Büyükbabamla creepypasta hakında konuşuyorduk. Bu terimi daha önce hiç duymamıştı ve duyduğunda kıs kıs güldü. Ona ne olduğunu açıkladığımda bana ‘’biz onlara şehir efsanesi derdik’’ dedi
Benden bi kaç örnek istedi ben de ona en öne çıkanlardan birkaç örnek verdim- slenderman, ben drowned, vb. sonrasında henüz okuduğum bi creepypastadan bahsettim. Hikayenin adı ‘’the milk boy’’idi. 1800 lerde geçen ve uzun zamandır ölü olan adamlar tarafından ormana çekilen bir çocukla ilgiliydi. Ardından çocuk, içinde ölü adamların ruhunun olduğu bilyeler buluyor ve kaybediyor. Onları bulmaya kafayı takıyor. Sonucunda kasabasında yaşayan herkesi öldürüyor. Bilyeleri bulmayı başaramıyor ve bulana kadar herkesi öldüreceğine yemin ediyor.
Büyükbabama anlattıklarımı bitirdikten sonra verdiği tepki beni şaşırttı. Yüzü sertleşti ve sessizleşti. Ona iyi olup olmadığını sordum. Sadece başını salladı. Zayıflamış ve dengesini kaybetmiş görünüyordu. Bu hallerinin vertigodan dolayı olduğunu düşündüm. Ondan sonra büyükannem onu alıp dinlenmesi için eve götürdü.
Bir hafta sonra ailem büyükannem ve büyükbabamın evine biraz yiyecek bıraktık. O olaydan sonra konuşmadığımız için biraz gergin hissediyordum. İçeri girdik. onu koltuğunda siyah beyaz eski bir kovboy filmi izlerken buldum. Şimdi iyi görünüyordu. Yanına gittiğimde bana gülümsedi ve sarıldı. Annem ve büyükannem mutfakta poşetleri boşaltıyor ve aldıklarımızı yerleştiriyordu. Oturma odasında yalnızca büyükbabam ben ve babam kalmıştı. Kovboy filmi televizyonda devam ediyordu ve kimse hiçbir şey söylemiyordu. Ben telefonumla oynamaya başladım, babam sadece oturuyordu, büyükbabam ise filmini izlemeye devam ediyordu. Büyükbabam en sonunda konuştu. Arabasının kontrol ışığının nasıl yandığından bahsetti. Konuşma başlatmak için söylediği şeyin biraz tuhaf olduğunu düşündüm ama babamın arablar üzerine çalıştığını biliyordu. Babam bu sessizlikten kaçmak için konuya adeta atladı ve eski arabayı kontrol etmek için garaja gitti.
Babam gittikten sonra Büyükbabam hemen televizyonun sesini kapattı. Kanepede oturan bana baktı. Sertçe yutkundu ve dedi ki ’’onlar şeytandı’’
Anında tedirgin oldum. Neden bahsettiğini bilmiyordum ve her şey biraz … tuhaf görünüyordu. Ona sordum ama o aynı iki kelimeyi tekrar etti
‘’onlar şeytandı’’
‘’kim?’’
‘’ormandaki uzun ölü adam…şu bana anlattığın hikayedeki’’
O zaman, bir hafta önce baş dönmesi nöbeti geçirmeden hemen önce ona anlattığım hikaye olan “the milk boy”dan bahsettiğini biliyordum. Dedeme de babası tarafından benzer bir hikaye anlatıldığı ortaya çıktı. Bana hikayeyi anlatmaya başladığında, nedense içimden telefonumdaki sesli not özelliğine kaydetmek geldi. İşte kayıttan aktarabildiklerim:
Ben küçükken, New England'da yaşıyorduk. Çok güzel bir yerdi, bu yüzden gördüklerim ve duyduklarım çok yersiz görünüyordu. Onuncu doğum günümden bir iki gün önce bir yaz gecesiydi. uyuyamadım. Güneş henüz batmamıştı ve hala enerjim vardı. Bu yüzden pencereme gittim ve açtım. Neredeyse kırk beş dakika orada oturdum ve güneşin dağların ardından batışını izledim. Hava tamamen karardığında hala yorgun değildim. O yüzden öylece oturmaya devam ettim. Ormandan kaçan ve garajın yanındaki çöp kutularını koklayan rakunları gördüm. Ağaçların üzerinde uçan yarasalar gördüm. Bunların hepsi yaşadığımız yerde görülecek normal manzaralardı. Sonra tam yorulmaya başladığımda, evimizin arkasındaki ormandan biraz daha hışırtı geldiğini duydum. İlk başta sadece başka bir rakun olduğunu düşündüm. O gece ay her zamankinden daha parlak görünüyordu, bu yüzden penceremdeki her şey ayın parıltısıyla aydınlandı. Ağaçların içinde hareket eden karanlık bir şey gördüm ve sonra durdu. Tekrar hareket etti ve sonra durdu. Yorgunluğumu üzerimden atıp ormanda hareket eden her şeye odaklanmaya çalıştım. Daha sonra ağaçların içinden uzun bir gölge uzadı. Uzadı ve sonra aynı hızla ortadan kayboldu. Gölge