14 Aralık 2021 Salı

The Most Terrifying 911 Call I've Ever Received



"911. Acil durumunuz nedir?" dedim telefona yanıt verdiğimde.

"Evimde bir yarasa var," hoparlörden yüksek sesli bir çığlık duyuldu. "Gelip alması için birini gönderin."

"Tamam hanımefendi, mümkün olan en kısa sürede hayvan kontrolünü göndereceğim."

Arayan kişi bana teşekkür etti ve dışarıda bekleyeceğini söyledi. Ben de en yakın birimi göndermek için düğmeye bastım.

Boş bir kağıda karalamalar yaparak bölmemde oturdum. Memur olmak her zaman kolay bir şey değil, özellikle 500 nüfuslu Montana'nın ortasında. Vaşaklar, bizonlar ve ön bahçelere giren ayılar hakkında telefonlar alıyoruz, bazen de gençler sıkıldıkları için telefon şakası yapıyorlar ve tabii ki, sıklıkla olan avlanma acil durumları. Ama bunların hepsi nadiren oluyor, bazen bir arama gelmeden saatler geçirebiliyoruz. Bu da tek başına gece vardiyasındaysan, durumu zorlaştırıyor.

"Kara?"

Koridordan gelen patronumun sesini duydum.

"Buradayım!" cevap verdim, kağıda karalamalar yapmaya devam ederken yaklaşan ayak seslerini duyabiliyordum.

"Ah hey," dedi başını köşeden uzatıp. "Ben çıkıyorum. Bir şeye ihtiyacın var mı?"

Soğumuş kahvemi kavradım. "Yok sanırım."

"Pekala, ışıkları kapatacağım. İyi geceler."

Koridordaki ışıkların kapanma sesini duydum, vızıldamaya benzer bir ses çıkaran floresanlar. Kapatılmalarından nefret ediyordum, her şey sessizliğe bürünüyordu. Tüm gece bu binada tek başına olmak, insanın hayal gücünü ürpertici bir şekilde çalıştırıyordu.

Yedi tane bilgisayarın ekranına bakarak masamda oturuyordum. Ekranlardan birinde, herhangi bir acil durum için acil müdahale ekiplerinin tam olarak nerede olduklarını görebiliyordum.
Sorumlu olduğumuz bölgedeki sokakların isimlerini ezberlemeye başladım. Hiçbir şey olmuyordu, olaysız ve sessiz bir gece gibiydi.

Saat gece 1'di, hala uyanık olmamı sağlayan soğuk kahvemden bir yudum alıp ertesi gün için alışveriş listemi hazırlamaya başladım. "Neye ihtiyacım var?" dedim yüksek sesle. Yazmaya başladım, tavuk, şarap, tuvalet kağıdı, sebzeler... Listeyi yapmayı bitirdim, katlayıp kotumun cebine sıkıştırdım.

Kulaklığımdan, birinin aradığını haber veren bip sesi gelmeye başladı. Önümdeki ekranda bir isim ve numara yanıp sönerken başımı kaldırdım.

"911. Acil durumunuz nedir?" diğer hattaki kişiye sordum.

"Yardıma ihtiyacım var," dedi bir çocuk sesi.

"Adın ne? Ne için yardıma ihtiyacın var?" dedim korkmuş küçük kıza.

Tekrar, "Yardıma ihtiyacım var," dedi.

Cevapladım, "Bana sorunun ne olduğunu söylemezsen sana yardım edemem." ve telefon hattı gitti.

Aceleyle numarayı tekrar tuşladım ve çalmasını bekledim, ama ses yoktu ve tekrar bağlanmıyordu. Kontrol etmek için görevlilerden birini aramaya karar verdim.

"Jenkins, 5689 Hickory Vadi Yolu'na gidip bakmanı istiyorum. Olası bir VIC (çok önemli müşteri) durumu olabilir. Onu geri aramayı denedim ama yanıt alamadım." dedim kulaklığıma doğru.

"Teşekkürler, Kara. Umarım yalnızlığınla birlikte güzel bir gece geçiriyorsundur." gülmeye başladı. "Tek başına o küçük bölmende ne yapacaksın?"

"Sen bir pisliksin. Aslına bakarsan, tek başıma harika bir gece geçiriyorum. Dediğimi yap ve bana haber ver." dedim.

"Anlaşıldı!"

Sağ taraftaki ekrana bakarak sandalyeme geri oturdum. Kırmızı bir nokta, kızın aramayı yaptığı bölgeye doğru yavaşça hareket etmeye başladı. Yaklaştıkça kızın iyi olup olmadığına dair merakım daha da artıyordu. Sonra nokta durdu.
Bu genellikle, memurun konuma veya konumun yakınına ulaştığı anlamına gelir. Haritamız sokakları gösteriyor, ancak tam noktayı göstermiyor.

Jenkins'in beni aramasını beklerken kahvemden bir yudum daha aldım. Saniyeler, dakikalar yavaşça geçerken saati izliyordum. Bilgisayarlar aydınlandığında neredeyse onu tekrar aramak üzereydim.

"911 sevkıyatı, acil durumunuzun tam konumu nedir?" Ekranda isim ve telefon numarası çıktığında bu kez ismi sesli bir şekilde söyledim: Olivia Taylor.

"Seni tekrar aramayı denedim ama cevap alamadım. Görevlilerden biri birazdan orada olur," dedim aceleyle ama sert bir tavırla.

"Neden bana yardım etmiyorsun?" diye mırıldandı. Diğer hattan ağladığını duyabiliyordum.

"Sana yardım etmeye çalışıyoruz, Olivia. Görevliler her an orada olabilir. Benimle hatta kalabilir misin?" kafamı toplamaya çalışırken sordum.

"Dolap," dedi. "Bizi dolapta bulabilirsin."

Hattaki kızdan gelmeyen, başka bir ağlama sesi duydum.

"Olivia, orada seninle birlikte biri mi var?" kalbim göğsümden fırlayacak gibi atıyordu.

"Gitmeliyim! Beni duyacak!" diye bağırdı ağlayarak.

"Seni kim duyacak, Olivia?" sordum, telefon tekrar kapanmadan hemen önce.

Haritaya baktım ve Jenkins'i gösteren noktanın hala hareket etmediğini fark ettim. Endişeyle onu aradım, telefon çaldı ve çaldı. Sonunda cevap verdi.

"Ben Jenkins," dedi resmi bir sesle.

"Oh, Tanrıya şükür!" nefesimi düzene sokmak için bir saniye bekledim. Kalbim dakikada bir mil atıyordu.

"Ne var, Kara? Orada tek başına kalmaya dayanamıyor musun? Neden sürekli beni arıyorsun?" şaka yapmaya çalıştı ama birazdan benim ciddi olduğumu fark etti. "Ne oldu? İyi misin sen?"

"VIC'ten (çok önemli müşteri) bir arama daha aldım. ETA'n (tahmini varış süresi) nedir?" gözlerimi kapattım ve sakin kalmaya çalıştım. Bu işimin bir parçasıydı.

"Destek bekliyorum," dedi. "Burası hiçliğin ortasında. Tek yol, arabanın geçemeyeceği kadar dar bir orman yolu. Yürüyerek gitmemiz gerekecek. Sadece birkaç dakika daha sürer."

Ekrana göz attım. İki kırmızı nokta, Jenkins'e doğru ilerliyordu. Bunlar destek ekibi olmalıydı.

"Olay yerine varınca beni ara. Kız dolapta saklanıyor, sanırım onunla birlikte başka biri daha var," diye açıkladım.

"Bilgilendirme için teşekkürler. Vardığımda seni arayacağım." telefonu kapattı.

