri de bu sarılmaya katıldı. Mükemmel aile ile, mükemmel bir Noel'di.

"Ailemiz tamamlandığı için çok mutluyum," Richard mutluluk gözyaşları ile yüzümü tuttu ve sol yanağımı öptü.

"Artık lütfen yemeğe başlayabilir miyiz?" Bernie, tipik bir genç gibi sabırsız bir şekilde, ama mutlu bir tonda sordu. "Önceden yediğim nefis lokmalar yeterli değildi."

"Tabi, tatlım. Jonah., haydi akşam yemeği masasına gidelim. Ana yemeği erkekler getirecek," Martha beni başka bir odaya yönlendirdi. Uzun masa muhteşem yemeklerle donatılmıştı.

Richard ve Fred akşam yemeği odasına devasa büyüklükte bir tabak ile girdiler, tabağın içinde fırınlanmış... insanla.

Gözlerimin beni yanılttığını düşündüm, ama başka hiçbir şey bu büyüklüğe ve şekle sahip olamazdı.

"Her zamanki gibi çok leziz görünüyor, abla!" Bernie şimdi daha mutluydu.

"Bu..." mırıldandım.

"Bir insan," Mabel cevapladı, sanki bu dünyadaki en doğal şeydi. Sanki sadece bir hindiydi. "Aslında pişince tadı güzel oluyor, fırında ısısını ayarlamayı biliyorsan tabi."

"Ve oğlum, o bu işi iyi biliyor!" Fred gülümseyerek ekledi, eti kesmeye başlarken. "Sezon da inanılmaz."

Daha ayrıntılı bir bakışla, vücudun genç bir erkeğe ait olduğunu fark ettim. Bernie açgözlülükle ilk ısırığını aldı, ve anında güzelliği ve gençliği, tuhaf bir şekilde, neredeyse dayanılmaz bir hal aldı. Sanki dünya dışı bir ışıkla parıldıyordu.

"Haydi, oğlum. Biz güzel, zengin, akıllı ve başarılıyız. Bu zamanda bunu kim bir ritüel olmadan elde edebilir ki?"

"Bunu sadece yılda bir kez yapıyoruz. Harika bir fayda maliyeti!" Martha belirtti, kendine patateslerle birlikte ayaklardan birini servis yaparken. Yemeğine baktığımı fark edince gülümseyerek açıkladı, "Kemikleri kemirmeyi seviyorum."

"Ve bakire bir kız olmasına da gerek yok. Bu çok sıkıcı ve eskimiş olurdu. Kişi genç ve güzel olduğu sürece, bunu yapabiliyoruz. Bu okulumdan bir çocuk, bir arkadaşıma zorla bir şeyler yapmaya çalışıyordu." Bernie açıkladı. "Pekala, ben görev başındayken olmaz!"

Tüm açıklamaları, bana tüm bu şeyin oldukça mantıklı olduğunu düşündürüyordu.

"Beni sevmiyor musun?" Mabel kirpiklerini kırpıştırdı, onu her şeyden daha çok sevdiğimi çok iyi bilerek. "Bizim gibi, neredeyse kusursuz olmak istemiyor musun?"

"Ritüeli birlikte yapan çiftlerin, daima birlikte olduklarını biliyoruz, oğlum," dedi Richard, sihirli bir göz kırpışıyla. "Ben ve Martha 40 yıldır birlikteyiz, garantili!"

Kararımı vermiştim, cevap vermedim. Sadece kendime bacaktan bir dilim kestim ve onlara katıldım.


Ç/N :
siz olsaydınız ne yapardınız? mükemmel eş ve aile için her yıl bir insan yer miydiniz?
şimdiden mutlu yıllar Creepypasta Türkçe ailesi. korkunç kalın. *-*



13 Aralık 2019 Cuma

The Golem


Gelem, İbranice hammadde ve şekillenmemiş öz anlamlarına gelir. Bir Kabala inancına göre Golem; şekillendirilmiş toprak, kil, ya da toza, Tanrı'nın adının bir dizi permütasyonunun söylenmesi ile oluşan bir yaratıktır. İnsanların (inanışa göre Yahudilerin) yardımcısı, kurtarıcısı olur. Fakat birçok Golem öyküsünde, yaratık fazla miktardaki gücü yüzünden sahibi için tehdit oluşturmaya başlar.



Söylenceye göre Yeremya peygamber, oğlu ile birlikte bir Golem yaratmış ve alnına "Tanrı gerçektir" anlamına gelen "Yhvh elohim emet" yazmıştır. Golem, elindeki bıçakla ilk harfi silince, geriye "Tanrı ölüdür" ifadesi kalmıştır. Pişman olan Yeremya, Golem'e onu nasıl geri göndereceğini sormuştur. Yaratık, adama alfabeyi toprağa tersten yazmasını söylemiştir. Yeremya ile eşi Sira Golem'in dediğini yapınca yaratık gerçekten de toza dönüşmüştür.

Bir başka öykü de Prag'da yaşayan Haham Loew ile ilgilidir. Judah Loew'in, cansız bir miktar kili ağzına sihirli bir kelime koyarak canlandırdığı çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. "Yossele" adını verdiği söylenen bu Golem güçlüdür ve Yahudi halkını korur. Aynı zamanda yaratıcısına ve yaratıcısının karısına her türlü fiziksel işte yardım eder.

Ancak bir gün Golem öfkeyle uçar, binaları parçalar ve ağaçları söker. Bunun üzerine Haham Loew ağzındaki kağıdı çekip alır ve yaratık cansızlaşır. Bu olaylardan korkan Haham, bir daha asla böylesine tehlikeli bir hizmetçi yaratmak istemez.
Yossele'in tozlu kalıntılarının Prag'da yer aldığı söylenmektedir.

Golem gerçek midir?
Kalıntılarının bulunduğu iddia edilmesine ve hakkında yazıtlar bulunmasına rağmen bu yaratık için kesin olarak var denemez. Çeşitli büyücülük inanışlarına göre Golem, astral ortamda oluşturulup geliştirilebilir. Astral bir Golem oluşturmak için toz ya da kile gerek yoktur, ancak kullanılmaları durumunda Golem güçlenir ve işlevleri artar. Bu varlığı oluşturmak için, insanın kendisini bir robot gibi düşünüp yönetmesi gerekmektedir. İtiraz etmeyen ve fiziksel dünyada bulunmayan bu varlık, insanın bir çeşit "kendi Golem'i"dir.

Yahudi mitinde Golem, felaketlerde ve aşırı durumlarda, usta bir Kabalist tarafından yaratılabilecek bir yardımcı olarak betimlenmiştir. Çıplak elleriyle karşısındaki kocaman bir orduyu parçalara ayırabilir.

Felsefi boyutta Golem, insanın yaratma isteğinden kaynaklanan bir öyküden ibarettir. Çoğu hikayenin sonunda Golem’in kontrolden çıkması ve yok edilmesinin gerekmesi bu isteğin etik olarak yanlış ve imkansız olduğunu işaret eder. İnsan bir yaratma arzusu bulundurmasına rağmen bunun ahlaki boyuttaki sorumluluğunu göze almak istemez.

Peki Golem nasıl yapılır?

Yahudi inancında Sefer Yetzirah'a (Yaratılış Kitabı) göre Tanrının isminin dört harfi olan tetragrammatom'un (yhwh) alfabenin her harfiyle tek tek eşleştirilmesi, ortaya çıkan harf çiftlerinin bütün olası sesli harfler kullanılarak, kil ya da toprağın karşısında telaffuz edilmesi gerekmektedir.
Yahudi mistisizminde uzmanlaşmış bazı kabalistler bu işin yöntemini yazıya dökmüşlerdir. Golem'in doğması için alnına İbranice gerçek anlamına gelen "emet" kelimesi yazılmalıdır. Golem görevini tamamladığında ve geri gönderilmesi istendiğinde ise alnındaki ilk -e harfi silinmelidir. Kalan harflerden oluşan "met" kelimesi, ölüm anlamına gelmektedir. Böylelikle Golem tekrar toza dönüşür.

Bu kelimenin bir parşömen üzerine yazılarak Golem'in ağzına konulması gerektiği de söylenir. Ağzındaki bu kağıt çekilip alındığında, Golem ölecektir.


Ç/N : happy friday the 13th!
böyle özel bir günde, oldukça ilgimi çeken bir konu hakkında bir çeviri yapmak istedim. yeni bir hikaye de yolda. önerilerinizi ve paylaşılmasını istediğiniz hikayelerinizi fulyamanioglu2000@gmail adresine gönderebilirsiniz. korkunç kalın. *-*


8 Aralık 2019 Pazar

KageKao (PART 1)

Part 1

Mark iç geçirdi ve gece gökyüzüne baktı. Dört katlı apartmanının çatısında duruyordu. Bazen Mark burada kalmayı ve düşünmeyi seviyordu, sessiz ve huzurluydu. Aşağı bakarak şehir hayatının normal telaşını ve koşuşturmasını görebilirsiniz ama eğer yukarı bakarsanız güzel gökyüzünü ve hatta dolunayı veya bazı yıldızları görebilirsiniz.
Mark, ölümüne düşmemesine yardımcı olan çatının sınırı boyunca yürüdü.Oldukça geçti bu yüzden yakında apartmanına dönmesi gerekiyordu. Sonra birkaç metre ötede rüzgarda dalgalanan bir şey gördü. Mark yürüdü ve  onu aldı. Bugünün gazetesi olduğunu görünce ön sayfayı okumaya başladı.

"GENÇ ADAM YAKINDAKİ AĞAÇLIKLARDA ÖLÜ BULUNDU"

Bugünün erken saatlerinde, 20 yaşındaki John Parker kuzey ağaçlıklarının yakınında ölü bulundu. Ailesi hiç gerçek bir düşmanı olmadığını ama biraz sorun çıkaran birisi olduğunu belirtti. Yine de kimin onun ölmesini istediğini bilmiyorlardı. Ölümü kan kaybından kaynaklanmış gibi görünüyordu. Yaralar büyük bir hayvandan geliyormuş gibi görünüyordu ama daha sonra adamın alnına bir sembolün oyulmasının sebebi olmadığı bulundu. Sembol ...
Mark gazeteyi bulduğu yere geri koydu. Bunun gibi gecesini mahveden bir makaleyi istemedi. Gökyüzüne bakarken sınır boyunca yürüdü. 20 yaşında. Çok genç. Çocuk için üzüldü,  kendisi nerdeyse 30 yaşındaydı. Yaşamı bittiği için şimdi asla yapamayacağı tüm şeyleri düşündü. Mark bunları kafasından çıkarmayı denedi; bunalıma girmek istemedi.
Bilmeden Mark'ın eli köşedeki boş bir karton kutuya çarptı. Onu yakalamaya çalıştı ama çok geçti; caddelere doğru düşerek fırladı. Garipti, hiç araba görmedi; sadece kaldırımda yürüyen yalnız birisi vardı.

"Hey, dikkat et!" diye seslendi. Ama biraz geçti. Kutu adamın başına düşmüştü. Neyseki  boş bir karton kutuydu. Ardından hemen sonra olanlar onu buz kestiğinde özür dilemek üzereydi. Kaldırımdaki kişi yukarı ona baktı, siyah kapüşonu, siyah-beyaz çizgili atkısı vardı. Tabi kii onu buz kesen bu değildi, aynı zamanda garip bir maskesi vardı; yarı simsiyah yarı ışık saçan beyaz.

Sesini geri kazanmayı başardı ve özürlerini haykıracaktı. Gördüğü şey tarafından tekrar donduğunda;  bu adam belki de sadece garip bir partiden ya da kalabalıktan geliyordu diye düşünüyordu. Adam Mark'ın iyice duyamadığı bir şey söyledi ve sonra duvara zıpladı. Kertenkele ya da örümcek tarzına benzer şekilde binaya tırmanmaya başladı. Mark, ağzı açık bir şekilde donmuştu ve gördüğü şeyi anlamlandırmaya çalışıyordu. Tuhaf  adam, hayır, canavar, binanın tepesine ulaştı ve sınırın kenarına çömeldi. Mark, adamın binaya çok kolaylıkla tırmanabildiğini şimdi görmüştü; beyaz eldivenler giyiyordu fakat her parmağın ucundan eldivenin içinden uzanan uzun, siyah, kedilerinkine benzer pençeler vardı. Maskenin üzerinde bir yüz olduğunu ancak sadece yarım yüz olduğunu gördü. Maskenin beyaz tarafında kızgın bakan bir göz şekli ve somurtan kıvrılmış bir ağız.

