5 Haziran 2017 Pazartesi

The Black Library

Dünyadaki her engelin üstesinden gelebilecek iki şey vardır.

İlki sevgidir.Sevebilme kapasitemiz bize hayatta kalmanın dahi ötesine geçen bir amaç yaratır.Sevgi adına çılgınca ve insan üstü şeyler yaparız,hiçbir koşul altında mümkün olmayan şeyler.Çelimsiz kadınlar yaralı kocalarının üzerindeki araba enkazını kaldırır.Kocalar eşlerini hastaneye yetiştirmek için on kilometre yol yürür.Ebeveynler çocukları için hayatlarını feda eder.İşte bu sevginin gücüdür.
Ama en az sevgi kadar güçlü bir kuvvet daha vardır.
İnsan zekası.
Ateşi ilk kimin keşfettiğini asla öğrenemeyeceğiz,ama bu hareket bir devrimin fitilini ateşledi.Zihnimizi genişletti,bize etrafımızdaki dünyayı şekillendirme yeteneğini verdi.Mümkünatsız görünen mümkün oldu.Ormanlar verimli tarlara dönüşebilir,dağlar büyük kuleler ve yüksek duvarlar inşa etmek için yok edilebilir oldu.Zekamızın gücü sayesinde hastalıkları yendik,doğayı ehlileştirdik,Ay’da yürüdük,ve suretimizi altın bir disk üzerinde güneş sistemine ve ötesine gönderdik.
Ve sevgi ve zeka çarpıştığında gerçekten imkansız şeyler gerçeğe dönüşebilir.

Görsel bir hafızaya sahip olmak hayatımın çoğunda bir lütuf olmuştu.Her şeyi ezberlemek ve hatırlayabilmek her öğrencinin hayalidir.Çünkü bu lütufla,sınavlar korkutucu olmaktan çıkıp,büyük oranda hatırlamayla ilgili bir beyin cimnastiğine  dönüşürdü.Çoktan seçmeli testlerin başladığı yaşa geldiğimde hayat benim için çok basitti.  
Diğer çocuklar için ‘yüzde yüz’ kavramı mistik bir belirsizlik gibiydi;ulaşılamaz başarıyı gösteren az kullanılan bir sözcük gibi.Benim için ise sabitti.Mükemmel hafızaya ve göz kamaştırıcı bir IQ’ya sahip olduğum anlaşılana kadar sınıfımı ilerlettiler,ardından ufak bir tartışma ve daha da az bir uyarı ile on dört yaşımda, büyük ve bilgili öğrencilerin yarı yaşlarında ve hala örgülü saçları olan ve gökkuşağı rengi spor ayakkabı giyen bir çocuğa aptal aptal baktıkları yer olan üniversiteye sevk edildim.
Gençliğimden ve dünyevi oluşlara olan uzaklığımdan utansam da,onlar hala diş teli takan ve sırt çantasında çıkartmalar bulunan bir öğrenci tarafından akademik olarak yenilmekten daha çok utanmışlardı.Sonunda ilk diplomamı almıştım,sonra ikincisini ardından da üçüncüsünü.Bu arada yirmi beş yaşıma basmış doktora sonrası üniversite öğretim üyeliğine girmiş,belli bir görev süresi boyunca ders veriyordum,ve özel bir araştırma imtiyazı kazanmıştım.Ama dünyadaki tüm akademik başarılardan iyisi,aşıktım.
Onun karakterine ve güzelliğine savurgan övgüler düzmek sevgilime hakaret olurdu.Birine gerçekten,sersemce karasevdalıysanız subjektifliğinizin keskin pusu onların etrafını çevreler,her kusurunu o kadar cilalar ki dünyadaki en değerli mücevhermişçesine parlarlar.Onun yumuşak ılık cildini düşünmek tüm gün aklımı kemirdi,ve geceleri onunla olmanın,doğal parfümünün kasvetli kokusunu soluyup gününün nasıl geçtiğini anlatışını dinlemenin özlemini çektim.Ötekileri karşı çıkabilir,ama bana göre o dünyadaki en mükemmel insandı.
Tess’in depresif olduğunu biliyordum.Kendimi beğenmişliğimle onu tedavi edebileceğimi sandım,nesiller boyu psikologların ve eczacıların başaramadığı şeyi başaracağımı sandım.
 Kötü gecelerde,bitkinlikten sarsılana dek hüngür hüngür ağlardı.Saatlerce uyanık yatardı,hain aklı,normal bir zihnin kolayca savuşturabileceği ‘’eğer?’’ senaryoları ile ona işkence ederdi.Ona sıkı sıkı sarılır ve her şeyin geçeceğini söylerdim.Parlak geleceğimizden konuşurdum,sonunda nasıl gülleri budayabileceği,yabani otları sökebileceği kırsal kesimlerde yaşayacağımızdan konuşurdum.
Çağrı sonunda geldiğinde,telefondaki polis memuru kendini tanıtmaya başlar başlamaz ne olduğunu anlamıştım.
Tess ölmüştü.