bunu tekrar yaptı ve sonra ikinci bir gölge ona katıldı. Gölgeler avlu boyunca uzanırken çöp kutularına ulaştılar. Gölgeler onlara temas edince çöp kutuları hareket etti ve metal kapaklardan biri yere düştü. İşte o zaman onların gölge olmadığını anladım. Yüksek sesle nefesimi tuttum ve karanlık uzantılar korkmuş gibi hızla ormana geri çekildi. Onlar gözden kaybolur kaybolmaz, karanlıktan korkunç, kuru bir uluma çıktı. Gerildim ve geriye düştüm. Hemen yatağıma koştum ve yorganı kafama attım. Hâlâ ulumayı duyabiliyordum ama sesi solmuştu - sanki her ne ise şimdi ters yöne geri çekiliyordu. Ondan sonra başım döndü, hiç böyle tuhaf bir an yaşamamıştım. Bayıldım ve sabaha kadar uyanmadım. Uyandığımda ilk işim pencereme gitmek oldu. Hâlâ açıktı ve şimdi bir gecede içini bir küf kokusu kaplamıştı. Dışarısı sisliydi, bu yüzden garip koku için sisi suçladım. Çöp kutuları hâlâ oradaydı ve kapaklardan biri hâlâ yerdeydi. Kahvaltıda babama gördüklerimi anlattım. İlk başta pek bir şey söylemedi, o sırada uyanık ve yataktan çıkmış olmam dışında. Ama günün ilerleyen saatlerinde, sis dağıldıktan sonra, onunla dışarıda, odunların evin yan tarafına taşınmasına yardım ediyordum. Metal kapağı aldı ve çöp kutusuna geri koydu. Küçük evimizi çevreleyen uçsuz bucaksız vahşi denize baktı ve bana yaklaşmamı söyledi. Dediğimde, ormanı işaret etti.
"Gördüğün yer orası mı?" babam sordu.
"Evet’’ dedim.
Sonra bana beni korkutan tuhaf bir hikaye anlattı. Yaklaşık yüz yıl önce evimizde dört kişilik bir aile yaşamış. Ortalıkta dolaşan bir hastalık , babayı hasta etmiş . birkaç gün sonra baba ölmüş. Bir kız ve erkek çocukları bakması için yalnızca anneye kalmıştı. Anne her gün işe giderdi bazen sekiz ya da dokuz saate kadar eve gelmezmiş. küçük kız kardeşini çocuğa emanet edermiş. On yaşında, iki çocuğun en büyüğüymüş. Kız kardeşine yemek hazırlar, onunla oynar, ona bir şeyler öğretmesine yardım edermiş. Bir öğleden sonra çocuk, kız kardeşine bir bardak süt doldurmuş. Süt bozulmuş, ama o bunu bilmiyormuş. Kız onu içmiş ve iğrençliğinden çığlık atmış Hemen hastalanmış, şiddetle kusmuş ve ateşi yükselmiş. Çocuk paniklemiş ve yardım getireceğini söylemiş. En yakın komşu aşağı yukarı bir mil uzaktaymış, ama çocuk, ormandan kestirmeden giderse çeyrek mil kadar yolu kısaltacağını biliyormuş. Kız kardeşini başında ıslak bir bezle yatağına yatırmış ve ormana doğru yola koyulmuş. Koşmuş, koşmuş, ama orman ona farklı görünüyormuş. Çarpık, hatta geriye doğru görünüyorlarmış. Çocuk kaybolduğunu anlayınca durmuş. O sırada bir ses duymuş. Neredeyse insana ait olamayacak, derin bir sesmiş. Etrafına bakmış ama kimseyi görememiş. Seslenmiş ve sonra sesi tekrar duymuş. Ses “ALTINCI OLACAK…”diyormuş. Çocuk tekrar dönmüş ve bu sefer gördüğü şey kanını dondurmuş. Önünde duran küçük bir ağaç grubu varmış, her birine insan kalıntıları bağlıymış. Çürümenin ezici kokusu duyularına baskın çıkarken çocuk ağzını kapatmış. Çocuk sesi tekrar duymuş. Bu ses kim olduğunu sormuş. "Doyle," diye yanıtlamış çocuk, sesin nereden geldiğinden hâlâ emin değilmiş. Ses yine farklı bir dilde konuşmuş. Doyle duyduğu kelimeleri anlamamış ama önündeki şeyleri görmeye başlamış. Ağaçlar çıplakmış ve bir yerlerden bir köylü kalabalığı beş çıplak adamı ormanın içinden sürüklüyormuş. Beş adamı bağlayıp ağzını tıkamışlar, ama adamlar kavga ediyor gibi görünmüyorlarmış. Sanki kaderlerini kabullenmişler, hatta bunu istiyorlar gibiymişler. Doyle, köylülerin beş adamı ağaçlara bağlayıp onları karanlık uygulamaları için ölüme mahkûm ederken her birine şeytan derken onları izlemiş. Köylülerden biri bir tür uzun bir bıçak tutuyordu ve ardından sistematik olarak beş adamın hepsini baştan aşağı keserek geçmiş. Cesetlerin hepsi orada asılı, kanlarını aşağıdaki toprağa akıtırken, köylülerin hepsinin ölü adamlardan geldiğini düşündükleri hayalet kahkahaları duyduklarını iddia ediyorlarmış.