Sadece birbirlerine baktılar. Sadece birkaç saniyeydi ama Mark'a göre sonsuzmuş gibiydi. Sonra tuhaf bir şey oldu. Canavarın maskesi değişti. Kızgın ağız ve göz kayboldu ve maskenin siyah tarafında mutlu bir göz ve tuhaf bir gülümseme ortaya çıktı.

Canavar başını bir tarafa eğdi ve şöyle dedi :

“遊びたいか?” (Oynamak ister misin?


Mark çığlık attı ve binanın içine giren kapıya doğru koştu. O canavarın onu takip ediyor olmaması için dua etti. Kapıya ulaştı ve açtı, içeriye fırladı ve kapıyı çarparak kapattı. Nefes nefese kalarak kapıyı kapalı tutmak için kapıya yaslandı. 


Bir süre sonra canavarın hala orada olup olmadığını ve neden kapıyı açmak için zorlamadığını merak etti. Ona ne söylediğini bilmiyordu ama söyleyiş şekliyle ilgili bir gariplik vardı. Neşeli ve şakacı geliyordu. Ama aynı zamanda sinirli ve şeytanca da. Cesaretini topladı ve kapıyı açmaya karar verdi. Bir elini kapı tokmağında tutarak, derin bir nefes aldı ve yavaşça kapıyı açtı. Diğer tarafta her ne varsa görmek için hazırdı. 

Mark kendisinin garip maskeyle karşı karşıya kalacağını zannetti. Bunun yerine canavarın çatının köşesinde otururken, garip ve bir nebze şeytani şekilde gülümserken hala onu bıraktığı yerde olduğunu gördü. 

Canavar tekrar : 

“遊びたいか, おまえ?ケケケ!私はあなたがあそびしたい!” (Oynamak ister misin? kekeke! -kahkahaOynamanı istiyorum!)  


dedi.


Mark kapıyı yine çarparak kapattı. Bacaklarının üzerine düştü ve yere oturdu. Canavarın söylediği şeyleri söyleme şekli hoşuna gitmedi. Ne olduğunu anlamaya çalışarak orada bir süre oturdu. Artık geç olmuştu. Belki çatıda uyuyakalmıştı ve kabus görüyordu. Bir kez daha kontrol etmeye karar verdi.


Mark ayağa kalktı ve yavaşça kapıyı açtı. İçinden bir ses canavarın aynı yerde olacağını ve aynı şeyleri  söyleceğini söylüyordu ama başka bir ses canavarın kapının hemen yanında olacağını, pençelerinin kılıfsız ve kesmeye hazır olacağını söylüyordu. Hatalıydı, canavar gitmişti. Şehrin ışıklarından ve sürülen birkaç arabanın sesinden başka bir şey yoktu. Rahat bir nefes aldı, hepsi bir rüyaydı.

Kapı suratına çarptı. Kapının metali alnına çarpınca canı acıdı. Mark kafasını ovaladı ve yere düştü.

"Bu da neydi lan böyle?" özel olarak kimseye bağırmamıştı. Kapıyı kapatmamıştı, kapatsaydı bile bu kadar sakar değildi ve rüzgar kapatmaya yetecek kadar güçlü değildi. Kendisine, belki de bunun acayip bir rüzgâr fırtınası olduğunu söyledi.Ama o gülüşü tekrar duyduğunda zihni bu fikri hızlıca reddetti. 

“ケケケ!” (kekeke! - kahkaha!)

Gürültü kapının hemen dışından, biraz üstünden geliyordu. Canavar kapının üzerinde durmuş olmalıydı. 



*   **   **   **   **   *

Mark kafası karışmış bi şekilde uyandı. Kendi dairesinde ve kendi yatağındaydı. Kendi yeri olduğuna inanmak için etrafa bakındı. Evet, öyleydi. İç çekti; hepsi bir rüya olmalıydı. Gerçek olduğuna yemin edebileceğin bu garip rüyalardan biri gerçekti çünkü çok gerçekçiydi. Ama sonra bir rüya görmüş olduğunu fark ediyorsun çünkü rüya çok garipti. 
Mark kendisine güldü, sanki canavarlar gerçekten varmışlar gibi. Alnında onu durduran bir ağrı belirdi. Belki de gerçekti ve geri döndüğünü hatırlamıyordu. Mark hızlıca bu fikri reddetti. Belki uykusunda düştü ve tekrar geri kalktı. Olur böyle şeyler.

Mark ayağa kalktı ve bir şey içmek için buzdolabına gitti. Oraya giderken bir bardak kapıp kahvaltı için bir kutu portakal suyu açtı. Portakal suyu tezgaha döküldüğünde bir kısmını bardağa dökmek için kutuyu yan tarafa eğdi. Durdu ve baktı, kafası karışmıştı. Kartonun yan tarafında ince bir kesik olduğunu fark etti. Böylece meyve suyu  kesikten dökülmüştü. 


“ケケケ!” (kekeke! - kahkaha)


Yine olmuştu. Apartmanın içinden geliyordu. Odaya o canavar için göz atarak hemen etrafında döndü. Sonra ne kadar aptal ve paranoyak olduğunu fark ederek durdu. Besbelli hayal görmüştü. Kutudaki kesiği kız arkadaşı yapmış olabilirdi. Son zamanlarda kavga ediyorlardı.


Mark dağınıklığı temizledi ve kahvaltı için hiçbir şey yapmamaya karar verdi. Canı yemek istemedi. Kız arkadaşının ,Beatrice,  nasıl gönlünü alacağı konusunda endişeliydi. Onu sevdi ve onu ne kadar sevdiğini anlamasını sağlamak istedi. Televizyonu açtı ve dertlerini unutarak birkaç saat boyunca izledi. 


                                 *   **   **   **   **   *

Şimdi öğlendi. Kalktı ve televizyonu açık bırakarak mutfağa doğru yürüdü. İçinde alkol bulundurduğu dolabı açtı. Bir şişe bira alarak birazını bir bardağa döktü ve onun bira olmadığını, sade içme suyu olduğunu görünce nerdeyse şişeyi yere düşürüyordu. Suratı asıldı. Kontrol etmek için biraz içti. Sade içme suyuydu. Kızgın bir şekilde baktı ve başka bir tane, başka bir tane ve başka bir tane şişe daha aldı. Hepsinin içerikleri normal su ile değiştirilmişti. Sinirli bir şekilde iç çekti ve sonra yine olmuştu. 

“ケケケ!” (kekeke! - kahkaha)

Mark yerinde sıçramıştı. Bu yine o gülüştü. Kendisine, hayal ettiğini tekrar ve tekrar söyledi. Sadece paranoyaklaşıyordu çünkü rüyası çok gerçekçi gelmişti. Bunu Beatrice de yapmış olabilirdi, ortada canavar falan yoktu. 


Orada bir şey olup olmadığını görmek için dolabı inceledi. Geride, iki şişe şarabı ve bir şişe şampanyası olduğunu biliyordu. Ama onları Beatrice'in onu affettiği zamana saklamak istedi. Şişeleri gördü ve tekrar baktığında dolabı kapatmak üzereydi. Şarap şişelerinden biri kayıptı. Şarap şişelerini bulundurduğu yere baktı, onlardan biri de kayıptı. 


Beatrice bunu da yapmış olabilirdi, bayağı sinirliydi. Mark, yaptığı son şey olsa bile onun gönlünü alabileceğine dair kendisine sessizce yemin etti. Sonra onu tekrar duydu. 


“ケケケ!” (kekeke! - kahkaha)


Televizyonu açık bıraktığı oturma odasından geliyordu. Bu sefer hayal görmediğini, kahkahanın gerçek olduğunu biliyordu. Dolabı kapattı ve odaya doğru koştu.


Canavarın olduğuna yeterince emindi. Açık bırakılan televizyonu izleyerek kanepede bir bardak şarap içerek oturuyordu. Canavar durdu ve gülümseyerek Mark'a baktı. Açılmış bir şişe şarabı eline aldı ve ona doğru salladı.


“ウイン?” (Şarap?)


Mark canavara bakarak durdu. Hızlıca kendini toparladı ve mutfağa olabildiğince çabuk koştu. O gerçekti. Canavarın kalkıp peşinden gelmesini ve onu öldürüp yemesini bekledi. Çünkü bu canavarların yaptığı şeydir. Ama canavar orda kaldı. Ona güldüğünü duyabiliyordu. 


Mark korkuyordu, evinden ve hayatından kurtulmak zorundaydı. Kullanmak için mutfağın etrafında bir şeye baktı. Panikleyerek bulabildiği en yakındaki bıçağı aldı ve oturma odasına geri koştu. Savaşmaya hazırdı. 


Canavar gitmişti. Hiçbir iz yoktu. Kanıtlar kayıp şarap şişesi ve bardağıydı. Gerilmişti. Belki de o rüya yüzünden kafayı sıyırıyordu. 


"Hayır, hayır, hayır ben deli değilim. Bu olamaz. Olmayacak. Olmasına izin vermeyeceğim!" diyerek kendi kendine abuk sabuk konuştu. Mutfağa geri döndü ve bıçağı yerine koydu. Oturma odasına yürüdü ve kanepeye oturdu. Uzaktan kumandayı alıp düşünmek için televizyonu kapattı.


"Belki de hayal görüyorum. Belki de  kafayı sıyırıyorum çünkü depresyondayım çünkü Beatrice bana kızgın. Garip rüya da onunla karıştı!" Mark ayağa kalktı ve onu aramak için telefonunu aldı. Numarasını çevirdi ve açması için bekledi. Mark onun gönlünü almak için o kadar heyecanlıydı ki birisinin pencereden gizlice girdiğini ve onu izlediğini fark etmemişti. 


"Alo? Beatrice ? Benim! Tartışmamız için üzgünüm! ....  Hayır gerçekten üzgünüm!  .... Söz veriyorum bunu telafi edeceğim. Yemin ederim te- ...." Mark telefonu yere indirdi, Beatrice telefonu kapatmıştı. Ancak o zaman gözünün ucunda bir şey görmüştü ama döndüğünde gitmişti. 


"Onun gönlünü alacağım!" dedi kendine ceketini alıp giyerken. "Yüzyüze özür dileyeceğim!" Mark ona ne vermesi gerektiği konusunda düşünerek odada dolanıp durdu. Sonra fark etti ve şampanya şişesini almak için dolabı açtı ama dolabı açtığında şişe gitmişti. İçten özrünün yeterli olacağını kendi kendine düşündü ve onu görmek için kapıdan dışarı çıktı. 


Mark söyleyeceklerini tekrar ederek hızlıca yürüyordu. Yürüdüğü tüm zaman boyunca birisinin onu takip ettiğini hissetti. Kendisine sadece gergin olduğunu söyledi. 


Evine ulaştı ve ön basamaklarda durdu. Onu affetmemesinden ve onunla ayrılacağından korkuyordu. Kapıyı çalmak için yumruğunu uzattı ama hızlıca geri çekti. Korkuyordu.


Mark iç çekti ve nefesinin altında küfrü bastı. Kendisine bir korkak olduğunu söylüyordu. Arkasına döndü ve hemen arkasında olan kahkahayı ardından açılan bir pencerenin sesini fark etmeyerek çekip gitti. 


“ケケケ!” (kekeke! - kahkaha)


Not : Devamı gelecek takipte kalın :3 

30 Ekim 2019 Çarşamba

The Tall Man

Uzun adam, ormanda Slender Man denen gizemli, uzun bir adamla karşılaşan iki kız kardeş hakkında korkunç bir hikayedir. İddiaya göre eski bir Romanya halk hikayesine dayanır.



Bir zamanlar Stela ve Sorina adında ikiz kız kardeşler varmış. Küçük kızlar cesaretlilermiş, karanlıktan, örümceklerden veya başka ürkütücü şeylerden hiç korkmazlarmış. Diğer küçük oğlanlar ve kızlar korku içinde çömelirken, Stela ve Sorina başları dimdik yürürlermiş. İyi çocuklarmış, anne ve babalarının sözünü dinler ve Tanrı'ya inanırlarmış. Bir annenin isteyebileceği en iyi çocuklarmış, ama tüm bunlar bozulacakmış.

Bir gün, Stela ve Sorina anneleriyle birlikte ormandan çilek toplamaya gitmişler. Hava açık ve güneşliymiş, ormanın içine doğru yürüseler bile ışık çok az soluklaşıyormuş, Anneleri onlara yakında durmalarını söylediğinde onu dinlemişler, çünkü onlar iyi çocuklarmış.

