13 Mayıs 2020 Çarşamba

I Met the Monster in My Closet

Herkes öcüyü duymuştur.

Geceleri çıkan, korku dolu çocukları avlayan karanlık bir yaratık. Bu her çocuğun ve yatılıya kalan komşularının birbirlerini korkutmaktan hoşlandıkları klasik hikâyelerden biridir. İnsanlar bu hikâyenin öcünün nasıl yalnızca dolunayda göründüğü, kendisini sizin en büyük korkunuza nasıl dönüştürdüğü ya da yatağınızın altında yaşayıp sizin en savunmasız olduğunuz anı bekleyip sizi nasıl kaptığı gibi birçok versiyonunu geliştirdiler.

Ama ben gerçeği biliyorum. Öcü diye bir şey yok… Hayır, sadece çok daha farklı olanı var. Efsanelerden çıkıp gelen, asla beklemediğiniz bir şey. Bunu nasıl bildiğimi soruyor olabilirsiniz.

Çünkü onu kendi gözlerimle gördüm.

Onu gördüğümde 11 yaşındaydım.

 Annem ve babamla birlikte, kenar mahallede, nispeten sessiz bir evde yaşıyordum. Tek çocuk olmak, istediğim her şeyi elde etme ayrıcalığı sağlıyordu. Birçok çeşit oyuncak ve video oyunları ile dolu geniş bir yatak odam vardı. Oldukça şımarık bir çocuk olduğumu itiraf edeyim. Haftalar geçtikçe odamdaki boşluk yavaşça azaldı ve ebeveynlerim bütün ıvır zıvırlarımı bir yere stoklamam gerektiğine karar verdiler.

Ben onu görmeden birkaç hafta önce kadar, ebeveynlerim eski ikinci el bir dolap buldular ve odama çok güzel uyacağına karar verdiler. 11 yaşında olduğumdan, dolap hakkında pek bir şey düşünmüyordum ve istedikleri gibi temizleyip odama yerleştirmelerine izin verdim.

Anormal bir şey yaşanmadan birkaç gün geçti. Zaman zaman arkadaşlarımla görüştüm, bunun dışında ise kendimi oyunlar oynayarak meşgul ettim. Günler haftalara dönüştü ve çok geçmeden dolabım ıvır zıvırlarımla doldu. Toz ve örümcek ağları tepesini kapladı, ısırık izleri kapıyı çevreledi ve bir köşesi arkadaşlarımın dikkatsizliği yüzünden ufalandı. İkinci el dolap eskiden de eski gözükse de, odamda geçirdiği birkaç hafta içerisinde çok daha hızlı yaşlandı.

Geriye dönüp baktığımda, o dolapta hissettiğim küçük bir şey hep vardı. O dolaba her yaklaştığımda kötü bir ürperti hissederdim; ancak çocuk olduğum için ya bunu hiç hissetmedim ya da bunun önemli bir şey olmadığını düşünerek başımdan savdım.

Onu gördüğüm gece en sevdiğim oyuncaklarımı birbiriyle savaştırarak oynuyordum. Oyun vaktim, annemin odaya girip uyku vaktimin geldiğini söylemesi ile yarıda kesildi. İsteksizce oyuncaklarımı dolaba koydum ve yatağa doğru yavaşça emekledim. Annem beni yatağa yatırdı, yanağıma birkaç öpücük kondurdu ve odadan çıkarken ışıkları kapattı.

Uyumam gerektiğini biliyordum; ancak uyuyamadım. Denedim, gerçekten denedim; ancak çok fazla bastırılmış enerjim vardı. Uyumak değil; oyuncaklarımla oynamak istiyordum.

Kendi kendime, 10 dakikadan bir şey olmaz diye düşündüm.

Döndüm ve kenardan gelen ışığın söndüğünü görene kadar birkaç dakika kapıyı izledim. Doğruldum ve anında gece lambamı açarak işe koyuldum, daha sonra eski dolaba doğru yöneldim.

O loş ışıkta, dolap bedenimin üzerinde yükseliyormuş gibi hissettirdi. O zamana kadar onun ne kadar uzun olduğunu asla fark etmemiştim. Bu kadar tuhaf bulduğum mobilya parçasına yaklaşırken titriyordum; çünkü bu zamana kadar hiç bu kadar soğuk hissetmemiştim. Bunu göz ardı ederek, ebeveynlerimi uyandırmamak için elimden geldiğince sessiz bir şekilde kapağını açıp içine baktım.