Stresimi azaltmak için biraz zamana ihtiyacım vardı. Uzun koridorda banyoya doğru yürüdüm
Işığı açtığımda, kalp atışlarım sesi duyulabilecek kadar hızlıydı. Floresanın tanıdık vızıltısı, yüzüme soğuk suyu çarptığımda beni sakinleştirdi. Aynada ten rengimin soluklaştığını görebiliyordum, gözbebeklerim de endişeyle irileşmişti. "Her şey yoluna girecek, her şey yoluna girecek..." dedim aynadaki yansımama.

Banyodan çıktığımda, yine kulaklıklarımdan gelen bip sesini duyabiliyordum. Jenkins'in bana bir güncelleme vermek istediğini düşünerek bölmeme gittim. Ama ekrandaki ismi gördüğümde midemde bir karıncalanma hissettim.

"Olivia, senin aradığını görebiliyorum. İyi misin?" harita ile ekrana baktım. "Görevliler yolda. Bir dakikadan daha az bir sürede orada olurlar."

Cevap gelmedi.

"Orada mısın? Beni duyabiliyor musun, Olivia?"

Diğer hattan bir sızlanma duyuldu. "Çok geç," dedi. "O odada. Beni duydu."

"Kim seninle birlikte odada?" sordum. "Lütfen bana söyle, ben de görevlilere bildireyim." derin bir nefes alarak sakin kalmaya çalıştım.

"Silahı var."

Kapının açılma sesinin gelmesiyle birlikte, hattan bir çığlık yükseldi. İki tane patlama sesi duydum. Sonra sessizlik.

"Lanet olsun!" bağırdım, göz yaşlarım yüzümden aşağı akmaya başladı. Neler olduğunu tahmin edebiliyordum.

Birazdan, ekran tekrar aydınlandı. Bu kez isim olarak 'Carlos Jenkins' yazıyordu. Yanıtlamadan önce derin bir nefes aldım.

"Beni tekrar aradı!" telefona doğru bağırdım. "DOA (olay yerine varıldığında kişinin ölmüş olması) olmuş olabilir, Jenkins. Çok geç kaldın!"

"Seni kim, nasıl arıyordu, Kara?" kafası karışmış bir sesle sordu.

"Şu an benimle oyun oynama. Olay yerine vardın mı varmadın mı?" önümdeki ekrana bakarak sordum.

"Kulübeye ulaştık, ana yolun yaklaşık 1 mil uzağında. Sana bunu söylemek istemezdim, ama herkes ölmüş."

"Lanet olsun." elimle yüzümü kapattım. Cildim öfkeyle ısınıyordu.

"Ama nasıl birinin seni bu gece aramış olabileceğini anlamıyorum," dedi Jenkins. Masamda şaşkınlıkla doğruldum.

"Ne demek istiyorsun?"

"3 tane iskelet kalıntısı bulduk. Biri baba olduğunu tahmin ettiğimiz yetişkin bir erkek ve iki tane kız. Bu kalıntılar en az bir yıllık."

Göğsüm sıkıştı ve oda dönmeye başladı. Bayılacak gibiydim.

"Tuhaf olan şu ki," diyerek Jenkins devam etti, "İki kızın iskeletlerini dolabın içinde bulduk. Ama birinin elinde telsiz bir telefon vardı. Sanırım yardım getirmeye çalışıyordu."

20 Ekim 2021 Çarşamba

Açılmaz Ahşap Kutu

 Sıradan bir kutu gibiydi.

Ahşap eski ve yıpranmış, bağlantılar sabitlenmiş ve kapak gümüş sembolle kaplanmıştı. 

Devlet babamı cinayetten idam ettikten sonra bu kutuyu bana vasiyet etmişti. Hiçbir açıklama yada talimat bırakmadı. sadece gizemli bir kutu.

İlk başta nehre atmayı düşündüm.

Merakıma yenik düştüm. Kutuyu açmaya çalıştım ama tırnaklarım kırıldı. Tornavidalar, çekiçler kırıldı. Matkap motorları yandı. Açılmamaya yeminliydi. 

Sonunda pes ettim. Evet açamayacaktım sanırım. Tam vazgeçmişken kutu gece kendiliğinden açıldı. 

Uyurken kendi kendine açılan kutudan soğuk, net ve yüksek ışık süzmeleri yüzünden uyandım. Uyandığımda sanki herşey aynıyken ben yabancı bir yerdeymişim gibi hissediyordum.

Kutudaki ışık dolabımdan süzülüyordu. İstemediğim halde kontrolüm dışında ayağa kalktım ve dolabıma doğru yürümeye başladım. 

Dolabın kapağını sonuna kadar açtım. Dışarı yayılan ışık delici ve yoğundu. Gözlerim ışıkla doldu ve patlayacakmış gibi hissettim. Kendimi tamamen kutuya kaptırmadan önce kutu kendiliğinden kapandı ve kendimi yerde buldum. Kutu kucağıma düşmüştü. Ve bir kez daha odamdaydım. Ama hala bir şeyler yanlıştı. Bir gariplik vardı. Kutu üzerinde bir sıcaklık vardı. Yüzümde yanıyordu. Kutu yanağıma çarpmıştı sanırım.  Koşarak lavaboya gittim. aynaya baktığımda nefesim kesildi. 

Kutunun üzerindeki sembol yanağıma saplanmıştı. Dokunmak için yaklaştığımda rengi solmuştu. Kutunun bana bıraktığı sadece marka değildi. içimde istemediğim bir şey hissediyordum. İstenmeyen bir varlık. 

Avukatım aradığında bana vasiyette değişiklik olduğunu, kutunun açılmaması gerektiğini söyledi. Şimdi neden açılmaması gerektiğini anlıyorum.


1rm1k

Selammmm bayadır yoktum tekrar geldim. Nasıl olmuş?

16 Ekim 2021 Cumartesi

Bir Sinema Çalışanıyım. Bazı Garip Kurallarımız Var. Part - 1


Üç yıldır bir sinemada çalışıyorum ve artık eminim ki sinemamızın kuralları olağanın birazcık dışında.

Tamam, bu bir yalandı. Kurallar tam anlamıyla çılgınca. Ama buna kendiniz karar verebilirsiniz.

Başlamadan önce biraz ön bilgi - Adım Shaun, 21 yaşındayım ve üç yıldır bu işi yapıyorum. Burada işe başlamamın ve ne kadar boktan bir yer olduğunu anlamama rağmen ayrılmamamın iki nedeni var.

İlki şu ki, çoğu işveren hırsızlık ve uyuşturucu madde bulundurmaktan suç kaydı olan lise terk birini işe almaz. Yaşamımın başlarında bazı kötü kararlarda bulundum ve şu anda düzgün biri olsam da hayatım sonsuza kadar o kötü kararlar tarafından lekelenmiş durumda.

İkinci sebep ise aldığım maaş. İşim; bilet kontrolü, her seanstan sonra salonları temizleme ve filmlerin sorunsuzca oynadığından emin olmaktan ibaret. Genellikle bu iş için eğer şanslıysanız asgari ücret alırsınız. Fakat ben, başka mekanlarda müdürlerin aldığı maaşla aynı ödemeyi alıyorum.

Aslına bakarsanız her gün uğraşmam gereken şeyleri hesaba katarsanız, göze daha az çekici geliyor.

Ama bu hiçbirinizin umrunda değil, öyle değil mi? Hikaye için buradasınız ve emin olabilirsiniz ki sizi hayal kırıklığına uğratmayacağım.

İşte: sinemamızın kuralları.

Kural #1: Asla ama asla, film başladıktan sonra salon 3'ün kapısını açmayın.

Kulağa basit geliyor, değil mi? Bu kural ve bu kuralı neredeyse çiğnediğim an, bu sinemanın tam anlamıyla normal olmadığına dair ilk işaretlerdi.