Uzun Adam'ın karşısına geldiklerinde neredeyse öğle vaktiymiş.

Açıklık alanda duruyormuş, bir asilzade gibi baştan aşağı siyah giyinmiş halde. Aşağısına bulutlu bir gece yarısı kadar karanlık gölgeler uzanıyormuş. Birçok kolu varmış, bir yılan gibi upuzun, kemiksiz ve kılıç şeklinde. Tırnaklarında solucan gibi şeyler kıvrılıyormuş. Bir kelime bile konuşmamış, ama niyetini belli etmiş.

Anneleri onu dinlememeye çalışmış, ama nasıl nefes alacağını unutmuş ve Uzun Adam'a itaat etmemeyi daha fazla başaramamış. Açık alana yürümüş, arkasında kızlarıyla.

"Stela," demiş. "Bıçağımı al, ve yere büyük bir çember çiz, içine yatılabilecek kadar büyük."

Uzun Adam'dan korkmayan Stela, annesinin sesindeki titremeden ürkmemiş ve soru sormadan söylenileni yapmış.

"Sorina," demiş anne. "Bıçağı al ve kardeşine sapla."

Sorina yapamamış; bunu yapmazmış.

"Lütfen," demiş anne. "Bunu yapmazsan, daha kötü olacak... Çok daha kötü..."

Ama Sorina annesinin istediği şeyi yapamamış. Onun yerine, bıçağı yere atmış ve ağlayarak eve koşmuş. Hayatında ilk kez korkmuş bir şekilde yatağının altına saklanmış ve babasının tarladan eve dönmesini beklemiş. Geldiği zaman ona ormanda olan korkunç şeyi anlatmış. Babası korkmuş kızı rahatlatmış ve ona güvende olduğunu söylemiş. Sonra ormana gitmiş, elinde keskin bir balta ile. Sorina şöminenin başında oturup dönmesini beklemeye başlamış.

Biraz zaman geçtikten sonra, yorulmuş ve uyuyakalmış. Gecenin en karanlık saatinde, kapının tıklanmasıyla uyanmış.

"Kim o?" sormuş.

"Baban," demiş bir ses.

"Sana inanmıyorum!" cevaplamış Sorina.

"Kız kardeşin," demiş ses.

"Olamaz!" Sorina bağırmış.

"Annen," demiş ses. "ve sana çok daha kötü olacağını söylemiştim..."

Babasının çıkarken sıkı sıkı kilitlediği kapı hızla açılmış. Annesi kapının önünde duruyormuş, bir elinde kız kardeşinin, ötekinde babasının kopmuş kafalarını tutuyormuş.

"Neden?" sızlanmış Sorina.

"Çünkü," demiş annesi, "iyilik için ödül yoktur. İnanç için süre tanınmaz. Hepimiz için soğuk bıçak, dişlerin gıcırdaması ve ateşle kırbaçlanmaktan başka hiçbir şey yoktur... Ve şimdi senin için geliyor."

Tam o sırada, Uzun Adam şömineden fırlamış ve Sorina'yı yanan kucağına çekmiş.

Ve bu, kızın sonu olmuş.

Ç/N :
happy halloweeeen!
Slendy hakkında bir pasta görünce direkt çevireyim dedim. :3
bu arada, cadılar bayramında vizelerime çalışıyor olacağım. daha korkunç ne olabilir ki? xd
korkunç kalın.*-*

8 Ekim 2019 Salı

Öğleden sonra 4.15

Saat öğlen sonra 4.15 evde öylece geziniyorsun. Belki okuldan belki de işten yeni döndün ya da sadece vakit öldürüyorsun. Birden odanda bir yerlere koyduğun bir şeyi anımsadın. İçeri girdiğinde o korkunç görüntü seni karşılıyor. Kalbinin teklediğini hissediyorsun. Yaşadığın şok, görüşünü bulanıklaştırıyor. Odanın uzak köşesinde, giysi dolabında ya da yatağının altında gecelerini ele geçiren, gördüğün en kötü kabusların başrolü ya da geçirdiğin bir uyku felci sırasında, yatağının hemen yanında sabırla son nefesini vermeni bekleyen o yaratığı görüyorsun. Bir insana benzemiyor ama sana baktığından ve ne kadar yalnız ve umutsuz olduğunu kavramana yetecek olan, hayatının son dakikalarını saydığından eminsin. Henüz hayatın bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçemeden acıyı hissediyorsun. Derinin yavaşça soyulduğunu, tüm kemiklerinin kırıldığını hissediyorsun. Sana o kadar yakın ki, seni yavaşça öldüren şeyi, en beter korkularının somut halini en küçük ayrıntısına kadar görebiliyorsun. O an gerçekten ölmek istiyorsun fakat ölemiyorsun. Olabildiğince fazla acı çekmeni istiyor ama belki de fiziksel acının artık senin üzerinde bir etkisi kalmadı.

Saat öğlen sonra 4.15 evde öylece geziniyorsun. Belki okuldan belki de işten yeni döndün ya da sadece vakit öldürüyorsun. Birden odanda bir yerlere koyduğun bir şeyi anımsadın. İçeri girdiğinde aynadaki yansıman dikkatini çekiyor. Aynadaki insan cansız görünüyor. Yavaşça bir bıçak çıkarırken sana doğru bakıyor. O an gelecek bir saldırıya ya da öldürülmeye hazırlanıyorsun. Ama bunun yerine aynadaki sen, sana bakarak bıçakla, bir kulağından diğer kulağına uzanan, sivri keskin dişlerini açığa çıkaran bir gülümseme çiziyor. Bu manzara karşısında donakalıyorsun. Bu sensin fakat bu senin asla görmek istemediğin bir halin, bu senin distopik* bir evrendeki halin.

Senin yaşadığın gerçeklikte saat öğlen sonra 4.15 evde öylece geziniyorsun. Belki okuldan belki de işten yeni döndün ya da sadece vakit öldürüyorsun. Birden odanda bir yerlere koyduğun bir şeyi anımsadın. İçeri girdiğinde aslında neden odana geldiğini hatırlamadığını fark ediyorsun ya da ne aradığını, ve bunu boş verip sadece güne kaldığın yerden devam ediyorsun.
Bunun nedenini hiç merak ettin mi?

*Gelecekte olabilecek olumsuz toplumları tanımlamak için kullanılan ‘distopya’ kelimesinin kökeni eski Yunancaya dayanır. “Anti-ütopya” diye de adlandırabileceğimiz distopyayı oluşturan ‘dis’ ve ‘topya’ hecelerinin kökü eski Yunancada ‘kötü’ ve ‘yer’ olarak yer alır.



Merhaba! Aranıza yeni katıldım, çeviri pastalar ile burada olacağım. İstek ve şikayetlenizi lütfen bildirin :) - harpy

4 Eylül 2019 Çarşamba

SALLY (PLAY WITH ME)

Yaz o yıl güzel ve ılıktı. Güneş, cildinize ısı yayıyordu. Kasabadaki hafif esintiler sayesinde günler çok sıcak da çok soğuk da geçmiyordu. Basitçe,  hava kusursuzdu. Ama Sally'nin asla unutmayacağı bir yazdı.

Sally sekiz yaşında küçük bir kızdı, kıvırcık, uzun kahverengi saçları ve parlak yeşil gözleri vardı. Her zaman kibardı, asla yalan söylemezdi ve kendisine söyleneni yapardı. Annesi ve babası ona tapıyorlardı,  Sally sahip olunabilecek en iyi çocuktu.

Sally evin dışında arkadaşlarıyla oynarken kıkırdadı. Sek sek ve ip atlama, hatta oyuncak bebekler ve kovalamaca gibi çeşitli oyunlar oynuyorlardı.
Sally'nin annesi bu masum görüntüye sıcak bir şekilde gülümsedi ve elini sallayarak seslendi.

"Sally!  İçeri gel, yemek vakti!" Sally başını oyuncak bebeğinden kaldırdı ve gülümsedi.

"Tamam anneciğim!"

Yemek masasında otururken, Sally koltuğunda hafifçe zıpladı, bir nedenden dolayı heyecanlıydı. Annesi fıstık ezmeli ve jöleli sandviç koydu, yanlarda kereviz sapları ve bir de meyve suyu vardı.

"Teşekkürler anne."

"Önemli değil tatlım." küçük kız sandviçini eline aldığında, annesi de karşısında bir sandalye çekip oturdu.  Onun yemesini izlerken gülümsedi. "Tahmin et ne oldu!  Amcan Johnny buraya geliyor." Sally gülümsedi, dudaklarının kenarı fıstık ezmesi izleriyle kaplanmıştı.

"Mmm! Jommy Acca??" Ağzı doluyken tekrar etti. Annesi güldü ve başıyla onayladı.

"Mhm. Babanın işine yardım etmeye geliyor, ve sana bakmak için. Belki hep birlikte karnavala da gidebiliriz!" Sally ısırığının geri kalanını çiğnedi ve hızlıca yuttu.

"Sarah ve Jennie de gelebilir mi?" Annesi düşünceli gözlerle baktı.

"Pekala, bu kararı anne ve babaları vermeli. Ama izin verirlerse, elbette!" Küçük kız kıkırdadı ve sandalyesinde tekrar zıpladı, bu yılki yaz tatili için şimdi çok daha fazla heyecanlıydı.


Birkaç gün içinde Johnny amca geldi. Arabasından inerken kollarını başının üstünde esnetti ve yorgun bir nefes verdi.

"Johnny Amca!" küçük bir ses cıvıldadı, adamın dikkatini üzerine çekmeyi başardı. Sally ip atlamayı kesti ve koşup aile üyesine sarıldı.

"Hey, Sal! Nasılsın bakalım?" kızı hafifçe kaldırıp ona nazik bir şekilde sarılırken sordu. Kız kıkırdadı ve arkaya, arkadaşlarına baktı.

"Sarah ve Jennie ile oynuyordum. Haydi içeri girip burada olduğunu anneme söyleyelim!"

"Kulağa harika bir fikir gibi geliyor." gülümsedi ve eve girdi, kadına seslendi. "Marie! Ben geldim!" Sally onu takip ederken tekrarladı.

"Anne! O geldi!" kadın mutfaktan aceleyle çıktı ve Johnny'i görünce gülümsedi.

"Johnny, sağ salim gelmişsin." adam kızı yere bıraktı ve onu göndermek için poposuna yumuşak bir biçimde vurdu. Sonra kadına sarıldı.

"Elbette. Neden sağ salim gelemeyecekmişim ki?" kadınla birlikte mutfağa girerken güldü. Sally ön kapıya koştu, annesine oynamak için dışarıya döndüğünü seslendi.

"Hava kararmadan eve dön!"

"Tamam anne!" ve kız gitti.

Akşam yemeğine yakın bir saatte Sally'nin babası eve geldi, kardeşinin orada olduğunu görünce sevindi. Kızıyla birlikte eve girdi ve Johnny ile el sıkışıp sarılarak selamlaştı.

"Seni görmek güzel adamım, nasıl gidiyor?" kollarını bağlayıp sordu, karısının akşam yemeği için sofrayı kurmasını izleyerek. Johnny parmaklarıyla oynarken omuz silkti.

"Karen ile ayrıldık."

"Ah, bu korkunç, üzüldüm... " başını iki yana salladı.

"Yok, sorun değil. Mutluyum, artık devamlı nerede ne yaptığımı soran biri olmadan özgürce hareket edebilirim." iki adam birlikte güldüler, yemek için masaya oturdular. "Mmm."

"Teşekkürler, beğenmenize sevindim."

"Mhm! Bu çok lezziz, anne." yetişkinler gülümsedi ve çocuğun övgüsüne kıkırdadılar.

Tabaklar boşalmıştı, ve Sally durmadan esnemeye başlamıştı, gözlerini de elleriyle ovuşturup duruyordu. Annesi gülümsedi ve nazikçe sırtını sıvazladı.

"Birileri yorgun görünüyor. Yatağa gitme zamanı!" Sally başıyla onaylayıp iskemlesinden zıpladı, tabağını alıp lavaboya götürdü. Annesi onu yatağa götürmek için ayağa kalktı, ama John tarafından kolu tutularak durduruldu.

"Onu yatağa ben götürürüm." gülümsedi.

"Pekala, teşekkürler John." adam başını salladı, bulaşıkları yıkayıp artıkları temizlemek üzere kalkan kadını izledi. Sonra duşa girmek için lavaboya giden kardeşine baktı, ve küçük kızı odasına doğru giderken takip etti.