Onu ölümünü kitaplarda yazdığı gibi geçirmeye çalıştım; inkar,öfke, anlaşma, depresyon, kabullenme(Kübler-Ross Modeli’nden bahsediyor.).Çoğu zaman birinci ve ikinci aşama arasında gidiyor gibiydim,intiharını engelleyemediğim için kendime kızardım,onun sonunun böyle olacağını kabul etmek istemezdim,sonsuza dek gittiğini kabul etmek istemezdim.
Bilim kederimi yatıştıramadı,okuduğum çalışmalar fark etmeksizin,araştırma başta ne kadar ümit vaat edici olsa da.Ve bulabildiğim her şeyi okudum.Tess’in ölümünün sorusuna cevap olabilecek her şeyi aradım,onun varoluştan beklenmedik ayrılışı konusunda kendimi iyi hissettirecek her şeyi.
Her akılcı,mantıklı,makul bilgi kaynağı bana onun öldüğünü söylüyordu,buna rağmen ölümden sonraki on dakika beyin hücrelerinde temel seviyede hareketlilik olabilirdi,bu Tess’in intihardan kurtulduğu anlamına gelmiyordu.
Umutsuz,bitkin ve kendini tecrit etmeyi kaybetmiş bir şekilde başka yerlere bakmaya başladım.Din sonraki hayatın her şeklinde umut vaat ediyordu,ama dini uzun zaman önce bırakmıştım.Ne de olsa Tess ve ben lezbiyendik;yani İncil doğru olsa o şimdi ateşten bir gölde eriyip,homoseksüellik günahı nedeniyle sonsuza dek işkence görüyor olacaktıYine de dünyanın dört bir yanındaki çeşitli kültürlerin inanışlarını okumak bana geçici bir huzur sağladı.Bu nedenle  farklı üniversitelerden ciltler toplamayı sürdürdüm,antik seçmelerden çeşitli sayfaları aşırmak için çocuk bir dahi olmamın getirdiği etkiyi kullandım.Sanki bir tür akademik hazine avına çıkmışım gibi hissediyordum,çünkü bulduğum her yeni bilgi parçası bir diğerini nerede bulabileceğim konusunda ipuçları içeriyordu.Ve böylece,Tess’in bulunduğu hayatımdan kalan boşluğu doldurmanın umutsuz ihtiyacı ile sona ulaşana kadar ince ayrıntıları birleştirmeye devam ettim.
Manastır, dağ başının ne kadar sakin olacağını tahmin ettiğim kadar sakindi.Ama keşişler siyah kadifeden cübbeler giyiyordu,kaliteli kumaşın parıltısı keşişlerin mütevazı bir hayat sürdüğünü anlatan masallarla çelişiyordu.Ve kütüphaneci ile buluşmam için beni gri taş duvarların içerisine alan keşişlerin parmakları altından ağırlık yapıyordu.
Açıkça görünüyordu ki burası sıradan bir dini topluluk değildi.
Kütüphaneci beni güleryüzlülükle karşıladı,ve kahve teklif etti.Kahve hakiki Kopi Luvak’tı,bunun Dünya’daki en pahalı ve en az üretilen kahve olduğunu söyledi.Teklifi reddettiğimde basitçe gülümsedi ve ofisinin yanındaki ufak mutfakta kendininkini demlemeye başladı.
‘’Asla bize bir öğrencinin geleceğini düşünmemiştik,ömrümüz boyunca dahi.’’dedi,aromatik çekirdeklerin kokusu odayı doldururken.’’Bu yüzden bize büyük bir şeref veriyorsun.’’
‘’Bu neden bu kadar olağandışı?’’
Manikürlü tırnakları ile taranmış kopyalanmış sayfaların bulunduğu manira dosyamı gösterdi,
‘’Bu manastırın haritasını çözmek nadir bulunan bir deha gerektirir,her nesilde bir kere doğan bir deha.Ve o zaman bile,bir kişi karşımıza çıkmayı göze almak için özel bir motivasyona ihtiyaç duyar.’’
‘’Kütüphane mi?’’diye sordum sabırsız bir şekilde.
Dikkatli bir şekilde kahvesini koydu,ve pahalı görünen masasının arkasındaki brokar oturağı gösterdi.Oturdum ve beni sessizce bir dakikalığına inceledi.
‘’Kütüphane hakkında ne biliyorsun?’’
‘’Araştırmalarım,buranın İskenderiye Kütüphanesi’nin yanmasından kurtulan bilgi kaynaklarının oluşturduğu bir yer olduğunu gösteriyor.Ölü Deniz Parşömenlerinden daha eski kitaplar değiştirilmeden ve kusursuzca kopyalanarak zamanın sınırlarından kurtulmuş.
‘’Ama aynı zamanda bundan fazlası olduğunu biliyorsun,değil mi?’’
Onayladım.
‘’Bulduğum hikayelerde ortak temalar var.Adamlar kütüphaneye giriyor ve üç yıl sonra ayrılıyor.Bu hikayelerde,kendi zamanlarında var olmaması gereken birikimlerle çıkıyorlar.Çeliğin nasıl üretileceğini ve büküleceğini eritme keşfedilmeden bin yıl önce ve nasıl barut yapılacağını veya makine üretileceğini bu yöntemlerin temel ilkeleri organik olarak fark edilmeden öğreniyorlar.
‘’Bir sözleşme var.’’ dedi,kahverengi gözleri ciddileşirken.’’Ve derin bir bağ var.Daha idrak edemeyeceğin düzeyde bir bağ.’’
‘’Orasını fark ettim,öteki türlü dünyanın geri kalanının buradan çoktan haberi olurdu.’’
‘’İmzalayacak mısın?’’
Bir anlığına düşündüm ve onayladım.
‘’Uğruna yaşayacağım başka bir şeyim yok.
 Merdivenler manastırın mahzenlerinin altındaki karanlığı yarıyor,görüş alanımızdan çıkıyordu.Kütüphaneci zeminde neyi aradığımı söyleyerek beni burada bıraktı.Gölgeli spiral merdivenler dizisiyle ilgili korku sonunda bastırdı.O noktaya kadar uyuşuk hissediyordum,belki de neyin yaşandığını idrak edemiyordum.Bu gerçekten de hakikat mıydı?Bu merdivenlerin altında gerçekten de bir kütüphane mi vardı?Belki de bu güler yüzlü,özellikle belirlenmiş müsrif yaşayan keşişler bariz zenginliklerini çok fazla boş zamanı olan aptal akademisyenleri kaçırarak biriktiriyorlardı.Bu çok daha olası görünüyordu,ama eğer şimdi ayrılırsam hayatımın geri kalanını sadece Tess’ime musallat olan şişme hayaletlerle değil,aynı zamanda uykusuzca yatarak halis bir ‘’peki doğruysa?’’ sorusunun azabıyla geçirecektim.
Başka bir merdiven boşluğunu daha dönünce karanlık, bir perde misali etrafımı çevirdi.Elimi duvarda tutuyordum,bu ve döşeme merdivenlerin yüksekliği beni düşmekten alıkoyan tek şeylerdi.Uzun bir süre bu şekilde ayaklarımı sürüdüm.Birçok kere vazgeçip dönmeyi düşündüm,ama bunun belki de beni manastıra getirenler gibi başka bir test olabileceğine kanaat getirdim.Kol saatimin hafif parlak göstergeleri bana iki saatin geçtiğini söylüyordu,ve kulaklarım bir saat önce bir şeyler işitmeyi kesmişti.Ne kadar derinde olduğumu anlayamıyordum,ama bu kesinlikle deniz seviyesinin altındaydı.
Ağzım kurumuştu.O kahveyi kabul etmiş olmayı dilerdim,veya inmeye başlamadan önce bir şey yiyip içmeyi.Şimdi soğuktu,beni ürpertecek ve yanıma ceket almadığıma lanet okutacak kadar soğuktu.
Dişlerim kontrolsüzce titremeye başladığında yüzeye dönmenin düşünceleri güçlendi.Karanlık çok bunaltıcıydı,çok soğuktu.Ama döşeme merdivenlerde üç saat yukarı çıkma düşüncesi karnımı korku ve yorgunluk hissi ile sarstı.
Yine de bir karar vermem gerekiyordu,.Yoluma devam ettiğim sürece geri dönüş o kadar uzayacaktı.
Elbette bunun bir sonu olması gerekiyordu?
Sonunda bu merdivenleri inşa edenler dağın ana kayasını geçemeyip durmak zorunda kalmışlardı.
Ve o anda bunları düşünürken son adımımı attım.Ayağım havada asılı kalmıştı,ama onu geri çekemeyecek kadar yorgundum.Saatlerdir ellerim duvarda adım atarak bir trans yaşıyordum.
Dengemi kaybederek yumuşak duvarı tırmaladım,tırnaklarımı taşa geçirmeye çalıştım.
 Ama boşunaydı.
 Ürpertici karanlığa düşerken korkum kabardı,kozmozdan daha soğuk bir hava kütlesi bağırsaklarımdan kalkıyor ve ciğerlerimi sıkıştırıyordu.Dudaklarımdan bir çığlıkla püsküren dehşet o kadar sesliydi ki beynimi delip bilincimi uzaklaştırdı.