Salon 3 hakkında bilginiz olsa bile, içeri girme arzusu duyarsınız. Salon zekidir ve sizi kandırıp kapıyı açmanızı sağlamak için elinden geleni yapacaktır. İçeriden sesler duyabilirsiniz, içerideki biri kapıyı açmanızı isteyebilir. Ama asla bunu yapmamalısınız.

Salon 3'e neredeyse girdiğim zaman, işe alınmamın üzerinden sadece bir hafta geçmişti. Kuralları okumuştum. Elbette, kafamı karıştırmışlardı... Ama fazla sorgulamadım. Bu işe çok ihtiyacım vardı ve maaşımı almak için bazı gizemli kurallara uymam gerekecekse, buna razıydım.

Onu duyduğumda salonlara açılan kapıların bulunduğu ana lobiyi temizliyordum. Bir şeyin sert bir zemine çarparak çıkardığı gümbürtüyü. Salon 3'ten geliyordu.

Kapıya koştum. İçeride bir şeylerin yanlış olduğu açıktı. Kapının altından ince bir duman tabakası geliyordu. Ses şimdi daha yüksekti. Birisi kapıyı yumrukluyor gibi.

Kapı kolu dönüyor, olduğu yerde tıkırdıyordu. İçerideki kişi umutsuzca dışarı çıkmaya çalışıyor gibiydi.

"Merhaba?" dedim kulağımı kapının yüzeyine dayayarak.

"Bizi buradan çıkar! Yardım et!" dedi kapının ardındaki ses. Bir kadının sesiydi, her kelimesindeki korkuyu duyabiliyordum. Bu sesin ardında, soluk bir ses duyuyordum, bir tüneldeki hızlı rüzgarın sesi gibi. Ne olduğunu anlamam bir saniyemi aldı. Alevler.

"Yangın var! Kapı bozuk! Bizi buradan çıkarmalısın!" diye bağırdı kadın çaresizce.

Kapının altından gelen duman koyu renkli ve keskin kokuluydu. Soluduğumda öksürmeme sebep oldu. Kapıyı yumruklama sesleri devam etti.

"Bizi buradan çıkar! LÜTFEN! ÇIKAR BİZİ BURADAN!"

Kapı koluna uzandım. Aklımda kural falan kalmamıştı. Yardımıma ihtiyacı olan insanlar vardı.

Arkamdan uzanan bir el kolumu tuttu. Şaşkınlıktan sıçradım ve arkamı döndüm.

Müdürüm David'di. Onunla sadece iş görüşmesinde karşılaşmıştım. Sakin ama mesafeli biri gibiydi.

Şimdiyse, öfkeden patlayacak gibiydi. Siniri yüzünün her çizgisinden okunuyordu.

"1 numaralı kural. Asla unutma."

"İçeride yangın var, David! Kapı bozulmuş. Onları dışarı çıkarmalı-"

"Demek bir yangın. Ah, bugün kurnaz." David kendi kendine güldü. "Bir de yeni elemanı deniyor." Sonra tekrar ciddileşti.

"Kurallarımızın olmasının bir sebebi var. Salon 3'ü yalnız bırak. Orada her şey yolunda."

Duyduklarıma inanmakta güçlük çekiyordum. İçerideki kadının ağlayışları devam etti. Duman ciğerlerini istila ettiğinde kelimelerini yutmaya başladı.

"Lütfen bana yardım et, Shaun! Nefes alamıyorum! Bizi buradan çıkar!"

David yine güldü.

"Onu duyuyorsun David! Ölecekler!" diye bağırdım, bu kadar kalpsiz olduğuna inanamıyordum. Eh, bu saçma sapan çılgınca kurallar yüzünden insanların ölmesine izin vermeyecektim. Kapı koluna uzandım.

David gözümün içine baktı.

"İsmini nereden biliyor?"

Olduğum yerde kaldım.

Ona ismimi söylemiş miydim?

Hayır.

Kapıya tekrar baktım.

Duman yok. Kapıya vuruş sesleri yok. Kapıyı birkaç kez tıklattım. Kimse cevap vermedi.

"Gördüğün gibi Shaun," dedi David sakince. "Ne olursa olsun, Salon 3 kapalı kalacak. 20 dakika sonra film bitecek ve herkes güvenli bir şekilde dışarı çıkacak. Söz veriyorum."

"Ama... Ama o kadını duydum! Dumanı gördüm!" diye kekeledim. Kafam çok karışmıştı.

"Senin görmeni istediği şeyi gördün. Bana güven, Shaun. Salon 3, o kapıyı açmanı sağlamak için elinden geleni yapacak. 13 yıldır başarılı olamadı ve ben burada müdür olduğum sürece asla olamayacak da!"

Beni yavaşça kapıdan uzaklaştırdı.

Salon 3'teki film bitince içeriden insanlar çıktı. Kimse zarar görmemişti. İçeri girip kontrol ettim, yangından eser yoktu.

Kural #2: Eğer film karakteri gibi giyinmiş bir adamın çocukları lobiden uzaklaştırdığını görürseniz, derhal müdüre haber verin.

Sinemaların bir filmin reklamını yapmak için kostümlü insanlar kiraladığını bilirsiniz. Örneğin yeni bir Star Wars filmi çıktığında binanın içerisinde insanları heyecanlandırmak için Stormtrooper gibi giyinmiş adamlar gezer.

Burada çalışmaya başlamadan önce bile o olaydan nefret ederdim. Okuldan ayrılınca yaptığım işlerden biri, kasaba dışındaki eski bir lunaparktaydı. Haftada 6 gün, 8 saat boyunca parkın maskotunun kokuşmuş, yıkanmamış kostümünü giymek zorundaydım. Artık o şeyleri görmek bile midemi bulandırıyor.

Kural 2 biraz gizemli. Sadece bir kez uymam gerekti ve ne olduğundan emin bile değilim. Ama yine de ilginç ve ürkütücü bir hikaye, yani hoşunuza gidebilir.

Olayın yaşandığı gün, Avengers: Infinity War filminin ilk gösterimi vardı. Müdür, filmin ana karakterleri gibi giyinmeleri ve fanlarla fotoğraf çekinmeleri için için birkaç cosplayer kiralamıştı.

Genel olarak bununla bir sorunum yoktu, geçmiş tecrübelerime rağmen. Beni endişelendiren şey, mesai başlamadan David'in bizi toplayıp kiraladığı tüm "süper kahramanları" aklımızda tutmamızı istemesiydi. Bu konuda gerçekten ısrarcıydı, hepsini kalpten hatırlamamız gerektiğini söylüyordu.

Salon 3'teki olay olmasaydı, herifin delirdiğini düşünürdüm. Ama artık biliyordum ki bu yerde her şey göründüğü gibi değildi.

Liste uzun değildi, o yüzden hâlâ hatırlıyorum: Kaptan Amerika, Black Panther, Doctor Strange, Thor. Geriye bakıp düşününce, Yıldırımların Tanrısı olarak giyinen zavallı adam, favori karakterinin Endgame'de ne kadar şişmanladığını görünce yıkılmış olmalı.

Bir şeylerin doğru olmadığını, projeksiyon odalarından birinden çıkıp, biricik Iron Man olarak giyinmiş bir adam görünce anladım. Lobiden yavaşça çöp odasına doğru yürüyordu.

Yaklaşınca, o adamda bir şeylerin gerçekten tuhaf olduğunu fark ettim.

Kostümü bir zamanlar kaliteliymiş fakat artık bakımsız gibi görünüyordu. Çizik içinde ve kirliydi. Bazı parçaların tamamen kopup düşmesi olasıydı. Adam iğrenç kokuyordu. Sıcak yaz gününde yoldaki bir hayvan leşi gibi.

Ama işin en kötü yanı şuydu ki, kostümün eklem yerlerinden bir sıvı akıyordu. Mide bulandırıcı, koyu kahverengi, yapışkan, neredeyse kurumuş pekmez gibiydi.