John gülümsedi ve kapıyı arkasından kapattı, pijamalarını bulmak için dolabını karıştıran kızı izledi.

"Yardıma ihtiyacın var mı?" kız ona bakıp başıyla onayladı.
"Tamam, bakalım nelerin varmış." kızın yanına doğru süzüldü ve çeşit çeşit pijamalarına bakmaya başladı.
"Çilek desenli bir pijaman var. Bahse girerim ki rüyalarında tıpkı çilekler gibi kokacaksın." tişörtü havaya kaldırdı ve kıza gösterdi, birkaç derin nefes aldı. Sally kıkırdadı ve çilekli pijamalarını giymek istemediğini belirterek başıyla olumsuzladı. Johnny onayladı ve tişörtü yerine koydu, sonra unicorn desenli başka bir tane çıkardı. "Buna ne dersin? Bu güzel unicornu süreceğine eminim." çocuk tekrar kıkırdadı ve başını hayır dercesine salladı. Adam onu da yerine koymadan önce kısık bir sesle ofladı. Sonra sıradan, beyaz bir gecelik çıkardı. "Ya bu? Bununla bir prensese dönüşebilirsin."
Sally'nin gözleri parladı ve ellerini heyecanla çırparak başıyla onayladı. John geceliği yatağın üzerine koydu, sonra tişörtünü çıkarmak üzere kıza uzandı.

"Kendim giyinebilirim amca." gülümseyerek konuştu, gözlerini aşağı indirip adamın tişörtünü çıkaran ellerine baktı. Adam da gülümsedi ve başıyla onayladı, ama kızın tişörtünü çıkarmaya devam etti.

"Elbette giyebilirsin, ama yorgunsun, ve neden birazcık yardıma hayır diyesin ki?" Sally'nin başını birkaç kez sallamasını izleyerek sordu. Düğmelerini açıp tişörtünü omuzlarından yukarı kaydırdı ve karnını dürtükleyerek kızın kıkırdamasını sağladı. Sırıttı ve kızın şortunun kenarlarından tutup aşağı çekti. Sonunda, geceliği aldı ve başından geçirdi, omuzlarını da geçirdiğinden emin oldu. "Oldu!" dedi mutlulukla. Kız da gülümsedi, kıkırdadı ve yatağa zıpladı. Johnny kızın kıyafetlerini düzeltti. O sırada kapı açıldı ve içeri Sally'nin annesi girdi.

"Yatağa girmeye hazır mısın?" yatağın çevresinde yürürken sordu. Johnny başını kaldırdı ve hızla yatağın diğer tarafına geçti.

"Ben yatırabilir miyim?" Marie ona baktı ve başını sallayarak gülümsedi.

"Elbette." kızına bakarak eğildi, çocuğun alnını öptü. "İyi geceler tatlım."

"İyi geceler anne." alnındaki baş parmağıyla hafifçe başını okşadı, Johnny'nin düzelttiği kıyafetleri aldı ve odadan çıktı. Johnny son kez küçük kızın annesine gülümsedi ve düğmeye doğru gidip ışıkları söndürdü. Ardından odanın kapısını dikkatlice kapattı ve kilitledi. Yavaşça, omuzunun üzerinden Sally'e baktı. Yüzünde soğuk, çarpık bir gülümseme belirdi.

Sonraki birkaç günden sonra, Marie, Sally'nin kendisi gibi davranmadığını fark etti. Eskiden yaptığı gibi parlak bir şekilde gülümsemiyordu. Neşeli değildi ve aynı mutlulukla konuşmuyordu. Marie, arkadaşlarıyla oynamaya gitmeden önce çocuğunun elini tuttu ve yüzüne baktı. Sally, annesine kafası karışmış bir şekilde bakıyordu.

"Tatlım, iyi misin?" çocuğun boyunda diz çökerek sordu. Sally önce ona boş boş baktı, sonra yavaşça ağlamaya başladı.Annesinin gözleri irileşti. "Sally?"

"A-anne... Ben... Ben istemedim..." küçük kız hıçkırıklarına rağmen konuşmaya çalıştı.

"Neyi istemedin tatlım?"

"Ben- ben... Oynamak istemedim... Onun oyununu oynamak istemedim..." çocuk annesine baktı ve ona sıkıca sarıldı. "B-bana dokundu... V-ve beni de kendisine dokundurdu!"
Marie kaşlarını çattı ve nazikçe kızın saçlarını okşamaya başladı. Bir yandan onu susturarak sakinleştirmeye ve rahatlatmaya çalışıyordu.

"Şşşş, geçti. Annen artık burada." bir kabustu, hepsi bu. Küçük kız bir kabus görmüştü. "Şimdi her şey iyi, tamam mı? Endişelenme artık." Sally'nin ağlarken kesik nefesleri arasından ona bakıp gülümsemesini izledi.

"T-tamam anne..." annesi gülümsedi ve onu alnından öptü.

"Şimdi git yüzünü yıka bakalım, arkadaşlarınla kirli bir suratla oynamak istemezsin." Sally minik bir kıkırtının dudakları arasından çıkmasına izin verdi ve yüzünü yıkamak için banyoya koştu.

O gün daha sonra, Johnny ve abisi işten eve döndüler. Frank iç geçirdi, Sally'nin kendisine el salladığını görünce gülümsedi. O da el salladı ve arabanın kapısını kapatıp eve doğru yürüdü. Johnny de Sally'e bakarak gülümsedi ve el salladı. Kızın gülümsemesi yavaşça soldu, içinde daha az mutluluk barındırmaya başladı, ama yine de o da el salladı.
Johnny de eve girdi, ağabeyi ve karısı arasında geçen konuşmayı duyunca durdu.

"Sally ne??" Frank sordu.

"Bir kabus görmüş. Çok kötü bir kabus. 'O'nun ona dokunduğunu söyledi."

"Peki, 'O' da kimmiş!?"

"Bilmiyorum Frank... Ama, bu yalnızca bir kabustu. Seni sadece ona ne olduğu ve neden farklı davrandığı konusunda bilgilendirmek istedim."

Johnny sinirle yüzünü buruşturdu, parmak eklemleri beyaza döndü. Sonra, çabucak sakinleşti, hızlı düşündü. Yüzüne bir gülümseme yerleştirdi ve odaya girdi. Bu konuşmaya yeni kulak misafiri olmuş gibi davrandı ve yüzünü yumuşattı.

"Whoops... Bir şeyi mi bölüyorum?" sordu, çift başlarını salladı. Johnny tekrar gülümsedi ve tekrar arabaya yöneldi. "Markete gidiyorum, bir şeye ihtiyacın var mı Marie?" kadın gülümsedi ve mutfak tarafına baktı.

"Aslında evet. Bana biraz yumurta, süt, ekmek ve meyve suyu alabilir misin?" Johnny başıyla onayladı, gitmek üzereyken durdu.

"Sally de gelmek istedi, haber vereyim dedim." Marie gülümsedi.

"Teşekkürler, John." Tekrar başını salladı ve evden çıktı. Elinde anahtarlarla, arkadaşlarının yanındaki Sally'e baktı. Seslenmek üzere ellerini ağzının kenarlarına dayadı.

"Sally!" çocuk başını kaldırıp ona baktı. "Hadi gel, markete gidelim!"
Johnny arabaya yöneldi, eliyle kızın kendisini takip etmesini işaret etti.
Sally bir an için oturmaya devam etti, sonra oynadığı bebeklerini çime bıraktı.

"Döneceğim, lütfen benim için Marpazan ve Lilly'e göz kulak olun." Jennie ve Sarah gülümseyip başlarını salladılar, o olmadan bebekleriyle oynamaya devam ettiler.
Sally isteksiz bir şekilde arabaya yürüdü, yolcu koltuğuna sıçradı. "Annem mi markete gitmeni istedi?" sordu. Johnny başıyla onayladı ve anahtarı kontağa yerleştirdi. Arabayı geri sürerek caddeye çıkardı.

"Evet, yiyecek bir şeyler almamı istedi. Belki senin için de bir şeyler alabilirim." çocuğa bakarak sırıttı. Sally de gergince gülümsedi, başını çevirip etrafa baktı. Markete ulaşmak üzere olduklarında, Sally Johnny'nin park alanına girmek için yavaşlamadığını fark etti. Kafası karışmış bir şekilde kaşlarını çattı, ona baktı.

"Johnny amca, market o taraftaydı..." dedi o yöndeki markete bakarak. Ama adamdan ses gelmedi. Sadece yüzünde oldukça zayıf bir gülümsemeyle arabayı sürmeye devam etti. Çocuk, oturup geriye doğru baktı, arka koltukların ardından gördüğü market görüş alanından çıkana kadar küçüldü ve küçüldü.
Markete gitmiyor olduklarını anladı. Ardından amcasının halka açık bir parka arabayı park etmesini izledi. Pazar günleri kimse parka gitmezdi. Sally gergin hissetti, nefesleri hızlandı ve adama irileşmiş gözlerle baktı. Johnny arabayı park edince çocuğa bakarak kontağı kapattı. Öfkesi açık bir şekilde görünüyordu.

"Annene ne olduğunu anlattın, değil mi?" sordu, kız başını telaş içinde hayır anlamında salladı. "Oyunu doğru oynamıyorsun, Sally." sesi neredeyse şarkı söyler gibi bir tondaydı.
Uzanıp kızı kendine çekti, çırpınmasını ve sızlanmalarını görmezden geldi. "Benimle oyunu oynayacağını söylemiştin, Sally, bana yalan söyledin." arabanın kapısını açarak çocukla birlikte dışarı çıktı ve onu yere itti. Kızın ağlayıp kıvranmasını duymazdan geldi.
"Kurallara uymadığın için şimdi cezalandırılman gerekiyor." yine şarkı söyleyen bir tonda konuştu ve kemerini çözmeye başladı.

"8 yaşındaki Sally Williams'ın bedeni bir çift tarafından parkta bulundu. Bir hafta süren arama çalışmaları sona erdi. Dahası bu akşam 9'da."


Yatağına gitmeden önce kapısını kapattığına yemin edebilirdi. Aklından çıkmış olmalıydı... Genç kız, sıcak ve rahat yatağından kalkarak odanın karşı tarafına geçti, kapıyı kapattı. Yatağına gidip yorganın altına girmeden önce, dışarıda, koridordan bir ses yükseldi. Ebeveynleri uyanmış mıydı? Onu kontrol etmeye gelmiş olmalılardı, uyuduğunu falan görmek için.

Bacaklarını örter örtmez, duyduğu zayıf sesle dondu... Ağlama sesi?
Ayrıca, bu bir çocuk sesine benziyordu. Kız, yatağından bir kez daha yavaşça kalktı ve kapıya doğru yürüyüp açtı. Ağlama sesleri odasının dışında daha şiddetli duyuluyordu. Yürüdü ve iç çekiş seslerini karanlık koridorda takip etti. Tüm bunlar sonlanmadan önce, kız nefesini tuttu. Pencerenin önünde, ay ışığının yansıdığı yerde küçük bir kız oturuyordu. Kamburunu çıkarmış, ağlıyordu.
Evlerine nasıl girmişti? Pencereden mi? Genç kız, güçlükle yutkunarak konuştu.

"Kim... Kimsin sen? Evime nasıl girdin?" sordu.

Kızın ağlaması aniden durdu. Çocuk yavaş hareketlerle titreyen ellerini yüzünden çekti, ona bakarken vücudu seğirdi. Göz yaşlarının yerini kan aldı, ellerini kırmızıya boyadı. Başının yanında kan ve saçtan oluşmuş bir pıhtı vardı, yüzündeki yaradan kan sızıp yüzüne ve kirli geceliğine akıyordu. Parlak yeşil gözleri tamamen ruhunu görüyor gibi bakıyordu.

"Burası benim evim..." dedi çocuk, sesi rahatsız ediciydi, konuşmakta zorlanıyor gibiydi. Parmak ucunda yükselip genç kızın yüzüne bakarken vücudu tikledi ve garip bir şekilde kıvrıldı. Ayakları çamurun üzerinde koşmuşçasına kirliydi. Dizleri ve bacakları sıyrıklarla kaplıydı, ve geceliğinin uçları kopmuş ve paramparça olmuştu. Ön tarafında 'Sally' ismi dikiliydi. Kan ellerine ulaşıp onları sırılsıklam ediyordu. Dişleri kanla boyanmış kız, konuşurken hafifçe gülümsüyordu.


Ç.N:
veee işte Sally! aslında bu hikaye bana karakter için yeterli değil gibi geldi, başka bir hikayesi daha var mı diye bakacağım. (elbette creepypasta.com sitesinde.)