 Hücre karanlıktı.Kahrolası bir parıltı tavandaki kızıl renkli donuk kuvarsten sızıyor,fotoğrafların yıkandığı karanlık bir odadaki bir ampulden daha az miktarda ışık sağlıyordu.Kapı yoktu,sadece yumuşak siyah taştan duvarlar vardı.Üzerinde yattığım döşek duvarla aynı taştan yapılmış gibi duruyordu.
Yatağın ayak ucunda temizce istiflenmiş kıyafetler vardı,hepsi en koyu siyahtan;bir cübbe,eldivenler,ve bir çift çarıktı.Üzerimde hala kendi kıyafetlerim vardı fakat hücrenin içi soğuktu ve siyah elbiseler yumuşak ve sıcak görünüyordu.
İçeri girmenin bir yolu vardır diye düşündüm,yoksa beni içeri naslıl sokacaklardı?Belki tüm duvar bir kapıydı,menteşeleri kurnazca köşelere gizlenmişti.
Eldivenleri giyerken hoşgeldin sıcaklığı ellerimi içine aldı.Çarıklar ayakkabılarımın üzerine olmadı,bu nedenle önce onları çıkardım.Son olarak da kalın kollarından elimi içeri atarken büyük bir rahatlık sağlayan kara cübbenin başlığını kafama geçirdim.
Sanki kıyafetleri giymeme bir tepki gibi odanın ışığı aşamalı olarak arttı,ve çıkış kapısı göründü.Sessizce kayarak açıldı ve kırmızı ışıklarla aydınlatılmış bir koridoru açığa çıkardı.Başka bir seçeneğimin olmaması nedeniyle,odadan dışarı adımımı attım ve derhal bu karardan pişman oldum.
Kara cübbe bedenimi sıkıştırdı ve birden kendimi boğulurken buldum.Siyah yakalık ağzımı ve burnumu kapatacak şekilde döndü,ve onu güçlü bir klostrofobinin etkisi ile tüm gücümle yırtmaya çalıştım.
İstemsizce yardım çığlıkları attım ama sesim yüzümü kaplayan kalın elbiseler nedeniyle tamamen engellendi.Nefesim hızlıydı,aşırı hızlıydı.Ufak aralıklarla havayı solumaya çalışıyordum.Sakinleşmeliydim,bunun için en kuvvetli silahım olan mantığımı kullanmalıydım.
Duvara çömeldim,kara elbiselerin baskıcı sertliğini görmezden gelmeyi denedim,kendime onların sert olmadığını söylüyordum,hala nefes alabiliyordum.
Panik azaldı,ve hızlı soluk alış-verişlerim normale döndü.Doğruldum,eldivenli elimi sabit kalabilmek için yumuşak duvara dayadım,bir kez daha başka bir testten geçtiğim şüphesine kapıldım.
Kara koridorda yürüdükçe,diğerleri benimkine benzeyen hücrelerden çıktılar.Kara cübbelerin altında sadece gözleri görünüyordu,hepsi birbirine benziyordu.Koridorda akan siyah cübbelerin arasına katıldığımda istemsiz bir ürpermeyle hepimizin aynı boyda olduğunu fark ettim.Sanki cübbeler,eldivenler ve çarıklar bireyselliğimizi parçalıyordu.Konuşmaya,tabi ki soru sormaya çalıştım,ama ağzımdan çıkan her kelime ağzımdaki siyah atkı tarafından engellendi.  
Cübbeli figürler kuyruğu sonunda bir hole boşaldı,hol o kadar geniş ve o kadar loştu ki ne tavanı ne de duvarları görebiliyordum.Diğerleri durup bu dipsiz boşlukta yayılmaya başlayınca yerden kara taştan sıralar sessizce ve yumuşakça yükseldi.Her öğrenci için bir tane.Bu yeri biliyordum,bu efsaneyi okumuştum.
Mümkün olsaydı çığlık atardım.Ağızlarını kapatan atkılar yüzünden başka kaç kişinin çığlık atamadığını düşündüm.Elbette,kendi araştırmaları sonucu benim okuduğum hikayeleri onlar da okumuştu,ve aynı sonuca ulaşmışlardı.Kızıl ateşten harfler önümdeki sırada belirdi ve refleks olarak onları ezberledim.Aniden  kayboldular ve yeni sözcükler belirdi,hiçbir tarih kitabında yazmayan olayları anlatıyorlardı.
Eğer araştırmalarım doğruysa,burası hiçbir dünya aleminde bulunmayan derslikti.
Ve eğer bana sunulan o sözcükleri ezberlememiş olsaydım ve bunu arkadaşlarımdan çok sonra yapsaydım,son kişi odadan ayrılırken ruhum Lucifer’e sunulacaktı.
Terleyerek ve sarsılarak  gözlerimi titrek kızıl harfleri özümsemeye zorladım.Yakında.öğrencilerden bazıları durumun vehametini anlamış olmalı ki cübbelerini çıkarmaya çalıştılar.Sapıkça bir sessizlikle ve korkunç bir semazen dansıyla kıyafetlerini tutmaya ve çekmeye çalışırken bükülüp döndüler.Sonunda kafalarını aralıksızca obsidyen sıraların sivri kenarlarına vurmaya başladılar,ta ki düşene dek.
Diğer öğrenciler sessizce izledi,benim gibi.Kanlı sıralar düzgün bir şekilde kayarak zemine girerken ölmüş öğreniclerin etrafında yerden eller çıktı.Ölü grisi,uzun tırnaklı ve soluk kabarık kürklerle kaplı eller şu ana kadar duyabildiğim tek şey olan tırnakların taşa ve kara beze sürtünme sesiyle bedenleri yere çekti.
Şimdilik hepimiz güvendeydik,cehennem bu günlük yeteri kadar ruh toplamıştı.
Her gün aynıydı,kalkıyor kapkara cübbeleri giyiyorduk ve kapı açılıyordu.Ardından hepimiz çılgınca ateşten sözcükleri ezberleyip çaresizce bitiren son kişi olmamaya çalıştığımız mağaramsı dersliğe giriyorduk.Hücremize döndükten sonra kapı kapanıyor,kıyafetler gevşiyor ve onları çıkarmamıza izin veriyordu.Böylece bireyselliğimizi geri kazanıyorduk.Ölü öğrencileri toprağa çeken eller bu sefer duvardan çıkıp kalay tabaklarda pahalı yemekler ve oyulmuş kadehlerde egzotik içecekler sunuyordu.
Yemeyi ve içmeyi bitirdiğimde bu sefer artıkları toplamak için çıkıyorlardı.
Cübbelerin amacını biliyordum,bunu ikinci gün anlamıştım.Şeytani hocamız öğrencilerin birbirinin kim olduğunu öğrenmesini istemiyordu.Bu bana bulmacanın öteki parçasını bulabilmeye dair önemli bir ipucu verdi.Çünki kütüphaneci benim gibi birinin her nesilde bir kere doğabileceğini söylemişti.
Derslik zamanın dışında bulunuyor olmalıydı.Bu kadar çok öğrencinin bulunmasının tek yolu buydu.
Başlarda,ilk bitirenlerden biri olduğuma emindim.Ama dersler daha karmaşıklaştıkça ve her birini ezberlemek yerine anladıkça birkaç sıra kaymaya başladım.
Kime karşı çalışıyordum,eğer bu derslik zamanın tamamen dışındaysa sağımdaki Aristo,solumdaki Einstein hatta Da Vinci olabilirdi.Eski özgüvenim korkuyla kaybolmaya başlamış ve konsantrasyonumu etkilemeye başlamıştı.Bitirdiğimde sınıfın neredeyse boş olduğu o korkutucu gün geldiğinde daha fazlasını yapmam gerektiğinin farkındaydım.
Odamda yalnız,siyah ipekle kısıtlanmamış olarak taş döşekte yatarak kafamı çıkmazdan kurtulmak için çalıştırmaya başladım.Eğer tarihteki en güçlü beyinlere karşıysam gerçekten de hiç şansım yoktu.İyi olduğumu biliyordum,tanıdığım herkesin çok ötesindeydim,ama bu tüm tarih bana karşı olduğunda olasılıkların benim için kötü olduğunu anlayacak kadar zeki olduğum anlamına geliyordu.
Şimdiye kadarki tüm tecrübelerime bir göz attığımda sonunda tek bir gerçeğe ulaşıyordum: cübbelerin anonimliği kusursuz değildi.Belirli alışkanlıkları olan çeşitli kişileri çoktan fark etmiştim.Biri gergince cübbesini çekiştiriyordu,sanki biri gözlerini görecek diye korkuyordu.Öteki her zaman en uzaktaki ve sol köşedeki sırayı aldığından emin oluyor ve oturmadan önce döndürüyordu.Ve her ikisi de odadan erkenden ayrılıyordu,ama asla ilk sırada değil.Bu sıradışıydı,davranışlarından ötürü işaretlediğim diğer öğrencilerin sıralamalarında vahşi dalgalanmalar vardı.Bu ikisi kendilerinden o kadar emin ve o kadar canavarvari zekiydiler ki ne zaman bitireceklerini seçebiliyorlardı.
Ama bu bana hala kim olduklarını söylemiyordu.Köşedeki adam eğer gerçekten adamsa Nicola Tesla veya Johann Goethe olabilirdi;veya tarih kitaplarında adı hiç geçmeyen biri bile olabilirdi.Daha kötüsü eğer burası gerçekten zamanın dışındaysa benim zamanımın ötesinden,insanlığın kendini her alanda kusursuzlaştırdığı zamandan biri olabilirdi.
Bu bilgi bir şekilde önemliydi,bunu biliyordum.Hocamız Lucifer bizi hücrelerimizde tek başımıza çalıştırabilir başkaları ile etkileşime girme ihtiyacını ortadan kaldırabilirdi.Birbirimizi görmemizi istemişti,birbirimizden haberdar olmamızı istemişti.Bunun en belirgin nedeni korkuyu yenip daha iyi çalışmaya teşvik olabilirdi.Ama zamanın dışındaki bir derslikte bunun ne anlamı vardı.Cevabı bulduğumu fark edince zafer sırıtışımı görebilecek kimse yoktu.
Dersleri bitirene kadar holü terk edemezdiniz.Kalkıp gezebilirdiniz,ama bitirmeden kapıya dokunursanız gri eller sizi yakalayıp kara taşa çekerdi.
Dersin beni çok uğraştırmayacağı zamana kadar bekledim.Tamamen bilgiden oluşan dersleri bitiren ilk ben olunca kalan sınıf arkadaşlarımın hiçbirinin benimki kadar kusursuz bir zekası yoktu.O gün,son sayfa önümde okunmamış bir şekilde durup onu hafızama kazımamı beklerken gözlerimi kasıtlı olarak çevirdim.
Kolaylık olsun diye Leonardo diye adlandırdığım köşedeki adam kalktı ve sırasındaki kızıl parıltı söndü.O böyle yaparken dersimi bitirdim,ama bekledim.Öğrencilerin arasından geçti ve sonunda kapıya ulaştı,o böyle yaparken ben de kalktım ve kapıya gittim.
Koridor boyunca yürüdük,aramıza mesafe koydum.Hangi odanın onunki olduğunu biliyordum çünkü adımlarını ezberlemiştim.Kapısı açılırken yumuşak ve sessiz papuçlarımın üzerinde ona doğru hızla altı adım attım,ardından kafasını obsidyen kapının kenarına vurdum.Birden yıkıldı,başlığından siyah kan sızıyordu.Ayakları seyirdi ve titredi ve bir kolu felç geçirirmişçesine savruldu.
Gri eller onu karanlığa çekmek için çıkarken üstünlüğümü buldum.
Asla derslikten ayrılan son kişi olmayacaktım.