Arkasında bir grup çocuk olduğunu görünce kalbim durdu. Aralarından hiçbiri 13 yaşından büyük olamazdı. Dalgın dalgın önlerine bakıyorlar, kokuşmuş figür onları kalabalıktan uzaklaştırırken onu takip ediyorlardı.

Salon 3'te yaşadığım olay bana kurallar hakkında bilmem gerekeni öğretmişti. Doğruca David'in odasına koştum:

"Kural 2! Iron Man kostümü, çöp odalarına doğru gidiyor! Peşinde 3 çocuk var!"

David hızlıca kalkıp koltuğunu devirince odada bir gürültü koptu.

"Lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun. Bilmeliydim, kimseyi kiralamamalıydım. KİMSEYİ KİRALAMAMALIYDIM! LANET OLSUN, bilmeliydim!"

Hızlıca kilidini açtığı bir çekmeceyi karıştırıyordu. İçinden aldığı şeyleri, pantolonunun cebine koymadan göz ucuyla görebildim. Şeffaf bir sıvıyla dolu bir şişe ve bronzdan yapılmış gibi duran uzun bir bıçak.

Ofisten çıkmadan önce, durup beni tuttu ve elime buruşmuş bir kağıt sıkıştırdı.

"Çöp odasına kimsenin girmediğinden emin ol. Kimsenin içeri girmesine izin verme, anlaşıldı mı? Eğer yarım saat içinde içeriden çıkmazsam yangın alarmını aktif et ve binayı boşalt. Sonra da bu kağıttaki numarayı ara."

Sorular için zaman yoktu, David koşarak odadan çıktı ve ben de onu takip ettim.

Köşeyi döndüğümüzde, "Iron Man"in çocukları neredeyse çöp odasına kadar götürdüğünü gördüm. Kapıdan yaklaşık üç metre uzaktaydı, çocuklar hâlâ kör bir şekilde onu takip ediyordu.

David arkalarından koştu ve kapıyı sertçe açtı. Sonra, tek bir temiz hamleyle kostümlü şeyi yakaladı, içeri soktu ve kapıyı kapadı.

Çocuklar titriyordu, ipleri yukarı aşağı oynatılan kuklalar gibilerdi. Sonra kafaları karışmış şekilde etraflarına baktılar. Muhtemelen oraya nasıl geldiklerini bilmiyorlardı bile. Öyle bir durumda her çocuğun yapacağını yaptılar - ağlamaya başladılar.

David'in çöp odasından çıkması 23 dakika aldı. Bir zamanlar temiz olan tişörtünde koyu kırmızı lekeler vardı ve iğrenç bir koku yayıyordu. Yorgun görünüyordu.

"Orayı temizle, Shaun. Eğer bir çöp poşetinin etrafında tuhaf bir şey görürsen ona dokunma, sadece gel ve bana söyle." dedi ve ofisine yürüdü.

Çöp odası berbat haldeydi. Kokan koyu sıvı yerleri, duvarları, hatta bazı yerlerde tavanı bile lekelemişti. Köşede, birkaç siyah plastik poşet vardı. Altlarından o sıvı sızıyordu.

Kural #3: Eğer sol yanağında dövme olan bir adam kayıp eşyalar bölümünden bir eşya isterse, ona istediğini verme.

Benim bu kuralla ilgili kendi yaşadığım bir hikayem yok ancak hakkında anlatabileceğim şeyler var.

Kural 2 olayından sonra David bana daha nazik davranmaya başladı. Sanırım artık bana daha çok güveniyordu; sonuçta dersimi almış ve kuralların gereksiz yere değil, hepimizi korumak için konduğunu anlamıştım.

Kural 3 hakkında meraklanıyordum. Bir gün cesaretimi topladım ve mesaiden önce David'in ofisine gidip ona sordum.

"David? Şey... Rahatsız ettiğim için üzgünüm, ama, şey, merak ettim de... bana Kural 3 hakkında biraz bilgi verebilir misin?"

David alaycı bir şekilde gülümsedi.

"Meraklısın, ha? Merak etme. Yerinde olsam ben de merak ederdim."

Çekmecelerini karıştırmaya başladı. Sonunda bana köşelerinden zımbalanmış birkaç sararmış ksğıt verdi.

"Al, molanda okursun. Umarım bu merakını gidermeye yeterli olur."

Mola zamanım geldiğinde, tam olarak onu yaptım. Soyunma odasında oturdum ve okumaya başladım. Kağıtlar aslında gazete makaleleriydi ve toplanıp zımbalanmışlardı. İlki 15 yıl öncesine aitti.

KORKUNÇ ÜÇLÜ CİNAYET: AİLE KENDİ EVLERİNDE ÖLDÜRÜLDÜ: TEK KURTULAN KİŞİ KORKUNÇ HİKAYEYİ ANLATIYOR

[benim tarafımdan sansürlendi] mahallesi, yerel sakinlerden Presscot'ların evinde polislerin korkutucu bir cinayet mahalli bulmasıyla şoka uğradı. Dört kişilik aileden hayatta kalan tek kişi, oturma odasında, ailesinin cesetlerinin yanında bağlanmış ve ağızı bantlanmış halde bulunan fakat başka bir zarar görmeyen 13 yaşındaki [benim tarafımdan sansürlendi] Presscot.

Suç mahallinde, hayatta kalan kızın iddiasına göre annesinin sinemada unutmuş olduğu şemsiye bulundu. Sinema müdürü David [benim tarafımdan sansürlendi]'e göre şemsiye, cinayetten bir gün önce şemsiyenin ona ait olduğunu söyleyen dövmeli bir adam tarafından alınmış. Polis bu adamın cinayetle bağlantılı olduğu ihtimalini araştırıyor ancak henüz bu araştırmalar sonuç vermedi.

Sonraki iki makale sırasıyla 12 ve 5 yıl öncesine aitti ve başka gazeteler tarafından yayımlanmıştı, ancak hemen hemen aynı hikayeyi anlatıyorlardı. Toplu cinayet. Bir tanesinde kaybolan eşyalar bölümümüzden alınan bir eşyanın suç mahallinde bulunduğu yazıyordu, diğer olay için ise böyle bir bilgi verilmemişti. Ancak David altına kalemle şöyle yazmıştı:

Aynı adam. Bu dövmenin anlamı ne? Bu adamla ilgili bir kural koymalıyım.

Ama beni asıl ürküten, son makale oldu. Modern değildi. Hatta, sadece antik gibi görünen bir kağıdın fotoğrafından ibaretti. Üstte yazana göre 1899 Londra'sından bir makaleydi bu. Yazılar zar zor okunuyordu ama haber başlığı, gereken tüm bilgiyi veriyordu.

SAHNEDEN KORKUN: LONDRA TİYATROSU, GİZEMLİ KATİLİN KAYBOLAN EŞYALARI ALDIKTAN SONRA SERİ CİNAYET İŞLEMESİYLE KAPANDI







Ç.N: Herkese uzun bir aradan sonra merhabalar. Altı ayın sonunda tekrar bir çeviri paylaşabildim. 4 partlık serinin ilk partı hayırlı olsun. Gerek blog hakkında bilgi edinmek, gerek sohbet etmek için discord sunucumuza gelebilirsiniz. Herkesi bekleriz. https://discord.gg/atnGVwXZjv

3 Eylül 2021 Cuma

Bullied

Dureyham adında küçük, sakin bir kasabada büyüdüm. Kasabanın yakınında güzel bir orman, ormanda da yaşadığımız ahşap kulübe vardı.

Babamla yaşıyordum, annem doğum esnasında ölmüştü. Varlığımın başlangıcı, onun varlığının sonu olmuştu ve ben bu konuda daima suçlu hissediyordum. Babamla ise çok yakın bir ilişkimiz vardı.