öneri ve isteklerinizi fulyamanioglu2000@gmail.com adresine göndermeyi unutmayın.

umarım beğenmişsinizdir, korkunç kalın! *-*

6 Ağustos 2019 Salı

A Story to Scare My Son

"Oğlum, internet güvenliği hakkında biraz konuşmamız gerekiyor." dedim yanına yavaşça çökerken. Laptopu açıktı ve herkese açık bir sunucuda minecraft oynuyordu. Gözleri tamamen oyuna kitlenmişti. Yan tarafta insanların yazışmaları geçiyordu. "Oğlum, bir dakikalığına oyunu durdurur musun?" dedim.

Oyundan çıktı ve laptopu kapattı, bana baktı. "Baba, yine şu uyduruk korku hikayelerinden biri mi?"

"Neee?" Üzülmüş gibi yaptım. Sonra gülümsedim, "Hikayelerimi beğendiğini sanıyordum?" Oğlum, ona anlattığım canavar, hayalet, cadı, kurtadam hikayeleriyle büyümüştü. Birçok ebeveyn gibi bu hikayeleri, çocuğuma güvenlik hakkında dersler vermek için kullanıyordum. Benim gibi bekar babalar çocuklarını eğitmek için ellerindeki her imkanı kullanmalıdır.

Biraz yüzünü buruşturdu, "Ben altı yaşındayken iyilerdi, ama şimdi büyüdüğüm için beni korkutmuyorlar. Birazcık saçma geliyorlar. Baba, eğer internet hakkında bir hikaye anlatacaksan lütfen gerçekten çoook korkunç olabilir mi!?" Güvensiz bir bakış attım. "Baba, on yaşındayım. Kaldırabilirim!"

"Hmm... Tamam öyleyse. Deneyeceğim."

Anlatmaya başladım, "Bir zamanlar, Colby adında bir çocuk varmış." Bu aşırı derecede korkutucu girişin onu pek de etkilemediği suratından belliydi. Derince iç çekti ve babasının bir uyduruk hikayesine daha hazırlandı. Devam ettim.

"Colby İnternete girmiş ve çeşitli oyun sitelerinde dolaşmış. Bir süre sonra, oyun içinde başka çocuklarla tanışıp yazışmalara başlamış. Helper23 adında kendiyle yaşıt -on yaşında- bir çocukla arkadaşlık kurmuş.  Aynı oyunları ve televizyon programlarını seviyorlarmış. Birbirlerinin esprilerine gülüyor, birlikte yeni oyunlar keşfediyorlarmış.

Birkaç ay sonra, Colby Helper23'e oynadıkları oyuna altı elmas hediye etmiş. Bu oldukça bonkör bir hediyeymiş. Colby'nin de doğum günü yaklaşıyormuş ve Helper23 ona gerçek hayatta havalı bir hediye vermek istemiş. Colby, ev adresini Helper23'e vermenin sorun olmayacağını düşünmüş. Zaten Helper23 de kimseye söylemeyeceğine dair yemin etmiş."

Burada durdum ve oğluma sordum, "Sence bu iyi bir fikir miydi?"

Başını şiddetli bir şekilde iki yana salladı, "Hayır!" Söylediklerine rağmen hikayeyi beğenmeye başlamıştı.

''Colby de öyle düşünmüştü. Colby evinin adresini verdiği için biraz huzursuz hissediyordu. Ve bu huzursuzluk gittikçe büyüyordu. Daha da büyüyordu. Ertesi gece pijamalarını giydi. Korkusu ve huzursuzluğu artık her şeyden daha büyüktü. Yaptıklarını ailesine itiraf etmeye karar verdi. Cezası büyük olacaktı ama en azından vicdanı rahat olacaktı. Yatağına kıvrıldı ve onu yatağa yatırmak için ailesinin gelmesini beklemeye başladı.''

Oğlum, korkunç kısmın geliyor olduğunu anlamıştı. Her ne kadar korkmayacağını söylemiş olsa da gözleri açık dinliyordu. Emin ve sessiz bir şekilde konuşuyordum.

''Evdeki tüm sesleri dinliyordu. Çamaşır makinesinin titreyişini, ağaç dallarının odasının arkasındaki duvara çarpışını, bebek erkek kardeşinin mırıldanmasını... Ve açıklayamadığı... bazı sesler... Sonunsa, babasının ayak sesleri koridorda yankılanmaya başlamıştı. 'Hey, baba?' demiş ürkek bir şekilde. 'Sana bir şey söylemeliyim' Babası, kafasını kapı aralığına garip bir açıyla yaklaştırmış. Karanlıkta, ağızı oynuyormuş gibi görünmüyormuş, gözleri de tamamen garip duruyormuş. 'Evet, oğlum?' Sesi de olağan dışıymış.

'İyi misin baba?' diye sormuş çocuk.
'Hmm-hmm' demiş babası çok derin bir sesle
Colby şüphelenerek 'Annem nerede?' diye sormuş.

'İşte buradayım!' Annesinin kafası tam babasınınkinin altında belirmiş. Sesi hiç de doğal değilmiş. 'Bize, Helper23'e evimizin adresini verdiğini mi söyleyecektin? Bunu asla yapmamalıydın! Kişisel bilgilerini internette paylaşmamanu defalarca söyledik!'

Devam etmiş, 'O bir çozuk değilmiş. Sadece çocuk taklidi yapmış. Ve ne yaptı biliyor musun? Eve geldi, zorla girdi ve ikimizi de öldürdü! Seninle biraz zaman harcayabilmek için!

Üstünde ıslak bir ceket olan şişman bir adam kapının önünde belirmiş, elinde iki kopuk kafa varmış. Adam kafaları yere atıp bıçağını çıkardığı ve ona yürüdüğü sırada Colby korkuyla çığlık atıyormuş.''

Oğlum da çığlık atmıştı. Çok korkmuştu ama daha hikayeye yeni başlıyorduk.

''Birkaç saat sonra, çocuk neredeyse ölüyormuş ve artık çığlıkları duyulmaz hale gelmiş. Katil, başka bir odadan gelen bebek ağlama sesini fark etmiş ve bıçağını Colby'den çıkarmış. Bu çok özel bir an imiş. Daha önce hiç bebek öldürmemiş ve bu nedenle heyecanlanmış. Helper23 Colby'yi ölüme terk etmiş ve ağlama sesini takip etmeye başlamış. Bebek odasında, beşiğe doğru yürümüş. Bebeği almış. Daha iyi görebilmek için alt değişim masasına yönelmiş. Ama tam bebeği eline aldığında ağlamayı bırakmış, Helper23'e gülümsemiş. Helper23, daha önce hiç bebek tutmamış, ancak bir profesyonel gibi bebeği kollarında zıplatiyormuş. Bebeğin yanağını sıkabilmek için kanlı ellerini battaniyeye silmiş. "Merhaba, tatlı çocuk." Sadizmin öfkesi yerini çok daha yumuşak bir duyguya bırakmış."

"Bebeği eve götürüp adını William koymuş ve kendi çocuğu gibi yetiştirmiş."

Hikayeyi bitirdiğimde Oğlum sarsılmıştı. "A-ama William benim adım!"

Ona klasik bir baba göz kırpması attım. "Evet Oğlum, öyle"

William ağlayarak yukarı koştu, ama bence hikayeyi o da çok beğendi.

Ç.N: Selam gençler. Bir süredir yoktum bildiğiniz gibi. Sonunda her şeyi toparlayıp geri dönebildim. Okuduğunuz için teşekkürler, sizleri seviyorum.

-Luminaletten

7 Temmuz 2019 Pazar

He Comes Closer When I Blink

Peder O'Brian-

Benden bir günlük tutmamı istemiştin,  işte günlük.
Maryland'e taşınmak bir zaman kaybıymış gibi görünüyor.
Bir evden başka bir eve taşınmak hiçbir şeyi durdurmadı, polisler haksız çıktı. Eğer bize yardım edemeyeceksen, ilerlemenin en kolay yolu umudu kesmek.
Umut, kanatlarını kaldıracak bir inanç olmadığında çok acıtıyor.

*

1. Gün - Hill sokağındaki ilk gecemiz hiç huzurlu geçmedi. Saatin sabit tik-tok sesi her odadan duyulabiliyordu.
Saatimiz yok.

*

2. Gün - Georgia, 5 yaşındaki, en küçük çocuğumuz, gülümsedi ve bana bir parça kağıt uzattı. "Bir resim çizdim, babacığım," dedi haylaz bir gülümsemeyle. İncelemek için kağıdı ondan aldım.
Bomboştu.
"Georgia, tatlım, bu kağıt boş," yavaşça açıkladım.

Yüzü kızardı. Ayağını yere vurdu. "Boş değil, babacığım! Bu bizim ailemizin resmi! Onu buzdolabının üzerine yapıştır!"
Georgia neredeyse hiç bağırmaz, bu yüzden bu beni oldukça endişelendirmişti.
Ama bu endişe, ona bakıp onun gözleri olmadığını gördüğümde hissettiğimle karşılaştırıldığında hiçbir şeydi.
Daha doğrusu, gözlerindeki beyaz kısımlar yerindeydi ama başka hiçbir şey yoktu. Göz bebekleri ve irisleri gitmişti. Sadece canlı, damara benzeyen kırmızı sülükler gözlerini kaplıyordu. Georgia ise bunların farkında gibi görünmüyordu. Sesini yükseltip bağırmaya devam etti.

Kağıdı hızla buzdolabının yüzeyine koydum ve magnetle tutturdum.
Kızıma tekrar baktığımda gözleri normale dönmüştü. Gülümsüyordu.
"Teşekkürler baba!" diye cıvıldadı salondan çıkmadan önce.

*

3. Gün - Gecenin bir yarısı, yataktan bir bardak su almak için kalkmıştım.
Bunu tam olarak açıklayamıyorum, ama insanlar istekleri dahilinde,  belirli miktarda gürültü çıkarırlar... Sanki o evin 'sesi kapalı'ydı.

Korkumun hafiflemesi umuduyla karanlık oturma odasına girdim. Ama huzursuzluğum gittikçe büyüyordu.

Işığı açtım.

Tüm oda baş aşağıydı. Tüm mobilyalar tavana monte edilmişti. Işık yerden yukarı doğru beni aydınlatmadan önce, sahneyi aydınlattı.

Birkaç dakika öylece bakındıktan sonra,  yapılacak en iyi şeyin ışıkları kapatmak olduğuna karar verdim. Böylelikle en azından görmek zorunda kalmazdım.

Evin geri kalanında tavan ve yer doğru konumlanmıştı. (en azından öyle hissettiriyordu.)

Gün içinde oturma odası normal görünüyordu.

*

4. Gün - Çekirgeler bu sene kötü. Bizimki hariç her bloğun bahçesi soldu.

Laleler ektik, ama tek büyüyen kardelenler.

Çimleri çok fazla uzamalarını engellemek için günde iki kez sulamak zorundayım.

*

5. Gün - Bugün posta kutusuna bir kutu geldi. Üzerinde adım yazılıydı, bir çocuğun el yazısıyla yazılmıştı. Geri dönüş adresi yoktu.

Kutunun içinde 1913 tane insan dişi vardı.

*

6. Gün - Buzdolabı artık tamamen Georgia'nın bana verdiği "çizim"lerle kaplı.

Hepsi boş.

*

7. Gün - Evdeki geri kalan herkesten önce uyandım. İçeride bu sabah bir sorun yoktu, yine de oturma odasının ışıklarını açmaktan kaçınıyordum. Gün doğmadan oraya bakmıyordum.

Kapının dışında ayak izleri vardı.

Ayak izleri, yolda uzun, çamurlu bir dizayn oluşturuyordu. Bir adamın ayakkabısından çıkmış gibi görünüyorlardı.
Yani en azından, başlarda öyleydi.

Eve yaklaştıkça kademeli olarak incelip uzuyorlardı. Başta 6 cm, sonra 12 cm, 18 cm, bir buçuk ayak uzunluğu, ve sonunda, iki ayak uzunluğunda.
Kapının önündeki son iki iz ise gövdem kadar genişti, ve boyum kadar da uzun.

*

7. Gün - Bunu yatağımda, laptoptan yazıyorum. Karım beni oturma odasından çağırıyor, sabırlı ve yumuşak bir sesle.

Sesi yukarıdan geliyor.

Oraya gitmeye korkuyorum.

Söyle bana Peder, yedinci günden sonra ne olur?