Oyuncaklar, kartlar ve masa oyunları dolabın zemini boyunca darmadağınık bir şekilde saçılmıştı. Gerçekten görmekten acizdim, görmeden el yordamıyla en gözde oyuncağımı bulmaya çalıştım; ama hiçbir işe yaramadı. Hoşnutsuzca dağınıklığın içerisine doğru düştüğümü hissedip vücudumu öne doğru eğdiğim zaman arkamdaki kapı, tıpkı benim gibi, boğuk bir ses çıkardı. Birkaç dakika ayağımı basacak sağlam bir yer aradım; ancak bulduğum tek şey bu dağınıklıkta hiçbir şekilde ayağa kalkamayacağım oldu. Dolabın duvarlarını bulmak amacıyla ileriye doğru süründüm, böylece kendime destek olabilecektim; ancak ne kadar sürünsem de onu bulamıyordum. Bunun yerine bir kez daha sendeledim ve vücudumun düştüğünü hissettim. Hafif bir panik göğsümde yükselirken kendimi aceleyle geriye doğru attım ve sonunda kendimi açık dolabın kapısından dışarı atıp yere yuvarlandığımı hissettim.

Yere oturdum, sakinleşebilmek için ağır ağır nefes alıp veriyordum.

Bu biraz zaman aldı; ama çevreme ufak bir göz attığımda hemen, artık odamda olmadığımı anladım. Bunu biliyordum; çünkü duvardaki soluk çizgileri gördüm ve benim geniş, ferah odamla karşılaştırıldığında burası ufacıktı. Sadece bu da değil, oturduğum yerde hissettiğim yumuşak dokuma kendi odamın soğuk ve sert zemininden oldukça farklıydı. Ayağa kalkıp büyük sert bir şeye çarpana kadar dikkatlice ilerledim. Tam olarak neye çarptığımdan emin değildim; ancak ona çarpmadan önce ufacık bir tıkırtı duydum.

Tıslamama ve gözlerimin karanlığa uyum sağlamasını sağlamak için gözlerimi kısmama sebep olan bir ışık açıldı. Gözlerimi açtım ve nihayet etrafımı görebiliyordum. Bir çeşit yatak odasındaydım; küçüktü, açık pembe bir renk ile boyanmış ve süslenmişti.

Arkamdan gelen yüksek perdeli bir ses düşüncelerimi yarıda kesti. Bir anlığına dondum kaldım. Burada başka bir şey daha vardı. Yalnız değildim.

Yutkundum ve arkamı döndüm. Arkamda, sadece biraz uzakta, yalnızca kâbuslarınızda görebileceğiniz bir varlık dikiliyordu.

Cildi solgundu ve geniş boncuk gözlerinin altında kırmızı lekeler vardı. Kafası anormal derecede yuvarlaktı ve uzun saç telleri yüzünü örtüyordu. Oval şekilli iki çıkıntı, saç tellerinin kısmen gizlediği; ancak yine de çok görünür olan yüzünün her iki tarafından göze çarpıyordu. Muhtemelen yüzündeki en rahatsız edici şey, yüzünün tam ortasındaki, içinden berrak sıvı akan siğildi.

Öte yandan, oldukça kısa boyluydu. Vücudu tuhaf bir şekilde simetrik ve orantılıydı; kemikleri, yaratığın bedenindeki aşırı et nedeniyle, cildin altından zar zor görünüyordu. İnce uzuvları kıvrılmıştı; uçlarından kısa, yuvarlak pençelerini çıkardı.

Hala benim gibi dikilen canavara gözlerimi kilitlediğimde, bir korku dalgası bütün benliğimi tüketti. Vücudumu bir santim bile hareket ettiremedim, motor becerilerim tüm fonksiyonlarını yitirmiş gibi dondum kaldım.

Daha sonra, hiçbir uyarı olmadan, bana doğru titreyerek ve seğirerek ilerlemeye başladı. Uzuvlarını belli belirsiz hareket ettirdi, bir uzvu bir başkasının önüne doğru uzanıyordu.

Hızlıca ve aniden durdu. Yaratığın ince gövdesinin nefes alıp verdiğini görebiliyordum; aslında nefes dediğim şey bir dizi hırıltıdan başka bir şey değildi. Kalbim tekledi ve sarsıldım, nefesim bu kadar panik yüzünden kesildi. Onun karanlık gözlerine bakınca bu sefer daha derin yutkundum.

Bu şey, her an, herhangi bir ani hareketle, üzerime atlayabilirdi. Gözlerimi odanın etrafında hızlıca gezdirdim; ama çok az boş alan vardı ve kaçacak hiçbir yer yoktu. Tek çıkış yolu canavar tarafından kapatılmıştı.

Sonra tuhaf bir şey oldu.

Canavar geriye doğru çekildi ve bir gürültü çıkartmaya başladı. Boğuk, çatallaşmış tuhaf sesler o şeyin ağzından çıkıyordu; yüz ifadeleri mırıltılara dönüşüyor, gözlerinden berrak sıvılar akıyordu.