Kendimi bildim bileli kasabamdaki çocuklarla hiç sosyalleşememiştim, böyle bir isteğim de olmamıştı. Beni dışlıyorlardı. Daha sonra bunun ailevi durumumdan kaynaklandığını öğrendim, o dönemlerde bir çocuğun tek başına bir ebeveyn tarafından büyütülmesi garip sayılıyordu, özellikle de tek başına bir baba tarafından büyütülmesi. Belki de bu yüzden kasabanın içinde değil de ormanda yaşıyorduk, bu küçük insan topluluğundan uzakta.

Bir gün benim yaşlarımdaki bir çocuğun bana yaklaşıp konuştuğunu hatırlıyorum, "Annem senden uzak durmamı söylüyor. Senin ailenin iyi olmadığını söylüyor."

Altı yaşında bir çocuktum, neden böyle söylediğini ve bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum. Omuz silkmiş ve tek başıma oyun alanındaki taşları sektirmeye devam etmiştim.

Ben yedi yaşlarındayken, sınıf arkadaşım Sarah Potts kayboldu. Sarah hakkında hatırlayabildiğim tek şey, parlak, saten kurdelelerle süslediği beyaza dönük, açık sarı saçlarının başının iki yanında, iki örgü halinde sallanması ve parlak mavi gözleriydi.
Sınıftaki sırasından sık sık bana bakar, arkadaşlarına bir şeyler fısıldayarak kıkırdardı, sonra hoşnutsuz gözlerini kalem ve kağıdına çevirirdi. Ben zaten kötü bakışlara alışkındım.

Kaybolmuş olması sakin kasabamız için son derece ekstrem bir olaydı. Komşular her gün birbirleriyle konuşurlardı, çocuklar her an gözetleniyorlardı ve ebeveynlerin çocuklarının dışarıda oynaması konusunda endişelenmeleri için hiçbir sebep yoktu. Taa ki, Sarah'nın kaybolmasından birkaç gün sonra, arama ekiplerinin kızı her yerde aramayı bıraktığı ve kasaba halkının, kızı bulmak için tüm umutlarının boşa olduğu korkunç gerçeği kabullendiği zamana kadar.

Kasabalılar arasındaki iletişim kesildi. Artık çocukların dışarıda oynamaları yasaktı ve hiçbir çocuk yanında ebeveyni olmadan görülmüyordu.
Dureyham hayalet kasaba olmuştu. Eve dönerken karanlık sokaklardan tek başıma geçtim, artık diğer çocukların sürekli katlandığım zorbalıklarına maruz kalmadan, tüm kasabada özgürce oynayabilirdim. Her küçük çocuk gibi, bunun için sevinmiştim.

Ahşap kapıyı gıcırdatarak açtım ve babamın akşam yemeğini hazırladığı mutfağa gittim. Açlıkla beklemeye başladım, okuldaki çocuklar her zamanki gibi öğle yemeğimi çaldıkları için tüm gün henüz hiçbir şey yiyememiştim.

"Otur, canım." babam gülümsedi. Dudaklarımı yalayarak eski, tahta sandalyelerden birine zıpladım.

"Sarah'yı bulamadılar," dedim ağız dolusu eti çiğnerken.

"Zavallı çocuk." diye mırıldandı babam, alnı düşünceli bir şekilde kırıştı. Sonra kendi yemeğinden bir ısırık aldı ve sordu.
"Bugün o kötü çocuklar sana bir şey yaptılar mı canım?"

Başımı salladım. "Bugün iyiydi. Sanırım kaybolma olayından sonra tüm kasaba sessizliğe büründü."

Bardağındaki suyu üç küçük yudumda bitirdi, odadan çıkmadan önce bardağını ve bulaşıklarını topladı.

Dişime takılmış bir kıkırdağı başarısızca emiyordum, sonunda onu küçük parmaklarımla çıkarttım. Elimdeki şeye baktım, kırmızı bir kurdele parçası ve bir tutam uzun, sarı saç.

Gülümsedim ve yemeye devam ettim.

17 Ağustos 2021 Salı

EYELESS JACK: You Can't Trust Everyone






Bu tarz hikayelere doğru dürüst nasıl başlanır emin değilim; ama olabildiğince hızlı bir şekilde sadede gelmeye çalışacağım. Bak, şu anda kısıtlı bir zamanım var. Şu anda bu hikayeyi üniversitenin kütüphanesindeki bilgisayarlardan birinde yazıyorum. Ben bunu yazarken gölgelerin içerisinden birisi beni izliyormuş gibi hissediyorum.

Biliyorum kulağa çılgınca geliyor; ama bunu bir şekilde birilerine anlatmalıyım. Söylediğim şeylere kimse inanmayacak. Akademik çalışmalarımdan o kadar geri kaldığım bir noktaya geldim ki, artık akademik denetime tabi tutulacağım. Ayrıca müşteri korkuttuğum için part time işimden de kovuldum. Neyse, en azından kendime buna değdiğini söyleyebileceğim bir şeyler yapmak istiyorum. Ama yine de, nihayetinde hiçbir anlamı olmayabilir de.

Geçen yıl Jack Driscoll adında biriyle tanıştım. Çoğunlukla soğuk bir tipti, ama biz cidden iyi arkadaş olmuştuk. Bu arada benim adım Ethan ve şu anda üniversitenin son yılını bitiriyorum. Aslında bitirmeye çalışıyorum diyelim. Neyse, dediğim gibi Jack ve ben birçok ortak noktamız olduğunu fark edince yakınlaşmaya başladık. İkimiz de aynı tarz oyunları, aynı tür filmleri ve hatta aynı tip kıyafetleri seviyorduk. Tabii başka arkadaşlarım da vardı ama hiçbiri benim ilgilendiğim şeylerle ilgilenmiyordu. Ne var ki bunların hepsi geçen kış değişti.

Jack sınıftan Elisa adlı bir kızla takılmaya başladı. Ona çıkma teklifi etmesi ve bir çift olmaları çok uzun sürmedi. Başlarda onun için mutluydum. Kızlardan yana şansı pek yaver gitmezdi, bu yüzden onu gerçekten seven biriyle görmek beni mutlu ediyordu. Zaman zaman hep birlikte takılırdık ve gerçekten bana da hoş biri gelmeye başlamıştı. Hatta bazen onları biraz kıskanırdım.

İlişkiye başlamalarından aşağı yukarı bir ay sonra bir şeylerin değişmeye başladığını fark ettim. Jack arkadaşlarıyla artık daha az zaman geçiriyor, zamanının çoğunu Elisa ile harcıyordu. İlk başta bu bana normal geldi. Pek çok insan en değerlileri ile daha çok zaman harcamak ister ve bunda yanlış bir şey yok. Onu hala görüyordum ve okuldan sonra birlikte oyun oynuyorduk, bu yüzden bunun üzerinde pek durmadım.

Sonra işler tuhaflaşmaya başladı. Bir sabah ikimiz kafeteryada sıra bekliyorduk. Okulun yemekleri harika olmasa da fena değildi. Biz de biraz geç kalınca sıra bayağı bir uzamıştı, ama bu alışkın olmadığımız bir şey değildi.

“Galiba biraz daha erken gelmeliydik değil mi?” diyerek güldüm. Jack hiçbir şey söylemedi.

Omuzunu dürterek “Hey dostum, hala uyuyor musun?” diye bir şaka yaptım.

“Kapa çeneni.” diye mırıldandı. Sesi gerçekten kızgın geliyordu ve verdiği cevap beni şaşırtmıştı.

“Şaka yapıyorum.” diye açıkladım. “Sanırım uykunu iyi alamadın ya da başka bir şeyin mi var?”

“Lanet sıra çok uzun. Buradan gitmem gerek!" Bazı öğrenciler bize bakmaya başlamıştı. Jack bunu farketti ve etrafında dönüp sırada hemen arkamızdaki kıza “Bir sorun mu var?” diye bağırdı.
Kız donup kaldı ve arkadaşının elini tuttu.