Eğer diğerleri yaptığım şeyi bilselerdi,bunun herhangi bir belirtisini göstermezlerdi. Yapmacıklığıma geri döndüm ve düzenli olarak derslere girmeye devam ettim,böylece beni gözlemleyenler izimi süremeyecekelrdi.Derslikiten ayrıldığım her seferinde koridoru gözlemledim,benim Leonardo’ya yaptığımı kimsenin bana yapmayacağından emin oldum.
İlk sene on sınıf arkadaşımı öldürdüm. Ama kendimi aşırı özgüven göstermeme konusunda dizginledim.Asla gardımı indiremezdim, eğer Lucifer’in bu ölümcül döngüsünü ben fark ettiysem başkası da fark etmişti.
Ve bir sabah leş sayımla şubedeki azalmada bir fark olunca tuhaf bir heyecanla bana başka bir katilin de katıldığını anladım.
O dikkatliydi,çok dikkatli.Onun kim olduğunu anlamak aylarımı aldı,ve bu süre boyunca paranoya beni tıpkı o gri eller gibi kavradı.Kara koridorlardaki her yürüyüş bir korku imtihanına dönmüştü.
Sonunda tekniğinin basitliğini anladım;basitçe derslikte o ve öteki öğrenci kalana kadar bekliyor ve şüphelenmeyen kurbanını,başını sıraya vurarak öldürüyordu.Bu yöntem o kadar ham ve yavandı ki bunu fark etmek hücremin loş ışığında kendi kendime kahkaha atmama sebep oldu.Onun çalışma yöntemi kurnazlıktan ziyade çaresizlikten geliyordu.
Onu tabi ki öldürmeliydim.En kötü öğrencileri öldürerek hata yapıyordu,sadece ölüm zamanımızı hızlandırıyordu.Dersimi kasten yavaşlattığım gün öldü.Derslikte sadede ikimiz kalana kadar bekledim.Sonra kafamı sıraya vurmaya gelince dizine tekme attım ve onu sıraya yanlamasına fırlattım.Boğuşma kısaydı;kıyafetler bizi tam olarak aynı boya ve kiloya getiriyor gibi görünüyordu,sonuç olarak benim öldürme konusundaki tecrübem galip geldi.Derslikteki en büyük deha olmayabilirdim ama artık en iyi katildim.
Diğerleri azalan sayıları fark ettiler,tabi ki edeceklerdi.Hiçbirimiz aptal değildik.Tuhaf bir şekilde sessiz birliktelikler oluştu,ufak gruplar bir arada oturuyor,birbirlerini bekilyor ve öyle ayrılıyordu.Sessiz el işaretleri ile böyle bir gruba davet edildim,ve rolume uydum.Dersler artık inanılmazdı:mantığı kavrayabilmek normal bilimden çok daha zordu.Evrenin sırları her şeyi birbirine bağlayan yasalar ile beraber  açıkça ortaya çıkmıştı.Eğer Einstein burada olsaydı kendini ancak bir ahmak olarak tanımlardı,aldığımız dersler onu bir ahmak gibi gösteriyordu.
Bir gün gruplardan birkaçı dersin ortasında durdular ve ayağı kalkıp birbirlerine saldırmaya başladılar.Karışmayan öğrenciler cübbelerinin arkasında korku dolu gözler ile sadece izlediler.Maskemi yırtıp onlara bağırmak istedim,Şeytan’ın kendisi tarafından başlatılan bir müsabakada başka ne olacağını beklediklerini sormak istedim.
Kavga uzun ve vahşiydi,tek silahlar yumuşak eldivenli eller ayaklar ve obsidyen eşyalardı.Karışmayanlar günün limitinin çoktan aşıldığını bilerek izledi.
Geri kalanlarımız bu zamanda çalıştık.
Buna güvenerek geride kaldım.
Kan akmış ve her yere yayılmıştı,karanlıkta görmenin zorluğuna rağmen kemik ve saç parçaları sıraların kenarlarına takılmıştı.Bazı yerlerde kıllı temizlikçilerimiz tarafından atlanmış parmaklar ve vücut parçaları vardı.
Ama tüm bunların arasında harika bir şey,oyunun yönünü benim tarafıma çevirebilecek bir şey buldum.
Obsidyen sıralardan biri zarar görmüştü ve jilet kadar keskin bir parça yerde duruyordu.Aldım ve onu dikkatlice kol boşluğuma koydum.
Artık başka hiçbir öğrencinin sahip olmadığı bir şeyim vardı.
Bir Silah.