Ç.N:
Bugünün blogtaki ikinci yıl dönümüm olduğunu söylemekten mutluluk duyuyorum.  :3 lütfen pasta hakkındaki görüşlerinizi ve çevirilmesini istediğiniz pastaları yazın.
korkunç kalın.  ^^



2 Temmuz 2019 Salı

Mirror

Hatırlayabildiğim sürece odamda o aynadan vardı. Uzundu ve nerdeyse duvarın yarısına kadar uzanıyordu. Yalnızca düz, basit bir ayna. Ailem bana taşındığımızdan beri orada olduğunu söyledi ve kesinlikle benim gibi bir kız için uygun olduğunu düşündüler ve böylece onu almayı hiç düşünmediler.
Ben de fazla düşünmedim. Saçımı düzeltirdim, her sabah onun önünde makyajımı yapardım, ve kapıdan hızlıca çıkardım, asla ikinci kez düşünmezdim.Bu, odamı biraz yenileyek, gidişatta değişiklik yapmam gerektiğine karar verene kadar.
Ailemden aynanın kaldırılmasını istedim. Kabul ettiler, birkaç adam gelip aynayı parçalamadan ve hasar vermeden kaldırdılar ve içine zar zor sığan gömme dolabımın duvarına dayadılar.
Değişimden sonra memnun kalarak duvarları posterler ve kartpostallarla kaplamaya başladım. Bir zamanlar aynanın bulunduğu yerin soluk anahatları gizlenmişti. Ayna bir daha asla hatırlanmadı.
Bir geceye kadar.
Muhtemelen aynayı taşıdıktan yaklaşık 1 hafta sonraydı. Ailem bir iş gezisindeydi ve ev, ben ve iki küçük kardeşime kalmıştı. O gün yeterince iyi geçti ve ikisini de uyuttum.
Yatağıma uzanırım, hızlı uykuya dalarım. Kolayca uyandırılabilecek bir tip değildim ancak uyuduğumda beni bir tedirginlik hissi kapladı. Kendimi gecenin ortasında uyanarak soğuk ter içerisinde banyo yaparken buldum. Yatak odamın boşluğunda rahatsız edici seste nefesler alıyordum. Böyle bir durumun kaynağı bilinmiyordu. Ne kabus görmüşüm gibi hissediyordum ne de hasta gibi. Ama mide boşluğum, sanki beni bir şeyden uyarırcasına çalkalandı.
Uzaklaşmasını umarak o hissi bir kenara ittim. Neredeyse sabahın biriydi ve her şey ölüm sessizliğindeydi. Yatıştırmaya çalıştığım kendi nefes alışlarımı duyabiliyordum. Her zamanki uykuma çekilmeye çalışıyordum. Ama karanlıkta çok sessiz bir tıklama duydum. Sanki cama vuran bir şey gibi.
Tık-tık
Pencereye baktım, hiçbir şey bu tür bir sese neden olabilecek yatak odamın dışındaki çalıları kımıldatmıyordu. Duvara döndüm.
Belki sadece hayal gücümdü ya da hatta farelerdi. Çünkü sessizlik o kadar sağır ediciydi ki raptiye düşüşü bile duyabilirdim.
Sonra sesi tekrar duydum.
Tık tık. Tık tık.
Açık ve net dört tıklama sessizliği kesti.
Sesin kaynağını dinlerken nefesimi tutarak durdum.
Hiçbir şey.
Sonsuzluk gibi hissettiğim şeyler için nefesimi tuttum ama tıklama durmuştu.
Yorgun halde, kendimi bir şeyleri çok düşünmeme neden olan uyku eksikliği olduğuna inandırdım ve bu yüzden gözlerimi kapatıp bir kez daha uyumaya çalıştım.
Tık tık. Tık tık. Tık tık.
Tıklama sessizliği bir kez daha delip geçtiğinde gözlerimi birden bire açtım. Eskisi gibi durmasını umarak hâlâ uzanıyorum.
Ancak ritmik tıklama daha hızlı ve daha hızlı, korkutucu olduğu kadar gıcık edene kadar daha hızlı ve daha hızlı şekilde hız kazanmaya devam etti.
Şimdi tamamen uyanıktım ve onun, üzerimde bazı kötü şakalar oynayan kardeşlerim olduğunu biliyordum. Usanarak dimdik bir şekilde durdum, gece lambasını açtım ve odamda olan boşluğa bağırdım.
"KES ŞUNU!!!!"
Tıklama durdu ve tam gece lambasını kapatmak üzereyken yeniden başladı. Çarpma sesine doğru yükselen tıklama.
Kalktım, çok sinirlendim, gıcık oldum ve sesin kaynağını aradım.
Gardırobumdan geliyordu.
Kardeşlerimin benim çıldırmamı bekleyerek orda saklanmayacağından hiç şüphelenmemiştim. Gardıroba yürüyerek kapıyı öfkeyle açtım.
Kardeşlerimden bir işaret yoktu.
Kimse yoktu.
Tıkırtı durmuştu.
Ancak aynanın üzerinden akan kırmızı bir el izi vardı. Sanki saniyeler önce yapılmış gibi tazeydi. Lekeye dokunmak için aynaya yaklaşıp elimi uzattım. Gürültülü bir darbeyle karşılanmak için.
Görür görmez kalp atışım bir an durdu.
Çürüyen bir el ve eğri büğrü parmakları olan bir yaratık -gece lambamın loş aydınlatmasından anlayabildiğim- kendimi ve onu ayıran bariyeri kırmak için cama çarpmaya başladı. Bir şekilde insana benzemesi onu daha da korkutucu hale getirdi.
Çenesi ayrılıyordu ve başı garip bir açıyla geri döndü. Göz çukurlarından sanki gözyaşıymış gibi kanlar akıyordu.
Bana baktı,sırtım ürperdi, her darbede daha kuvvetli bir şekilde cama vurmaya devam etti. Gözlerim donakalmıştı, hareket edemedim. Kulak tırmalayıcı nefes alış verişleri ve açık göz çukurları bana sabitlenmişti. Çok aç. Çok umutsuz.
Çarpma o kadar yoğundu ki ayna sallanmaya başladı ve aniden öne düştü.
Ayna sert ahşap zemin üzerinde bir milyon parçaya bölünürken yüksek sesle çatırdadı. Korkunun büyüsü bozuldu ve vücudumun kontrolünü tekrar ele geçirdim.
Tüm söyleyebileceğim peşinden gelen sesi tarif edemediğim. Yüreğimin ağzıma gelmesini sağlayan bir çığlık, bir ağlama ve bir iniltiydi. Yatak odasının kapısını açtığımda, koridoru hızla koştum ve kendimi banyonun ortasına atıp kapıyı kilitledim.
Karanlıkta bir bedenin sesini beklerken korkudan titriyordum. Beni almasını bekliyordum. Uzun tırnakların kapıyı gıcırdatmasını bekliyordum.
Hıçkırıklarımı tutarak duvara yaslandım ve dua ettim.
Muhtemelen yaklaşık 1 saat olmuştur bana günler gibi gelen. Tüm duyabildiğim sessizlikti. Sonunda kalp atışımın normale döndüğünü ve nefes alışlarımın hızını yavaşça ayarladığını hissettim.
Kalkacak kadar yeterince güvenli hissedinceye dek bekledim ve parmaklarımın ucunda yürüyerek küveti, aynayı ve tuvaleti geçip kapıya ulaştım.
Yavaşça tokmağı çevirdim.
Ama açılmadı.
Aniden banyo kapısının kilidinin kırıldığını hatırladığımda kaçınılmaz bir korkunun beni doldurduğunu hissettim.
Geri çekilirken, bunun kırılmış ayna ya da içinde bulunan yaratığın olduğu kadar kötü olmadığını düşünmüştüm.
Tekrar aynı şeyi yaşadım, gecenin geri kalanı için rahatlayarak serin fayanslara sırtımı yasladım. Ta ki bir ses duyana kadar. Benden bir metre uzakta bile değildi.
Tık tık.

26 Haziran 2019 Çarşamba

The Backrooms

Johnson İlçesi Toplum Sağlığı Klinik'ine girdiğimde saat yaklaşık 12:15'ti. Haftalar önce aldığım randevu için oradaydım, sadece rutin bir genel sağlık kontrolü. Benim için yeni bir yer değildi; daha önce orada birkaç kez bulunmuştum. Ancak, yerin sanki çocukluğumdan veya bir şeyden kalan bir yermiş gibi garip bir nostaljik havası vardı. Ve ben bu hissin tan olarak ne olduğunu ya da nerden geldiğini hiçbir zaman kestiremedim.
İçeriye yürüdüğümde, karşı konulmaz dejavu hissi beni ezip geçti. Yanıp sönen floresan ışıklarının vızıltısı, beyaz fayans döşeme, duvarları renklendiren yumuşak bej boya. Klinik tarafından düzenlenen reklamların ve etkinliklerin döngüsü üzerine kısa bir PowerPoint slayt gösterisi oynayan, köşeye monte edilmiş küçük düz ekran bir televizyon olduğunu fark ettim. Boş bekleme alanını (dergilerle, çocukların oyuncaklarıyla ve mavi rahat koltuklarla dolu asıl küçük oda alanı.) geçtim ve resepsiyondaki kadına yaklaştım. Mavimsi gri ofis sandalyesinde oturuyordu ve 2008'den beri kullandıkları aynı Windows XP masaüstündeki bir elektronik tabloya bakıyordu. Önümde bir giriş sayfası vardı.
"Doktor Pebins ile bir randevum vardı" diye söyledim.
"Ne zaman?"
"12:30" diye cevapladım.
Klavyesinde bir şeyler yazmaya başladı.
"Evet" diye cevapladı. "Gary Johnston ?"
"Hıhı"
"Tamam doktora söyleyeceğim lütfen bunu doldurun."
Bana basit bir form doldurma tutan klipsli kağıt altlığı uzattı. Bekleme alanına geri yürüdüm, bir kenara çekildim ve formu doldurmaya başladım.
Koltuğuma yığıldığımda bilgilerimi doldurmayı tamamlamakta yarı yoldaydım. Önceki gece çok uyuyamadım ve yorgundum. Yığıldığımda çok garip bir şey fark ettim - kafam hiç duvara çarpmadı.
Aslında içeri girmiş gibi geldi. Ayağa kalktım, oldukça korkmuştum ve duvara baktım.
Hiçbir şey.
Duvarda kafam ile tek bir çukur ya da oyuk oluşturulmamıştı.
Duvara dokunmak için uzandım.
Ve parmaklarım içinden geçti.
Şok içinde geri çekildim. "O da neydi lan ?" diye düşündüm. Bir kez daha parmaklarımı içeri geçirmek için duvara uzandım.
Sonra aniden dengemi kaybedip tökezledim ve doğrudan duvarın içine düştüm. Ön yüzü kirli ten rengi olan bir halı döşemeye çarptım. Kalkarken tamamen farklı bir odada olduğumu fark ettim. Pekâla aslında bir oda değil, hepsi başlı başına açıklıklarla birbirine bağlanmış bir dizi oda. Duvarlar berbat kahverengi desenli duvarlar ile kaplanmıştı. Aynı zamanda nemli halının boğucu bir kokusu vardı.
Arkamı döndüm, elimi tekrar duvarın içine koymaya çalıştım ama içine girmedi. "Pekâla, bu ne lan böyle ?" diye mırıldandım. Odaya geri dönüp baktım. Pencere, kapı ve o iğrenç duvar kağıdı dışında duvarlarda hiçbir şey yoktu. Tek bir mavi okul sandalyesi dışında oda bomboştu. Bu noktada aklımdan geçen tek şey korkuydu ve " gitmem gerek " düşüncesinin kafamda döngüyle tekrar etmesiydi. Umutsuzca bir çıkış aramaya çalışarak odaların içinden koşmaya başladım. Ama boşunaydı. Çıkış yoktu.
Ben ölene kadar burası benim kalıcı yerim miydi? Hayır burda bir çıkış yolu olmalıydı. Burda bırakılıp gidilmeyecektim değil mi? Eninde sonunda biri gittiğimi fark ederdi.
Ama kimse etmedi.
Sonra uzakta ayak sesleri duydum ama bir insanın ayak sesleri değildi, en azından nornal bir insanın.  Ayak seslerinin yanı sıra kızgın bir hayvanınki gibi çağlayan bir hırıltıydı.
Koşmaya başladım. Bana yaklaşan her neyse ondan olabildiğince hızlı koştum. Onunla hiçbir şey yapmak istemedim.
Sonsuza dek görünen şey için koştum ama  hep başladığım aynı odaya geri dönüyordum. En azından aynı oda gibi görünüyordu, ayıramayacağım gibi değildi.
Böylece, yenilerek oturdum. Ağlamaya başladığımda, korku hissi vücudumu doldurdu. Burda ölecektim.
Hâlâ ordayım, gitmedim. Kaderimi kabullendim.
Aslında, ayak seslerini duyabiliyorum. Merak ediyorum da kim bu ki ?
3 gün oldu ve nerde olduğum hakkında hiçbir fikrim yok. Geldiğim yerden kilometrelerce ötede olmalıyım.
Saatim 8'i gösteriyor. Sanırım dinlenmeliyim.
Yuh! Çoktan 10 olmuş. Ama bekle, ışıklar nerde?
Ayrıca bu ayak sesleri ne ?