“Dostum n’oluyor? Sakin ol!” diye bağırdım. Neden böyle davrandığına dair bir fikrim yoktu; sanki kendisi gibi değildi.
Jack hiçbir şey söylemedi. Bunun yerine kapıya doğru dönüp koşarak binayı terk etti.

Bu olaydan sonra onunla konuşmadım. Bir süre sınıfta dikkatini çekmeye çalıştım ama bu hiç işe yaramadı.

Birkaç gün sonra bunu denemeyi tamamen bıraktım. Bir hafta sonra Jack derslere gelmeyi kesti.

Bir akşam koridorda Elisa’ya rastladım. O günki derslerim bitmişti ve eve dönüyordum.

Gülümseyerek, “Selam Elisa,” dedim.

O da gülümseyerek, “Selam Ethan!” diye cevapladı. Bazı sebeplerden ötürü, gülümseyebiliyor olması tüylerimi diken diken etti. Erkek arkadaşı bu halde olmasına rağmen nasıl bu kadar mutlu gözükebiliyordu? Tekrar konuşmadan önce sırt çantamı hafifçe düzelttim.

“Ee, Jack’le işler yolunda mı? O nasıl?”

Elisa, sanki bir matematik problemini nasıl çözeceğini düşünüyormuş gibi kafasını kaldırıp bana baktı.
Bana doğru dönüp gayet neşeli bir şekilde “Her şey harika,” diye cevapladı.

“O her zamankinden daha iyi.”

Pek ikna olmamış bir şekilde “Peki.” dedim. “Güzel, o halde ona şunu söyleyebilir misin-”

“Her. Zamankinden. Daha. İyi.” diyerek konuşmamı kesti. Bu durum beni bayağı bir şaşırttı. Nedeninden tam emin değilim ama bu kızdaki bir şey bana kötü hissettiriyordu.
Orada beni kafası allak bullak olmuş bir şekilde bırakarak gitti. İçinde bulunduğum transdan bir anda çıktım.

“Bu çok saçma,” diye düşündüm kendi kendime. “Ona tekrar ulaşmayı deneyeceğim.” Onu daha önce de aramıştım ama ısrarla yanıtlamayınca vazgeçmiştim.

O gece, onu arayıp yanına gelip gelemeyeceğimi sormaya karar verdim. Şaşırtıcı bir şekilde hemen telefonu yanıtladı.

“Hey!” diye telefonu açtı.

“Selam dostum. Nasılsın?”

“Ne istiyorsun?”

“Her şey yolunda mı? Son zamanlarda pek iyi gözükmüyorsun.” Cevap gelmedi. “Orada mısın?”

“Evde misin?”

“Evet, neden ki?”

“Yanına geliyorum."

Jack yola çıkacağını söyler söylemez çağrı sona erdi. Yalan söylemeyeceğim, bayağı korkmuştum. Sesi panik doluydu, sanki, nasıl berbat bir durumun içindeyse, bundan kurtulmaya çalışıyor gibiydi.

Telefon kapandıktan aşağı yukarı 45 dakika sonra kapım çaldı.

Jack’i kapıda karşılarken mümkün olduğunca sakin kalmaya çalışarak, “Selam, nasılsın?” dedim. Jack’in iyi olmadığı çok bariz bir şekilde ortadaydı.

Gözleriyle etrafı tararken “Bilmiyorum.” diye fısıldadı. “Evde kimse var mı?”

Kafamı iki yana doğru salladım ve bu zavallı adamı içeri aldım. Televizyonun önündeki eski kanepeye oturdu. Ev arkadaşlarım bu geceyi dışarıda geçirecekti, bu sebeple yakın zamanda eve birinin geleceğinden endişelenmeme gerek yoktu.

“Dostum, ne gibi bir problemin…”

“Işıkları kapat!”

Bir anlığına donup kaldım. “Jack beni korkutuyorsun. Neler olu…”

“KAPAT ŞU IŞIKLARI! BENİ BULAMASIN!”

Dediğini yaptım. Bu karanlık tahmin ettiğimden de beterdi.

“Elisa’dan mı bahsediyorsun?” diye sordum. Sesim hafifçe titreyerek çıkmıştı. “Sana bir şey mi yaptı?” 

Jack cevap vermedi. Elimi omzuna koydum ve konuştum.
“Dostum sana yardım etmeye çalışıyorum. Ama ne olduğunu bilmezsem hiçbir şey yapamam.”

Jack şiddetle parmaklarını bacaklarına vuruyordu. Yere bakmaya devam ederek bana cevap verdi.
"Onda bir sorun var dostum," sızlandı. "Bence o... Sanki... Bir tarikatın üyesi gibi."

Kaşlarımı kaldırdım. Korktuğunu anlayabiliyordum, ama sanki bu biraz fazlaydı. Yine de, Jack'in böyle düşünmesi için ona gerçekten berbat bir şey yapmış olmalıydı.

"Neden böyle düşünüyorsun?" sordum. "Ayrıca, birinden yardım istedin mi? Seni bu kadar korkutuyorsa, polise gidebilirsin, biliyorsun değil mi?"

"Yapamam!" benimle yüzleşmek için başını bana doğru kaldırdı, neredeyse kusacaktım. Jack ağlıyordu, ama gözyaşları simsiyahtı. Başta ışıklar kapalı olduğu için yanlış gördüğümü sandım, ama daha sonra dediği şeyle, şüphelerimi doğruladı.

"Bana bunu o yaptı! Nasıl yaptı bilmiyorum, ama onun yaptığını biliyorum!" ağlamaya devam etti, siyah sıvı koltuk minderlerinde mürekkep gibi leke bırakıyordu.

"Geçen gece, beni bu lanet iğrenç gözyaşlarıyla ağlarken yakaladı ve 'hazır' olduğumu söyledi. Bu da ne demek oluyor ha!?"

Ona nasıl cevap vereceğimi bilmiyordum. Bu benim anlayabileceğim bir şey değildi, ve onu rahatlatmak için söyleyebileceğim bir şeyin olmadığını biliyordum.

"Biz... Bir şeyler düşüneceğiz," dedim yaklaşık bir dakikalık sessizlikten sonra. "Ama polisi aramalıyız. Ayrıca hastaneye gitmelisin. Gözlerine her ne olduysa iyi bir şeye benzemiyor ve bakılması gerekiyor."

Jack kapüşonlusunun koluyla yüzünü sildi. "Beni bulamaz." dedi az da olsa rahatlamış bir sesle.
"Eğer bulursa, ben-" kapıda yumuşak bir tıklama ile sustu.

"Jackie, orada olduğunu biliyorum." bu kızın sesiydi. "Gitme zamanı, bizi bekliyorlar. İstiyorsa arkadaşın da gelebilir."

Jack kanepeden fırlayıp kalktı, arka kapıdan dışarı koştu ve dairemin arkasındaki ormanlık alanda gözden kayboldu.

"Jack, bekle!" bağırdım. Faydasızdı.
Arkadaşımın peşinden koşarken cep telefonumdan 911'i aradım. Polise hızlıca neler olduğunu anlattım. Bana polis memurlarının en kısa sürede yola çıkacaklarına dair güvence verdiler. Yanıt veremeden, başıma bir şey çarptı ve görüntüm karardı.

Buradan sonra olanlar hala korkunç bir kabus gibi geliyor, ama gördüklerimin gerçek olduğunu biliyorum.

Sonunda kendime geldiğimde, bir ağaç gövdesine bağlanmıştım. Daire şeklinde toplanmış figürler vardı, sandalyeye bağlanmış başka bir figürü çevreliyorlardı. Yeniden net görebilmeye başladığımda, her figürün uzun siyah bir cüppe giydiğini ve mavi bir maske taktığını görebiliyordum. Sandalyeye bağlanmış figüre odaklandım.