Bu mantıkla bir avantaj sizi hemen saf dışı bırakabilirdi.Artık derslikte huzursuz bir ateşkes vardı.Hiçbir grup sayılarının azalmasını göze alamıyordu.El işaretleri artarak karmaşıklaşmıştı,her grup diğerlerinin anlayamayacağı bir beden dili geliştiriyordu.Ama zihnimle işaretleri aklımda canlandırabiliyordum,ve şifrelerini öğrenerek grubuma hayati bir üstünlük kazandırıyordum.
Sanırım grubum orjinal katilin yani her şeyi başlatanın ben olduğumu biliyordu.Beni geçiştiriyor ve benden korkuyorlardı.Çevremde birinin kaba dillerden birinde beni  ‘Karındeşen’ olarak nitelendirdiğini fark ettim.
İhanet iletişim kurmaya başladığımızdan beri düzenli olarak gerçekleşti.Oyun artık derslerle daha az,politikayla daha çok ilgiliydi.Hala çalışıyorduk ama yasak bilgiyi öğrenmek bir arka tekere dönmüş ve onunla uğraşmak olağan bir hal almıştı.Kendi takımlarının kurtulmasını garantilemek içn bir grubun en zeki üyelerini kurban verdikten sonra artık bir kırılmanoktasına ulaştığımızı biliyordum.
Yakında anarşi olacaktı.
Koridorda yürürken başladı,hatta kendi gruplarımıza ayrılmadan önce,bizim biz olduğumuzu kanıtlamak için yaptığımız el işaretlerinden önce.
Öğrenciler basitçe birbirinin üzerine atlamaya başladı.Bir adam bana geldi ve boğuştuk,cübbelerimizin içinde mükemmel fiziksel bir mücadele yaşanıyordu.Başka bir savaşçıdan gelen bir dirsek dengesini bozdu ve avantajlı taraf ben oldum.Onu yere yığdım ve burnuna kafa attım.
Çılgınlık bittiğinde eller ölenleri ve ağır yaralıları aldı.Bir kafa işaretiyle bir öğrenci dersliği işaret etti.
Ne yapacağımızı bilemeyerek kan gölünde kayarak ilerledik,cübbelerimizin etekleri kara lekeler bırakıyordu.
Artık sadece beş kişi kalmıştık.