Bir şey mi söylemeye çalışıyordu? Beni tehdit mi etmeye çalışıyordu? Öyle olmalıydı, başka bir şey olamazdı; ama onun sesi… Sesi, benim korktuğum zamanlarda çıkarttığım gibi ufacık seslerdi. Benimle konuşma çalışmıyordu herhalde?

Yaratığa baktım. Belki de onunla iletişim kurmayı deneyebileceğimi düşündüm. Onu durdurup koşmam ve yeniden güvende olmam için bana zaman kazandırabilirdi.

Böylelikle, basit, tedbirli bir sözcüğün dudaklarımdan çıkmasına ve onun çıkardığı anlaşılmaz sesleri bölmesine izin verdim.

"M-Merhaba...?"

Sessizlik oldu.

Yaratık sözlerimle dikleşti, iri gözleri inanılmaz bir şekilde daha da genişledi ve pembe ağzı sanırsam bir şok ifadesiyle açıldı. Bir an için beni anladığını düşündüm, ta ki bir yakarış koparana kadar.

Yaratık başını arkaya attı ve korkunç bir sesle çığlık attı, tamamen hayvani bir şekilde. Donmuş durumdayken, kapının küçük çatlağından gelen bir ışığı görebiliyor ve odaya yaklaşarak gittkçe yükselen seslerini duyabiliyordum.

Sonra ne olduğunu anladım - kız kardeşlerini çağırıyordu.

Bunu fark etmemle birlikte göğsümde panik yükseldi. O sırada aklımda geçen tek düşünce buradan çıkamazsam ne olacağıydı, elbette ki ölecektim. Ailem nereye gittiğimi, bana ne olduğunu bilmeden, ölecektim.

Gürültü gittikçe yaklaşıyordu ve daha da yakınıma gelen diğer yaratıkarın seslerini de duymaya başlamıştım. Sesleri önümde duran yaratıktan daha derin ve daha az tizdi, ama yine de kemiklerimde titremeye neden olmuştu.

Kaçmalıydım. Ama nasıl?

Yaratığın arkasına baktım ve yeterince emin oldum, benim dolabımın tıpkısının aynısı pembe duvarların karşısında duruyordu.

Adrenalin tüm bedenimi sardı ve aniden bacaklarımın kontrolünü geri kazanarak bir hamle yaptım, beceriksizce yaratıktığa yaklaşmaktan kaçınarak onu geçtim ve tanıdık ahşap dolaba yöneldim.

Kulpu kavradım ve var gücümle dolabın kapağını açmaya çalıştım. Açınca kendimi içeri attım ve hiç beklemeden kapıyı sertçe kapat-acaktım ki, çıkacak olan sesin yaratıklara nerede olduğumu belli edeceğini fark ettim.

Kendime doğru kıvrıldım ve olabildiğince sabit durdum, mümkün olduğu kadar sessiz. Kapının ince aralığından canavarın sadece arkasını görebiliyordum, yüzü görünmüyordu. Kız kardeşlerinden gelen gürültü kesilmişti, ama artık onların sesini daha net duyabiliyordum, ve geldiklerini, benim göremediğim bir yerde durduklarını biliyordum.

Boğuk sesler ve pat sesleri bir süre için tek duyabildiğim şeydi, yeni bir figürün görüş alanıma girmesi ve yeni bir korku dalgasının beni sarsmasından önce. Bu şey kocamandı. Ağlayan yaratığın tam teşekküllü hali gibiydi, gelişmiş versiyonu.
Daha küçük yaratığa doğru eğildi, ağzından kısık, yatıştırıcı gibi sesler çıktı - ve işe yaramış gibi görünüyordu, çünkü küçük yaratık yavaş yavaş sakinleşti.

Dolap kapağının arkasındaki göremediğim bölgeden daha da derin bir ses yükseldi, küçük yaratık cevap verdi. Ağzından anlaşılmaz sesler çıktı, beni daha da korkutmaya çalışır gibi, uzuvlarını benim bulunduğum yönde uzattı.

Tam da saklandığım yere doğru.

Daha büyük bir yaratığın bana doğru adım attığını gördüm ve aceleyle geri çekildim. Sertçe yutkundum, görüşümdeki bulanıklığın yok olmasını diledim ama olmadı.
Gözlerimi kapatıp gidebildiğim kadar geri gittim, kendimi en kötüsüne hazırladım. Geriye doğru emekleyip durdum, ışığın içeri girip beni onlara göstermesini bekledim.

Ama... Girmedi.

Onun yerine, sırtımın birkaç küçük şeye çarptığını hissettim. Korkuyla kurtulmaya çalıştım ve onları geri ittim, takırdama sesleri geldi. Sonra bir şeye - sanırım dolabın kapağına- çarptığımı hissettim ve geriye doğru takla attım, dağınık oyuncakların üstünde acı verici bir şekilde düştüm ve sonunda karanlık dolaptan dışarı yuvarlandım.