Bu Jack'ti.

Çığlık atmaya çalıştım ama ağzım bantla kapatılmıştı.
Düşünerek sonunda korkunç bir sonuca vardım, bu bir kurban etme ayinine benziyordu. Sadece bir tarikat toplantısına misafirlik etmekle kalmıyordum, aynı zamanında bir insanın kurban edilişine tanık olacaktım.

Tarikatçılardan biri Jack'e doğru yürüdü ve maskesini kaldırdı. Bu Elisa'ydı. Onu çenesinden tutarak kendisine yaklaştırdı ve öptü. Jack geri çekildi ve kıza saydırmaya başladı. Onu suçlayamazdım, ben de bir şeyler söylemek istiyordum ama yapamıyordum.

Uzun boylu, başka bir tarikatçı, siyah, eski görünümlü bir kitaptan bir şeyler okumaya başladı. Okurken, diğer tarikatçılar Jack'in etrafını aç akbabalar gibi kuşattı. Bir tarikatçı ağzını bantla kapatırken, iki tanesi sandalyesini tuttu.
Dördüncü tarikatçının paslı bir demiri çıkarmasını korku içinde izledim. Tarikatçı demiri Jack'in gözlerine daldırdı ve yavaşça onları dışarı çıkarttı. Göz yuvalarından akan kan, şimdi katran gibi yoğun görünüyordu.

Bitirmek için, Jack'in gözlerini alan tarikatçı yüzüne mavi bir maske taktı. Jack hala yaşıyordu, ama daha fazla ne kadar yaşayabilirdi, hiçbir fikrim yoktu.
Diğer tarikatçı kitabı okumaya devam ederken, Jack'in altındaki zemin titremeye başladı. Siyah dallar şeytani otlar gibi filizlendi. Bazı dallar beline, bazıları ayak bileklerine dolandı, hatta biri boğazına dolandı.

Bayılmaya başlamıştım. Birden uzaktan gelen siren sesleri duydum, bu, kitabı okuyan tarikatçının durmasına neden oldu.

"Ne yapıyorsun seni aptal?" diğer tarikatçılardan biri bağırdı. "Eğer şimdi durursan o-"

Yer sarsılmayı durdurdu ve dallar hangi cehennemden geliyorlarsa, oraya geri çekildiler. Herkes sustu.Tarikatçıların hepsi donmuş gibiydi, heykel gibi görünüyorlardı.

Sessizliği birazdan Jack'ten gelen çatlak, şeytani kahkahalar bozdu.

"Onu kızdırdın!" Jack tısladı. Bunlar, arkadaşımdan duyduğum son sözlerdi.

Sanki yok olmuşlar gibi, onu sandalyeye bağlayan iplerinden kurtulmasını izledim. Tarikatçıların hepsine saldırdı, onları parçalara ayırdı ve bağırsaklarını buzla kaplanmış zemine sıçrattı. Görüşüm kararmaya başladı, ve duyduğum tarikatçıların çığlıkları uzaklaşıyor gibi kısıldı.

Keşke o korkunç çıtırtıyı duymadan önce tamamen kendimden geçmiş olsaydım...
Kemiklerin kırılma ve organların yutulma sesini.

Arkadaşım kurbanlarını yiyordu, ve sıradakinin ben olacağımdan emindim.


Yüzüme bir polis memurunun ışık tutmasıyla uyandım.

"Uyandı! Çabuk, burada bir sağlık görevlisine ihtiyacımız var!"

Oturdum ve etrafıma baktım. "Ben... Hayattayım?" mırıldandım, her şey hala bulanıktı.

"Berbat şeyler yaşadığını biliyorum evlat, ama neler olduğu hakkında bize anlatabileceğin bir şey var mı?" memur sordu.

"Onu rahat bırakın," başka bir memur emretti. "Onu bu cehennem çukurundan çıkarttıktan sonra sorguya çekebiliriz. Çocuğun vücudunda büyük bir kesik var!"

"Doğru. Üzgünüm, evlat."

Aşağıya baktım ve gömleğimin kendi kanıma bulanmış olduğunu farkettim. Şu anki durumumdan dolayı hiçbir şey hissetmiyordum ama kötü görünüyordu.

Hastaneye kadar yol boyunca konuşmadım. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Doktor bana iyi olacağımı anlatırken böbreklerimden birini kaybettiğimi söylediğinde, işler daha da kötüleşti.

Her şeyin tepetaklak olmasından bu yana bir yıldan fazla zaman geçti. Herkes olanları haberlerde duydu ve okul, kampüslerinin yakınında bu kadar büyük şeyler döndüğünü fark edemediği için zor duruma düştü. Jack Driscoll hala kayıp ve 10 öğrencinin ölümünden ve 1 öğrenciyi öldürmeye teşebbüs etmekten sorumlu.

Yeterince anlattım. Sanırım bir şekilde içimi dökmem gerekiyordu. Hala o tarikatın ne için olduğunu, neden kurulduğunu ya da neyi çağırmaya çalıştıklarını bilmiyorum. Açıkçası kimse bunu araştırmayacak, çünkü kulağa çok saçma geliyor. Ama bunu okuyan birinin araştırmasını umuyorum. Ama yapmayacaksan, o zaman, sanırım sadece dikkatli ol. Sonuçta herkese güvenemezsin.




Ç/N : dönüşüm Eyeless Jack ile oldu. :) çevirideki yardımları için yardımcım Cornelia'ya teşekkürler.





7 Ağustos 2021 Cumartesi

Neden İnsanlar Yüzüme Dik Dik Bakıyor?

Bölmeme otururken "Onun sıkıntısı ne?" diye düşündüm. Angela, bir iş arkadaşım, bana gözünü dikmiş bakıyordu. Daha doğrusu yüzüme bakakalmıştı. Ona bağırmak istedim, masamı devirip ona sıkıntısının ne olduğunu sormak istedim ama öyle bir şey yapmadım. Bakın, bu burada işe başladığımdan beri oluyor. Aslında, ne zaman yeni bir işe başlasam bu oluyor, iş arkadaşlarım yüzüme dik dik bakıyordu.

Halka açık alanda da oldu bu. Sokakta, trende, ne zaman bir yere gitsem insanlar yüzüme dik dik bakıyor ve neden bilmiyorum. Yanından geçtiğim en azında bana bir yan bakış atıyordu. Çok rahatsız ediciydi. Biri bana her baktığında, kör edici bir öfke vücudumdaki her elektriksel dalgaya süzülüyordu.

Eve gidip aynada yüzümü taramaya karar verdim. Gözlerimi yüzüme kitledim ve internetteki milyarlarca insanla karşılaştırdım. Benim yüzümde en az oradaki insanlar kadar insana benziyordu. O yüzden yüzümü değiştirip, yeni bir işe bakmaya karar verdim. Belki bu sefer farklı olur ve insanlar yüzüme bakmazdı.

Sonraki gün işimi bıraktım ve yeni bir iş görüşmesine gittim. Yolda kimse bana bakıyor gibi görünmüyordu. Tek bir bakış bile yoktu. Şimdi sadece diğer seferler gibi bir hafta sürse ne güzel olurdu. Kendimi akvaryumda gibi hissetmediğim bir hafta.

İş görüşmesi iyi geçti ama eve dönerken trende ki bir herif bana doğru bakıyordu. Hayır. Yüzüme bakıyordu. Sadece bir kişi diye düşündüm. Trende her zaman böyle garip tipler oluyordu. Değil mi?