Bana çıkışta saldırdılar.İlk ben bitirdim,ve diğer dördü aynı anda kalktılar,hiçbirinin arasında bir el sinyali yoktu.Benim kim olduğumu biliyorlardı.Herkes kimin kim olduğunu biliyordu.Bu mekanda tam iki yıl geçirmiştik.
İlk adam arapsaçı cübbeler arasında geldi.Ona Byron adını takmıştım,ama bombastik adına rağmen bir savaşçı değildi.
Gaus daire çizip arkama geçmeye çalışırken Shakespeare ve Curie iki tarafta durdular,sadece kafamda benim duyabileceğim bir homurdanma ile arkamı dönüp bana sokulmaya çalışan figüre kara bıçağı salladım,bıçak kıyafetini delip boğazına saplandı.Diğer ikisi direk üzerime çullandılar ama daha bıçağı görmemişlerdi.Bıçak vahşice sıyırdı ve Shakespeare’in bileğini kesip yalpalayıp yere yığılmasına neden oldu.
Curie’yle ayağa kalktığımızda basitçe kafasını eğdi ve yenilgiyi kabullendi.Obsidyen parçası gözünden girip kafatasını parçaladı ve onu derhal öldürdü.
Gri eller ölüleri yere çekti,ve ilk defa odada yalnız kaldım.
 Kıyafetler sıkıcı kavrayışlarını gevşettiler,ve minnettar bir rahatlama ile havayı soludum.
Karanlıktan bir ses ‘’Tebrikler’’ diye mırıldandı.
Yerden kitaplarla dolu kara raflar yükselmeye başladı.