Uzun bir süre için, orada cenin pozisyonunda, hareket etmeye isteksiz bir şekilde yattım. Kendime sıkıca sarıldım ve kollarımla titrememi durdurmamı sağlamaya çalıştım, ama pek de işe yaramadı.

Sonra sonunda, gözlerimden birini açmaya karar verdim.

Ben... Dönmüştüm. Odama. Odama dönmüştüm. İnanamıyordum.

Gittiğimden beri hiçbir şey değişmemişti, etrafımda dağılmış olan oyuncaklarım hariç. Dolabın kapakları kapalıydı. Ve sonra o an düşünebildiğim tek şeyi yaptım. Çığlık attım.

Ne zamandır çığlık attığımı bilmiyordum ama tek bildiğim sesimin çatlamaya başladığıydı ve daha fazla yaşadığım bu korkunun ve acının gözyaşlarını tutamayacaktım.

Ebeveynlerimin odama geliş seslerini ya da telaşla bana seslenmelerini duyamayacak kadar kendimden geçmiştim. Işıkların açıldığını da fark etmemiştim, başımı sadece annem yatıştırıcı ve yumuşak üç kolunu bana sarınca çıkarttım ve onun kemikli göğsüne yasladım.

"Tatlım, sorun ne? Hadi sorunun ne olduğunu annene söyle."

"D-Dolap." fısıldadım ve bir kolumla dolabı işaret ettim.

Annem de babam da sekiz tane kırmızı, parlak gözlerini birbirlerine çevirdiler, sonra dolaba, sonra da tekrar bana.

İlk konuşan annem oldu. "Tatlım, dolaba ne olmuş?"

"C-C-Canavar..." mırıldadım, başımı onun göğsündeki kemiklerinde daha derine ittim.

Annemin babama bir şeyler fısıldadığını duydum ama tam olarak ne dediklerini anlamadım. İnce, pençeli bir elin sırtımı sıvazladığını hissettim.

"Baban dolaba bir bakacak, tamam mı?" annem bana sakinleştirci bir sesle fısıldadı.

Hayır demek istedim. Babama çok geç olmadan durmasını söylemek istedim, ama yapamadım; sözcükler kelimenin tam anlamıyla boğazımda solup gitti.

Gözlerimden üçünü açmaya cesaret ettim ve onu izledim. Bir an bile tereddüt etmeden dolabı açtı ve bulduğu-

Hiçbir şeydi.

Bir yığın dağınık oyuncaktan ve arkadaki ahşap duvardan başka hiçbir şey yoktu.

Babam gülümsedi, keskin dişlerini güven verici bir şekilde gösterdi. "Gördün mü çocuğum? Endişelenecek bir şey yok."

"A-Ama- oradaydı! İki tane kolları ve bacakları vardı ve çok fazla saçları ve etleri!"

Annem beni susturdu ve hafifçe sarstı. "Shhh. Yorgunsun tatlım, orada hiçbir şey yok. gördün mü? Neden şimdi uyumaya devam etmiyoruz- ah işte, neden Mr. Fluffles'ı yanına almıyorsun?"

Mr. Fluffles, benim favori oyuncağım, yanımda yerde yatıyordu. Tek gözü ve tatlı dişsiz gülümsemesiyle tam bana doğru duruyordu. Babam eğilip Mr. Fluffles'ı kıllı kolları arasına aldı ve beni annemin kucağından çıkartıp kendininkine aldı. Yatağıma doğru yavaşça yürüdü ve oturdu, beni ve Mr. Fluffles'ı yatağa soktu ve alnıma bir öpücük kondurdu.

Bir yorgunluk dalgası bedenimi kapladı ve esnememe engel olamadım. Annemin babamla birlikte yatağımın kenarında dururken hafifçe kıkırdadığını duydum.

"Uyuyabileceksin değil mi canım?"

Hala vücudumda hissettiğim şoka rağmen, yavaşça başımı salladım. Çok yorulmuştum. Artık oynamak istemiyordum, sadece uyumak istiyordum. Uyumak ve bu olay hiç olmamış gibi davranmak.

Bilincim kapanmadan önce son duyduğum şey babamın fısıltısıydı.

"Unutma oğlum, öcü diye bir şey yoktur."

Ve bu benim emin olduğum bir şeydi.



Ç/N : uzun bir aradan sonra yeniden merhaba. çevirideki yardımları için Cornelia'ya teşekkürler. karantinada bol bol cp okuyun. *-*

7 yorum:

Yorum yaparken kaba veya küfürlü bir dil kullanmaktan çekinirseniz sevinirim ^^