23 Mayıs 2019 Perşembe

He Comes (ZALGO)

Mesajın uzunluğunu bağışlayın. Bu bir bilgisayara ulaşabildiğim ilk ve muhtemelen son kez, bu yüzden hala yapabilirken her şeyi yazmanın ve bilmesi gereken kişilere ulaştırmanın iyi olacağını düşündüm. Kasabadan ayrılıyorum, nereye gittiğimi bilmiyorum, sadece gidebildiğim kadar uzağa gidiyorum.

Tamam, bazılarınızın bildiği gibi, bir yıl önce bir kredi aldım ve kendi oto mağazamı açtım. İşler gayet iyi gidiyordu, şikayet edemem. Ve kasabada çoktan kurulmuş bir çok yer varken özel olarak bana gelen müşterilerime minnettarım.
Her şey iyiyken, bir kaç ay önce arkadaşım Neil'ı işe aldım. O çok sıkı çalışıyor ve tam da tahmin ettiğim gibi, işlere epey yardımcı oluyordu.

Pekala, geçen ay bir gün hamile olan karım Rebecca ile bir hamilelik eğitim dersine gitmem gerekiyordu ve bu yüzden mağazayı sabah ve öğlen Neil'a emanet ettim. Sanırım o gün her şeyin başladığı gündü, çünkü döndüğümde, o sersemlemiş görünüyordu ve siyah bir yağ ile kaplanmıştı. Yüzüne bile bulaşmıştı yağ, sanki içmeye falan çalışmış gibi. Eve gitmesini ve kendisini temizlemesini, şu an zaten müşterinin olmadığını ve biri gelirse de benim ilgilenebileceğimi söyledim.

45 dakika sonra geri geldi ama hala normalden çok daha sessizdi. Her zamanki gibi sıkı çalıştı, ama bir şeyler tuhaf görünüyordu. Ona ben yokken bir şey olup olmadığını sordum ve başını iki yana salladı. Kaç müşterinin geldiğini sorduğumda ise anlaşılmaz bir şey mırıldandı. Dediğini anlamadığımdan, tekrar etmesini rica ettim. Bana döndü ve baktı ve yemin edebilirim ki, gözleri bir an için tamamen siyahtı, iris ve sklerası yoktu, sadece siyahlık vardı. Adımlarımı geriye doğru attım ve bir rafa çarptım, her şey yere serildi. Ona geri döndüğümdeyse hala bana bakıyordu ama az önceki gibi bir nefret ifadesi yoktu, sadece biraz... İlgisiz görünüyordu.

"Sadece birkaç tane," sorumu cevapladı.
"Bir kadın, sonra dövmeli, motorcu bir çocuk." İçlerinden birinin yağ değişimi istediğini ve onun yağı o sırada her yerine bulaştırdığını tahmin ettim, bu yüzden herhangi bir sorun yaşayıp yaşamadığını sordum. Basitçe omuz silkti.
O gittiğinde garajı inceledim, hiçbir yerde yağ izi yoktu. Yani her ne olduysa, sadece kendine olmuştu ve mucizevi bir şekilde hiçbir yere bulaşmamıştı. Ama o bu konuda konuşmak için isteksiz görünüyordu, ben de baskı yapmadım ve gün boyunca çalıştık. Hala biraz tuhaf ve sessiz olması dışında o gün ve diğer gün normaldi. Ben dükkana bakarken ona öğlen yemeği için ikimize bir şeyler almak ister mi diye sordum. "Elbette," dedi.

Geri döndüğünde ben bir müşteriyle ilgileniyordum, bu yüzden bana aldıklarını tezgaha bıraktı ve kendininkileri yemek için gitti. Müşteriyle işim bittiğinde arabasını bir geceliğine burada tutmaya karar vermiştik. Böylece neden bozulduğunu anlayabilecektik. Neil’dan kadını eve bırakmasını istedikten sonra yemeğimi elime aldım. Bana biraz çin yemeği ve buzlu çay almıştı. Tuhaf şeyi gördüğümde yemeğime soya sosunu dökmek üzereydim. Soya sosu... Bir şekilde yaşayan bir şey gibiydi. Kızarmış pirinçin içine dökülmesiyle birlikte, düzinelerce kıvrılan siyah kurtçuğa dönüştü. O sırada oldukça açtım, fakat çok iğrenmiştim. Yemeği ve buzlu çayı çöpe doğru fırlattım ve yemek yemek için eve dönüp kendi ellerimle bir şey hazırlayana kadar beklemeye karar verdim. Hiç bu kadar iğrenç bir şey görmemiştim ve Neil’a yemeğinde benzer bir şey görüp görmediğini sormaya da çekiniyordum. Son zamanlarda soğuk ve mesafeli davrandığı için, bunu söylediğimde bana bir Looney Tunes’muşum* gibi bakacağından emindim, yani sadece sustum.
O Cuma günü, her zaman bir şeyler içmek ve yerel müzik gruplarını dinlemek için gittiğimiz, eski bir bara gittik, ve Neil yine tüm hafta boyunca olduğu gibi sessiz ve mesafeliydi. Kötü görünüşlü  bir adam değildi, ama kimseyle konuşmak için istekli de görünmüyordu. Bir kadın onun oturduğu yere gelip onunla konuşmaya başladı, gecenin sonunda mekandan birlikte çıktılar. Pazartesi sabahı ona hafta sonunun nasıl geçtiğini sorarak buzları eritmeye çalıştım, kafasını sallayıp “İyi,” diye homurdandı. Ona onun yanında gördüğüm o genç kadın konusunda şanslı olduğunu söyledim. Çok hafifçe sırıttı, ki bu muhtemelen bütün hafta boyunca onun yüzünde görebileceğim tek sırıtmaydı.
“İyi gitti,” dedi. Ona detayları anlatması için baskı yapmadım. İsteseydi anlatacağını biliyordum; ve o küçük sırıtış benim endişelerimi yok etmeye ve yakında onun tamamen eski gibi olacağını düşünmem için bir umut vermeye yeterli olmuştu.
O gün saat 3’e kadar aşırı yoğunduk, sonrasında ise sonunda ofiste oturup sıradaki müşteriyi beklerlerken radyo dinlemek için boş bir anım oldu. İşte oradaydım, arkama yaslanmış ve bacaklarımı masama uzatmıştım. Döndüm ve kafamın tam arkasındaki, kesilmiş kupürler yapıştırılmış olan ilan panoma baktım. En az yüz kere okuduğum birkaç pazar çizgi romanı şeridi vardı... Ama o gün, bir şey farklıydı. İlk pano normaldi, ama sonrakinde çerçevenin köşelerinden çıkan siyah kurtçuklar, çizgi roman karakterlerinin arasında sürünüyordu. Kulaklarından ve gözlerinden, hatta bazılarının burnundan kan akıyordu ve her bir karakterin konuşma balonunda, “O GELİR!” yazıyordu. Bir süre şaşkınlık içinde baktım, sonra fark ettim ki kurtçuklar hiç olmadıkları kadar yavaş hareket ediyorlardı ve sonra karakterlerin kafaları yavaşça bana doğru döndü. Kendimi ilan panosundan uzaklaştırıp iskemleden kaydım ve yere düştüm. Garajdan çıktım ve Neil’a bağırdım, bunları gören tek kişi ben olamazdım! Ve sürpriz olarak, o gitmişti...
Tereddütle tekrar içeri geri gittim ve etrafa göz attım. Çizgi romanlar hala duruyorlardı fakat karakterler artık hareket ediyor gibi görünmüyorlardı. Çizgi roman yapraklarından birini panodan çekip incelemeye başladım. Fakat kurtçuklar hala oradaydı ve daha önceki hızlarının üç katıyla parmaklarıma doğru ilerlemeye başlamışlardı. Elimi silkeleyerek onlardan kurtuldum. Bu şeylerin elime dokunmasına izin vermem hiç de iyi olmazdı.

Tabiki tüm panoyu söküp aşağı indirdim ve küçük bir çöplüğün arka tarafında yaktım, bir daha da asla bundan bahsetmedim.
O gece eve gittim. Karım yataktaydı ve çoktan uykuya dalmıştı. Aklım çok karışıktı ve yemek yemek için bile efor sarf edemedim. Endişelerimi paylaşabileceğim kimse yoktu. Yattım ve rahatsız bir uykuya daldım, ve uyumaktan vazgeçene kadar her saat başı başka bir kâbus görüp durdum.

O Cuma yine bara gittim, karım hamile olduğu için içemiyor olsa da, Neil artık takılınacak eğlenceli biri değildi, ve diğer arkadaşlarıma da ulaşamıyordum. Sadece biraz çakır keyif olup daha iyi hissetmeye ihtiyacım vardı. Birkaç bira devirdikten sonra, beklediğimden daha sarhoş olduğumu fark edip kendimi dinlenme odasına attım ve yüzüme biraz su vurmak için lavaboya uzandım. İşte tam o
sırada, musluğun içinden kulak tırmalayan bir ses yükseldi. Kumaş bir çarşaf, yerde sürükleniyormuş gibi. Sanki şimdiye kadar duyduğum en uzun soluk veriş gibiydi, taa ki ben, o ünlü harflerin arasındaki gizlenmiş kelimeleri fark edene kadar. “O geliiiiiiir!”


Porselende çatlaklar belirdi, su akan yerin çevresinden yavaşça ilerledi. En azından, başında çatlak gibi görünüyorlardı... Fakat birkaç saniye sonra fark ettim ki, onlar o hafta daha önce gördüğüm, çizgi romanlarımın üstünde dolaşan kurtçukların aynılarıydı... Boylu boyunca, yavaşça ilerliyorlardı.
Adımlarımı lavabo kapısından geriye doğru atmaya başladım, o esnada birinin göğsüne çarptım. Arkamı döndüm ve yaklaşık 2 metre uzunluğunda, elleri ve kafası hariç teninin her yeri dövmelerle
kaplanmış, tamamen simsiyah gözleriyle bana bakan bir bisiklet sürücüsüyle göz göze geldim. Delici bakışları ben hızla bara geri dönerken de beni takip etti. Bir rüyanın içinde gibi hissediyordum, hayatın için koştuğun her an, aslında bir bataklığın içinde koşuyormuşsun gibi hissettiren bir rüya.

Odaya girdiğim an fark ettim ki, o bisiklet sürücüsü bana bakan tek kişi değildi. Her çift göz bana
odaklanmıştı ve bu gözlerin yarısından fazlası, kusursuzca siyahtı. İris ya da skleraları yoktu.
Birkaç dudak kıpırdadı, ve pikaptan gelen müzikten dolayı seslerini tam olarak duyamasam da, ne dediklerini kolayca tahmin edebildim. “O gelir!” Diyorlardı.

O gece hiç uyumadım.
Son bir kaç haftadır hiç uyumuyordum ve aslında son zamanlarda benimle konuşan herkes bunu tahmin edebilirdi. O iki siyah gözün bana baktığını görüp duruyordum. Kiminle konuşsam o kişinin bana dönüp ruhumun içine inecek kadar derin bir şekilde, dik dik bakarak o kelimeleri fısıldayacağından korkuyordum. Ne zaman bir lavabonun yanına gelsem ya da yemek yemek için ağzımı açsam, o siyah iğrenç kurtçukların üzerimde kıvrılıp durduğunu görmekten korkuyordum. Karım bile son zamanlarda soğuk ve mesafeli görünüyordu.


Sonra bu akşam işten eve arabayla dönerken, ve kaza yapmamak için gözlerimi açık tutmaya çalışırken, cep telefonum çaldı ve arayan karım Rebecca’ydı. Bebeğimizi doğurmak üzere, hastaneye doğru yoldaydı ve iki haftadır ilk kez ben kesinlikle mutluydum!