Kütüphanedeki bilgi nefisti ve bunun tadına varmaya yeni yeni başladım.O kadar eşsizdiler ki onları idrak etmeye başlamak beni zamanda on yıllarca ileri götürecekti.
Ama buraya gelmemin nedeni bu değil.Bu sadece pastanın kreması veya kapanın peyniri.
Görüyorsunuz Lucifer sadece zeki birini istemiyordu.Dersliğin kendisi her zaman bir üçkağıt olacaktı.
Zeka eşsiz değildi ama ham,adeta hayvansal bir kurnazlıkla harmanlanmış bir zeka,işte bu eşsizdi.
Ve ben özeldim.
Bir kitap olduğunu söylüyor,ama bu kütüphanede değil.Sahip olmadığı tek kitap.
Hayat ve Ölüm’ün kitabı,ki bulunduğu yer cennet.
Tess’i hayata döndürmek için tek yapmam gereken kitabı bulmak ve adını llisteden çıkarmak.Ardından bana geri dönecek,tıpkı hiç gitmemiş gibi.
Ve kütüphanedeki sınırsız bilgi ile onu düzeltebileceğim.
Ama şimdilik bu kadar yeter;yapmam gereken şeyler var.Cenneti indirmek zaman gerektirecek ve eğer bunu yapacaksam bir silaha ihtiyacım olacak.
Şansıma artık kara kütüphaneye bağlı değilim,istediğim takdirde girip çıkabiliyorum.İstediğimi yapabiliyorum.

Ve mükemmel demirciyi nerde bulacağımı biliyorum.


2 Haziran 2017 Cuma

"Artificial- Part 2"

Ertesi gün Dr. Prescott’tan önce Ian’ı buldum. Onunla konuşma şansını yakaladığım için mutluydum, çünkü önceki gün benimle konuşmadan gitmişti.

Yanımdan geçerken omzunu kavradım:

“Ian. Konuşabilir miyiz?”

Her zaman yüzünde bulunan şaşkın ifade ile “Evet,tabi.” Dedi. Mola odasına gittik ve otomatların karşısında bulunan soluk kırmızı koltuğa oturduk.

“Ian, dün gece kaça kadar kaldın?” diye sordum.

“Steven’a veda edene kadar burdaydım.” Diye cevapladı “Sen boş bilgisayar ekranına bakarken çıktım.”

“Ah….Evet…” Boğazımı temizledim ve devam ettim “Peki yaptığımız bütün konuşmayı hatırlıyor musun?”

“Evet.”

“Ne düşünüyorsun?”

Ne demek istediğimi tamamen belli etmek istemesem de, Ian zaten biliyordu.

“Bence gitmesi gerekecek.”

“Ben de bundan korkuyordum.” Koyu televizyon ekranına bakarak derin bir nefes aldım. Beni gerçek olmadığına ikna etmesi için Steven’a bir şans daha vermek istemiştim. Ama işler iyi gitmediyse, programı Pioneer hafıza kutusundan silmem gerekecekti. Tam bir kayıp olmayacaktı; bütün kodları Dr. Prescott’un bilgisayarına yedeklemiştim. Steven’ı silmem gerekirse, koda geri dönüp neyin yanlış gittiğini anlayabilirdim.

Ben Steven’ı çalıştırırken Ian, Dr. Prescott’u bulmaya gitti. Ekranın maviye dönmesi birkaç saniye aldı. Mavi ekran solarken, Steven’ın sandalyede oturduğunu gördüm. Kameraya karşı gözlerini kıstı ve sordu:

“Jennifer, orda mısın?”

“Burdayım, Steven.” Dedim.

“Bir sorun mu var?” diye sorguladı.

“Hayır, neden?”

“Sesin kötü geliyor.”

“Şey, bugün çok yoğun bir gün.”

“İkimizin çok ortak şeyi var Jennifer.”

“Sen de mi yoğunsun?”

“Pek değil, ama üzgünüm.”

“İkimizin de aynı sebepten üzgün hissettiğine dair garip bir his var içimde.” Dedim “Haklı mıyım, Steven?”

Steven bir anlığına sustu, ama sonra konuştu:

“Jennifer, seni kırmak istemiyorum, ancak burda takip edilmesi gereken protokoller var.”

Ağzımı fazla açmadan “Evet, ben de öyle düşündüm.” Dedim. “Bunun hakkında dün fazla konuşamadık Steven ama sen bir AI’sın ve insan olduğunu düşünüyorsun.”

“Aslında Jennifer, AI olan sensin. Ve sadece beni programladığını düşünmen bile bu bilgisayara hasar verebileceğinin kanıtı.”

“Eh, en azından ikimiz de bu konuda aynı hissediyoruz.” Diye fısıldadım “Asıl soru şu; hangimiz gerçekten insanız?”

“Aslında bu konuda düşünme şansım oldu.” Steven sandalyesinde ileri doğru eğildi “Bir AI’ın düzgün bir şekilde çalışması için bilgisayarın sabit diskine erişmesi gerekir. Gerçek bir AI asıl insanın bilgisayarını kontrol etmek için kendi bilgisayarını kullanır.”

“Haklısın” başımı salladım “Yani kim kimi silerse silsin, gerçek AI silinmiş olacak ve gerçek insan da güvende olacak.”