Cesetler orada çürümeye bırakılmış ve bu güne kadar hala ormanda bir yerde olduğu söyleniyor. Doyle, o gece annesinin eve gelip onu gittiğini ve kız kardeşinin yatağında öldüğünü gördüğünde doyle un kayıp olduğu bildirildi. Doyle'a ne olduğuna dair resmi hikaye belirsiz, ancak beş şeytanın onu altıncı, bir tane daha korkunç ve itici hale getirdiği düşünülüyor. Doğal olmayan bir şekilde ormanda sürünen, acımasız bir uluyuşla beş şeytanın emrettiği aşağılık eylemleri gerçekleştiren biri. Ondan sonra ses kayıt cihazını kapattım. Dedem bana bu hikayeyi anlatırken, hikayeyle “The Milk Boy” arasındaki benzerlikleri görebildim. Her iki hikaye de New England bölgesinde gerçekleşti, benzer temaları ele aldı ve Doyle adında bir çocuğu içeriyordu. Büyükbabam, o yaz gecesi ormandan geldiğini gördüklerinin gölgeli uzantılarının Doyle'un daha korkunç bir tekrarı olduğuna ikna olmuş durumda. Gördüklerinin gerçek olduğunu söyledi ve babasının ona anlattığı hikayeyle birleştiğinde tanık olduklarına dair başka bir açıklama yoktu. Böyle bir şeyin gerçek olduğunu bile hayal edemiyorum ama şimdi aynı hikayenin birden fazla versiyonu var gibi görünüyor. Creepypasta hikayesine daha derinden baktığımda, bunun "The Whool" adlı daha büyük bir hikayenin parçası olduğunu fark ettim - doğaüstü bir varlıkla (the milk boy tarafından tasarlandı) küçük kasabalardaki insanları sakatlayan, kuru, boşa ağlayan
Şimdi, belki de bunun gibi daha fazla hikaye olduğuna ikna oldum. Belki başkaları New England'daki ormanın derinliklerinden korkunç bir çığlık duymuşlardır. Belki başkaları açıklanamayan kötü kokuları koklamıştır. Hikaye gerçek olsun ya da olmasın, dedem bana hiç yalan söylemedi. Ona inanıyorum.
Bu güne kadar hissettiği korku inkar edilemez derecede gerçektir.
tüh be yine bitti pastalar :(
YanıtlaSilMilk boy ing olarak var onu da çevirip koyarsanız çok iyi olur
YanıtlaSilOkii olmuş bil
SilSon okuma yapmadan ya da henüz kendi ana dilini bilmeden çeviri yapınca ne olduğunu anlamış olduk böylece. Cümleler çok sıkış tıkış ve fazlalık ama hadi bu çeviriyle ilgili değil de yazarla ilgili diyelim. Bir çevirmenin veya editörün yapabileceği en kötü hatalardan birkaçı var: Aynı cümlede zaman eklerini değiştirmek. Örneğin "Anne her gün işe giderDİ bazen sekiz ya da dokuz saat eve gelmezMİŞ." cümlesinde bir anda kesin geçmiş zamandan, dolaylı geçmiş zamana geçiyor. Başka bir örnek vermek gerekirse "...bir bıçak tutuyorDU... keserek geçMİŞ" cümlesi. Bu hem aşırı göze batan hem de okuma zevkini düşüren bir hata. Göze batan diğer hata ise çoğul yanlışlığıydı. Mesela "adamlar geliyorlar" cümlesi hatalıdır, "adamlar geliyor" demem gerekir. Çeviride doğrudan bu cümle geçmese bile karşılığı var. Noktalama işaretleri de çok eksik. Çeviride mi yoksa editörlükte mi hata olduğu anlaşılmayacak durumda. Hepimiz küçük küçük hatalar yapabiliriz, bunda bir sorun yok. Bu hatalar "herkes yapabilir canım" denilemeyecek kadar fazla olduğundan belirtmek istedim. Umarım eleştirimi ciddiye alırsınız, başarılar dilerim.
YanıtlaSilEh işte, klasik modern hristiyan hikâyesiydi. 3/10