Oraya geldiğimde kasılmalarını izleme amaçlı bir monitöre bağlanmıştı. İçeri girdiğimi zorlukla fark
etti, ama yanına oturup ellerini ellerimin arasına aldığımda ürkmedi. Onunla konuşmaya çalıştım ama tepkisizdi. O kadar yorgundum ki, hemşire yarım saat sonra gelip karımı doğum odasına götürene kadar uykuya daldığımı fark etmedim bile. Geldiğinde önlüğümü giydim ve saç bonemi takıp onunla birlikte içeri girdim. Karımın elini tutup ona yapması gerekenleri söylemeye başladım, bize önceden eğitimini verdikleri gibi.

Bu ana hazırlanmıştım, elimi böylesine güçlü sıkmasına da, ama karnındaki hareketlenmeyi gördüğümde beynim sarsılmaya başladı. Doktor, bebeğin başının çıktığını ve Rebecca’ya tekrar ıkınmasını söyledi. Doktorun söylediklerini tekrarladım ve o bana doğru tarif bile edemeyeceğim bir sesle çığlık attı. Aşağı, ona baktım.
Bana o bisiklet sürücüsünün gözlerinin aynıları ile bakıyordu. Neil’da haftalar öncesinde gördüğümü sandığım gözlerin aynıları.
Elimi çekmeye çalıştım ama sıkıca kavramaya devam etti.
Katran siyahı kan doktorun önlüğüne sıçradı ama doktor pek oralı olmadı. Tekrar Rebecca’nın karnına baktığımda, siyah damarlar tüm karnını sarmıştı. Bana bakmaya devam etti, ve artık çığlık
atmıyordu, sadece sırıtıyordu... O obsidiyen gözler içime sıkıntı veriyordu.

“Kaosun yöneticisini çağırmak için,” rahatsız edici bir sesle fısıldadı.
“Duvarın arkasında bekleyeni,” diye devam etti doktor sözlere. Çocuğa, benim çocuğuma bakarak. Sessizce yatıyordu ve doktor kanlı elleriyle onu bir beşik gibi sallıyordu. Yukarı baktı ve bebeği havaya kaldırdı, ve bebek zifiri siyah bir sıvıyla kaplanmaya başladı, bir kaç hafta önce Neil’ı kaplayan sıvı gibi. Ağlamıyordu, ama yaşıyordu, ve yukarı kaldırıldığında hareket etti. Gözleri açıldığında simsiyahtı, tıpkı karımın gözleri gibi. Tıpkı doktorun gözleri gibi. Hep birlikte, uyum içinde onun adını söylediler.
Zalgo!”

Elimi karımın kelepçe gibi kavrayan elinden kurtardım ve hızla dışarı, hemşirelerin geçtiği koridora çıktım. Korkuyla tekrar odadan içeri baktığımda, benim ayakta durduğum yerin tam karşısında, doktor ve yeni doğmuş bebeğime doğru sürünen küçük siyah kurtçukları gördüm. Arkama dönüp koridor boyunca, asansöre kadar koştum ve parmaklarımla hızla  asansör düğmelerine bastım. Arkama baktığımda kurtçuklar koridora gelmişlerdi ve kimse bunun farkında görünmüyordu, taa ki ayaklarından bacaklarına doğru sürünmeye başlayana kadar. Bu noktada hepsi aniden durdu ve bana dönüp o aynı, obsidiyen gözlerle baktı.

Asansörden umudumu kesip panikle merdivenlere yöneldim. Aşağıdaki lobiye kadar 15 katı koşarak indim, park alanına kadar neredeyse uçtum ve arabama atlayıp kullanmaya başladım. Hangi cehenneme gittiğimi bilmiyordum, sadece bu lânet olası yerden uzaklaşmam gerekiyordu. Deliriyor muydum bilmiyordum, aslında biraz öyle görünüyordu, ama sadece, artık tanıdığım kimsenin etrafında olamazdım. Hepsinin gözleri aynıydı ve hepsi aynı ölü bakışlarla bana bakıyorlardı, kendi çocuğum bile... Oh tanrım, benim bebeğim bile.

Yanımdan geçen arabalarda hala aynı gözleri görüyordum, ve tuhaf bir tesadüf eseri, geçen cuma gecesi barda gördüğüm bisiklet sürücüsü, beni hastaneden bir saat uzaklıkta yaklaşık iki mil kadar takip etti. Dönüp bana baktı, sırıtarak. Güneş gözlükleri yüzünden bu kez gözlerini göremesem de aynı adam olduğunu biliyordum. Dövmeleri kendi özgür iradeleriyle hareket ediyor gibiydi, sağ kol kasının üzerindeki yanan kafatası, göz çukurlarından kanamaya başladı.

Frenlere basabildiğim kadar bastım, sola döndüğümde bir U dönüşü yapıp beni uçarcasına bir hızla geçmesine izin verdim. Sanırım onu kaybettim, bu yaklaşık bir saat önceydi.
Şimdi kasabaya 3 saat uzaklıkta, ilk kez wifi bulduğum bir moteldeyim. Ve yorgunum, ve titriyorum, ve ellerimde karımın tırnaklarıyla yaptığı çizikler kaşınıyor. Gerçekten ne yapacağımı ya da kime gitmem gerektiğini bilmiyorum. Bu hikaye çılgınca gelecek ve muhtemelen bir bakım evine yatırılacağım, ki bunun benim için en iyi şey olup olmayacağından emin değilim, ama artık o gözlerin içine bakmaya katlanamıyorum. Ne zaman yeni birini görsem ve bana baksa paniklemeye başlıyorum, çünkü biliyorum ki... Sadece biliyorum ki o, dışarıda beni arıyor, her neyse.

Ve yatıp uykuya dalmaya başladığımda bile, o sözcükleri duyuyorum...

O gelir.


Ç.N:
çoook önceden çevirmemi istemiştiniz sanırım.
bu yaz sizi güzel çeviriler bekliyor. çevirmemi istediğiniz pastaları fulyamanioglu2000@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. korkunç kalın :3

19 Mayıs 2019 Pazar

O Annem Değildi

Eve yeni gelmiştim. Yorgundum. Odama gidip üstümü değiştirdim. Tam bilgisayarımın başına geçiyordum ki mutfaktan annem seslendi. Söylenerek ayağa kalktım ve huysuzca yürümeye başladım. Koridorun ortasındayken oradaki dolaptan beni iki el çekti. Dolaptaki de annemdi. Ve bana "Sana seslendiğini ben de duydum, sakın oraya gitme." dedi.


Ç.N:  Selam arkadaşlar. Umarım her şey yolundadır. Şimdilik böyle kısa bir şey atıyorum. Uzun bir pasta çevirmeyi planlıyorum o yüzden şimdilik bunu okuyun xd Yorum yapmayı da unutmayın. Çeviri önerilerinizi marchriroru@gmail.com adresine yollayabilirsiniz. Saygılar,

-Luminaletten

16 Mayıs 2019 Perşembe

Duolingo

''Peynir dilimleyicim olmadan yaşamak istemiyorum."
"Kediler ayakkabı giyiyor."
"Sebzeler vejetaryenleri sevmez."

Bazen, Duolingo, yabancı dil uygulamam bana garip cümleler veriyor. Bu beni her zaman güldürdü. Ama, son zamanlarda, uygulamada ilginç bir hata vardı.

Bir süredir Almancamı yeniliyordum. Annem emekli bir Almanca öğretmeni ve büyürken bana hep Almanca konuşurdu . Ama şimdi 29 yaşındayım ve evlendikten sonra annemle neredeyse hiç konuşmamamız sonucunda epey bir unutmuşum.

Bildiklerimi unutmak istemiyordum ve Almanca iş hayatında da kullanışlı. Düzey belirleme sınavına katılmaya ve temelden tekrar başlamaya karar verdim. Anlama konusunda harikayım.
Ama yazım konusunda kötüyüm ve dil bilgisinde veya eşyaların "cinsiyetleri" konusunda en ufak bir hakimiyetim yok. Görünüşe göre Almancada her eşyanın erkeksi, kadınsı ya da nötr bir cinsiyeti var. Cidden çok kafa yorucu.

Her neyse, bahsettiğim hata öğrenilen dili konuşmak gereken sorularda oluyordu. Uygulama düzgün çalışıyor. Mikrofonum da öyle. Cevapları doğru veriyorum.

Ama bu uygulamanın bana söylettiği şeylerin standart Almanca olduğunu sanmıyorum. Yeteneğim olması gerektiği gibi yüksek olmayabilir ama en azından Almancanın kulağa nasıl geldiğini biliyorum. Bu, kulağa benzer fakat aynı zamanda da farklı geliyor. Eski... Sert. Birkaç kez "Valhalla" kelimesine denk geldim. Ayrıca sesli harflerin okunuşu da farklı.

Telaffuzum gittikçe iyiye gidiyor. Ama kafam hala karışık.
Uygulama bakım bölümüne bir not yazdım. "Sanırım Almanca kursuyla ilgili bir problem var. Bazı konuşma pratiği derslerindeki cümleler Almanca değil. Muhtemelen Kuzey kökenli bir dil." dedim ve onlara örnek olarak bir ekran görüntüsü yolladım.

Cevap hızlıydı.

"Bunu oraya biz koymadık. Uygulamanın güncel olduğuna ve hacklenmiş bir versiyon kullanmadığınıza veya bir şaka olmadığına emin misiniz?"

Sanırım onlara bu sorundan bahsetmeden önce 1 Nisan gününü beklemeliydim. Ama üst üste 268 gün pratik serimi bozmak istemediğimden ve uygulamanın geri kalanı sorunsuz çalıştığından kullanmaya devam ettim.

Ama aynı zamanda bu hataların görüntülerini sık sık seyahat eden erkek kardeşime ve diğer dillerin profesörlerine de ulaşacağını umarak, üniversitedeki Almanca profesörüne yolladım.

Ben cevap beklerken garip şeyler oldu. Yani tamam, küresel ısınmanın değişik zamanda değişik  hava olaylarına sebep olduğunu biliyorum. Ama ne zaman dışarıda pratik yapsam ve o garip cümlelerden birini söylesem ya bir yıldırım düşüyor ya da şimşek çakıyor. Bir süre sonra ise fırtına çıkıyor. Yürürken veya spor yaparken çalıştığımda arkamda bir adım sesi duyuyorum. Bir başkasının nefes sesi. Elbette, sinir bozucuydu.

Bu nedenle uygulamayı kullanmayı bırakmayı denedim. Ama 280 gün serimin bozulmasının da yasını tutuyordum aynı zamanda.

Olmadı. Ertesi gün uyandığımda kendimi bir pratiğin ortasında buldum. Kullanmayı bırakamıyorum.

Ve bugün, garip bir şey gördüm. Yine çalışıyordum ve yine o garip cümlelerden biri geldi. Verandamda oturuyordum. Sokağın karşısındaki parktaki bir alana bakıyordum. Bir anda kör edici bir şimşek çaktı ve kocaman, yarı oluşmuş gri bir figürün gökten indiğini gördüm. Fakat cümleyi doğru telaffuz edememeye başladıktan sonra yok oldu.

Sadece birkaç dakika önce, hem kardeşimden hem de profesörden cevap aldım. Kardeşim, bu hatanın sadece Izlandacayla Almancanın karışmış olmasından kaynaklı olduğunu düşünüyor. Ona daha fazla gönderdim bu garip cümlelerden ama fikri değişmedi. Yine de 21. Yüzyılda bir dil uygulamasinda kelimelerin modern olmamasına şaşırıyor.

Profesör ise, bu hatayı tarih profesörü olan meslektaşına ulaşana kadar yaymış. Ondan bir mail aldım.

Eski Norsça* dilindeymiş. Yani yaşadığım garip olaylar ve uygulamayı kullanmayı birakamamama durumuma bakarsak, doğru telaffuz edebilmeye başladığımda olabilecek şeyler beni korkutuyor.





Eski Norsça: Vikingler döneminde, yaklaşık 1300'lere kadar, İskandinav yerlileri tarafından konuşulan dil.


Ç.N: Selam. Ben Luminaletten. Daha yeni çevirmen olduğum için ne çevireceğimi bilemedim, bu nedenle hafif bir pasta seçtim. Korkunç değil ama ürkütücü tarzda tatlı bir pasta olduğunu düşünüyorum. Sonraki çeviri için önerilerinizi marchriroru@gmail.com adresine yazabilirsiniz. Yorum yapmayı da unutmayın. Okuduğunuz için teşekkürler :3