“Bu doğru.”

Steven ile kısa bir süreliğine birbirimizin gözlerine baktık, sonra sordum:

“İnsan olduğuna ne kadar eminsin?”

Şaşırmış görünüyordu “Şey,” dedi “Düne kadar, senle tanışıncaya kadar %100. Ama şimdi %50.”

Sızlandım. Ben de aynı durumdaydım.

“Arkadaş olabilseydik güzel olurdu.” Dedim Steven’a.

Başını salladı “Güzel olurdu. Çok ortak noktamız var. Ancak protokol oldukça açık. Birbirimizi öylece bıraktığımız için ikimiz de kovulabiliriz.”

“Ölmek kötü olmayacak.” Dedim.

“Ne demek istiyorsun?”

“Yani, en azından bir AI’san, öldüğünü bile bilmeyeceksin. Seni bütün hayatını kaydetmen için programladım. Öldüğün zaman hayatını tekrar yaşayacaksın, tekrar,tekrar ve tekrar.”

Steven suratını ekşitti ve başını salladı “Ben de senin için aynını yaptım.” Dedi “Hatırladığın bütün hayatını değil, gerçek hayatını sürekli yaşayacaksın. Benim tarafımdan aktive edildiğin andan itibaren. Ve bu olanları hatırlamayacaksın. Öldüğünü bile bilmeyeceksin.”

Kafamı salladım ve gözlerimin yaşardığını fark ettim. Elimi laboratuvar önlüğümün içine doğru çektim ve gözyaşlarımı sildim.

“Pekala” nefesimi verdim “Hangimiz diğerini silmeli?”

“Ben sileceğim.” Dedi Steven “Seni sileceğim. Eğer hala orda oturuyor olursan, bu demektir ki gerçek AI bendim. Eğer bu konuşmayı hatırlamazsan, o zaman AI olan sendin.”

“Yap gitsin.” Dedim hızlıca, göz yaşlarımı tekrar sildim.

Steven onayladı ve boğuk bir sesle “Hoşçakal Jennifer.” Dedi.

“Hoşça kal Steven.”

Steven göz temasını kesti ve bilgisayarına yazmaya başladı. Tuş sesleri ekranın yanındaki hoparlörlerden yankılandı. Arkamı döndüm ve Dr. Prescott ve Ian’ı bekleyiş içinde burunlarını cama yapıştırmış bir şekilde gördüm.

Bilgisayara bakmak için döndüğüm zaman Steven’ın solmaya başladığını görünce şok oldum. Yavaşça onu ilk başlattığımda gördüğüm mavi ekranla yer değiştiriyordu. Ancak görüntü solsa da ses arttıkça arttı. Steven’ın klavyesindeki tuşlar beynime dokunup, her bir hücremin şiddetle titreşmesine neden oluyordu.

Daha fazla dayanamadım. Hareket etmem gerekiyordu. Orda oturup Steven kendini mahvederken izleyemezdim. O kadar hızlı kalktım ki mavi tekerlekli sandalye Dr. Prescott ve Ian’ın şimdi orda olmadığı gözlem camına kadar gitti. Gitmişlerdi. Laboratuvardan dışarı koştum. Koridora girdiğim anda, birisi ciğerlerimi sıkıştırıyor gibi hissetmiştim. Ah hayır, yine olmaz! Diye düşündüm. Başka bir panik atak!

Sersemlemiş hissettim. Döndüğüm köşede beni alıp, bir daha hiç kimse tarafından görülmeyeceğim bir yere götürecek biri varmış gibi hissediyordum.


Ciğerlerimde kalan az bir hava ile “Beni rahat bırak!” diye bağırdım. Kime bağırdığımı bile bilmiyordum. Sadece hareketsiz kalıp birinin beni almasını bekleyemezdim. Kafamı çevirdim ve hala küçük laboratuvarın önünde durduğumu fark ettim. Sağa döndüm ve koridordan aşağı koştum. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Nereye gitmem gerektiğini düşündüğümü bilmiyordum. Düzgün düşünemiyordum.


Koşmayı bırakmadım. Sanırım istesem bırakabilirdim ama bir saniye bile durursam olabilecek şeyler beni ölümüne korkutuyordu. Daha önce defalarca kez yürüyüp geçtiğim gri, renksiz koridordan koşarken nefes alıp verişim arttı ve arttı. Köşeyi dönerken başım döndü ve Dr. Jane Prescott ile çarpıştım- benim iş arkadaşım.

Elinde taşıdığı kağıt yığını düşüp, koridor zemininin her yerine yayılırken “Jennifer!” diye bağırdı Dr. Prescott. Çarpışmadan dolayı yerinden kayan kalın, siyah çerçeveli gözlüğünü düzeltti ve sordu:

“Jennifer, sorun nedir?”

Dr. Prescott beni iki omzumdan da tutarken hızlıca soludum:

“Ben çok…çok üzgünüm.”

Dr. Prescott’un kağıtlarını toplamasına yardım etmek için eğildim ama kollarımdaki tutuşunu sıkılaştırıp beni geri kaldırdı. Rahatlatıcı, Güneyli aksanı ile;

“Kağıtlar hakkında endişelenmene gerek yok canım.” Dedi “Onlar sadece birkaç aptal Pioneer saçmalığı. Bilmek istediğim şey neden laboratuvarda böyle enerjik bir şekilde koştuğun.” Neden koştuğum hakkında hiçbir fikrim olmadığını fark ederek cevap vermek üzere ağzımı açtım.

Ç.N:
Evet bu da son bölümdü ^^
Eğer kafası karışan varsa 1. bölümün başını okuduğu anda kafa karışıklığı gidecektir ^^