Dikkatimi dağıtmak için gazeteyi aldım ve başlıklara bir göz gezdirdim. “Android birimler, sensör modüllerinde sanal paranoya yaratan bir hata yüzünden geri çağrıldı.” yazıyordu. Fotoğrafın altında beni yapan şirketin logosunu gördüm ve beni bir korku aldı. Umarım beni bulamazlar. Diğer başlıklara bakmaya devam ettim. ”Cinayet çılgınlığının dördüncü kurbanı bulundu.” gözlerim hafifçe açıldı ve okumaya devam ettim:

“Berbat saldırıların son kurbanı, genç bir erkeğin cesedi parkta bulundu. Diğer cesetler gibi, neredeyse cerrahi olarak yüzü kesilip, çıkarılmış ve ölüme terk edilmiş.”

Gazeteden kafamı hafifçe yukarı kaldırdım.

Bu herif bana niye dik dik bakıyor?



6 Ağustos 2021 Cuma

The Theater

Hiç “The Theater” isimli eski bir PC oyunu duydunuz mu? Evet, ben de öyle düşünmüştüm. Muhtemelen birçok kişi böyle bir oyunun bile var olmadığını söylediği içindir. The Theater, Doom ile aynı zamanlarda piyasaya sürülen eski bir bilgisayar oyunudur. Bugün, eğer bulabilirseniz yalnızca, çoğu zaman oyunu bile içermeyen boktan korsan CD-ROM' larda mevcuttur. O günlerde piyasaya sürüldüğü söylenen gerçek meşru kopyalar, o zamandan beri ‘Biletçi’ olarak adlandırılan şeyin görüntüsünden başka hiçbir şey olmayan boş bir kapak içeriyordu. Biletçi, beyaz bir gömlek üzerine kırmızı bir yelek ve siyah pantolon giyen, büyük kırmızı dudaklı, kötü çizilmiş, pikselli, beyaz, kel bir adamdır ve tamamen duygusuzdur. Bazıları, eğer diski kırarsanız, kapağa bir daha baktığınızda yüzünün kızgın göründüğünü söylese de bu sadece bir şehir efsanesi olarak önemsenmez. The Theater' ın asıl tuhaf yanı, oyun kutusunun üzerinde ne herhangi bir geliştirici ismi ne de arka kısmında bir oyun açıklaması bulunmamasıdır. Her iki tarafta da beyaz bir zemin üzerinde sadece Biletçi bulunur.

Oyun öncelikle düzgün şekilde yüklenememesiyle biliniyordu. Yükleme işlemi, kullanıcı lisans sözleşmesine ulaştığı anda bilgisayarı kilitlemekteydi. The Theater' ın lisans sözleşmesiyle ilgili garip olan şey ise, ne zaman geliştirici stüdyonun adının geçmesi gerekse metnin boş bir satırdan ibaret olmasıydı. Her neyse, orijinal CD' lerden birine sahip olduğunu iddia eden çoğu kişi, oyunu nasıl kuracaklarını basitçe lisans sözleşmesindeyken bilgisayarı içindeki disk ile birlikte yeniden başlatarak çözdüklerini söylemektedir. Ardından, başlangıçta "KABUL EDİYORUM" butonuna basmaları istenir. Daha sonra kuruluma devam ederler. Oyun basitçe boş bir şehir sokağındaki bir sinema salonunun dış tarafının görüntüsü olan ana menü dışında herhangi bir tanıtım olmadan başlar. Başlık kaybolur ve ardından 3 menü butonu 'YENİ OYUN, YÜKLE, AYARLAR' belirir. AYARLAR' ı seçmek anında oyunu masaüstüne çökertir. YÜKLE' nin hiç çalışmadığı söylenir. Kaydedilmiş bir oyununuz olsa bile bastığınızda hiçbir şey olmaz. Böylece eldeki çalışan tek menü seçeneği YENİ OYUN olarak kalır.





YENİ OYUN seçildiğinde birinci şahıs görünümündesinizdir. Karanlık bir koridorun (Sinema salonlarına çıktığı varsayılabilir) önünde duran Biletçi haricinde boş bir sinema lobisinde duruyorsunuz. Kötü çizilmiş, çoğunlukla okunaksız film afişlerine bakmaktan veya Biletçi’ ye yaklaşmaktan başka yapacak bir şey yoktur. Oyuncu Biletçi’ ye doğru hareket ettiğinde çok düşük kaliteli bir ses klibi çalar ve aynı şeyi söyleyen bir konuşma kutusuyla birlikte “TEŞEKKÜR EDERİZ, LÜTFEN FİLMİN KEYFİNİ ÇIKARIN” der. Daha sonra koridora girersiniz ve ekran kararır. Boş lobiye geri dönmüşsünüzdür ve aynı şeyi tekrar tekrar yaparsınız.

Bu kulağa gerçekten berbat bir oyun gibi gelse de, oynamaya devam ettikçe bazı tuhaf şeyler olur. Garip olaylar gerçekleşmeden önce kaç kez biletinizi Biletçi’ ye verip salona devam etmeniz gerektiği bilinmiyor. Çoğu, tamamen rastgele olduğunu ve ilk oynanıştan dört yüzüncü oynanışa kadar herhangi bir yerde olabileceğini belirtiyor. Ardından yaşananlar ise bazı oyuncuları derinden rahatsız etmiştir.

İlk olay, oyuncunun koridora girdikten sonra geri gelmesiyle yaşanır. Bu sefer Biletçi' nin tamamen ortadan kaybolduğu fark edilir. Ardından oyuncu, başka bir seçeneği olmadan karanlık koridora girmeye karar verir. Daha önce bahsedilen metin kutusu eşliğindeki ses klibi, Biletçi' nin yokluğunda da çalmaya devam eder, ancak oyuncu koridorlara girdiği anda ekran kararmaz. Koridorun derinliklerine doğru yüründükçe ekran zifiri karanlığa bürünür, buna rağmen klavyedeki ileri butonuna basılmaya devam edildiği sürece oyuncunun ayak sesi klibi çalmaya devam eder. Orijinal oyunu oynadığını iddia edenler, koridorda yürürken tüm yol boyunca korkunç bir şey olacağını sezdiklerini ve son derece rahatsız olduklarını bildirirler. Sonunda oyuncu ilerleyemez. Birkaç dakika hiçbir şey yoktur ta ki 'Yüzü Yerinde Bir Girdap Olan Biletçi' olarak tanımlanan garip bir görüntü belirip oyuncunun önünde durana kadar. Oyunun orijinal oyuncuları, bu görüntüyü (uygun bir şekilde 'Girdap Kafalı Adam' olarak adlandırılmıştır) gördüklerinde vücutlarının hemen donduğunu ve midelerinin bulandığını söylüyorlar. Girdap Kafalı Adam önlerinde dururken hiçbir şey olmaz. Sonra aniden keskin bir çığlık duyulur ve oyun donar. Bu durum, sürekli devam eden çığlık ile birlikte birkaç dakika sürer. Ardından oyuncu lobiye geri döner. Lobide tüm sesler ve grafikler olması gerektiği gibidir.

Oyun, birkaç "koridora girme döngüsü" boyunca normal bir şekilde devam eder. Bazı orijinal oyuncular, Girdap Kafalı Adam' ın kısa bir süreliğine ekranın köşesinde faal bir "ciyaklama" ses efekti çalarken belirip kaybolduğunu iddia etmektedir. Ardından, Girdap Kafalı Adam ile karşılaştıktan sonra bir noktada, oyuncu Biletçi' nin endişeli bir yüz ifadesini simüle ederek gözleri geniş ve ağzı açık bir ileri bir geri adım attığını görür (yine de yürüme animasyonu yoktur - görüntünün uzuvları tamamen sabittir, bu yüzden alternatif olarak hafifçe yukarı ve aşağı zıplar). Bazı oyuncular, film afişlerinin Girdap Kafalı Adam' ın resimleriyle değiştirildiğini ve bunun da karakterlerinin kafasını posterlerden uzaklaştırıp Biletçi' ye yaklaşmasına sebep olduğunu belirtiyorlar. Ardından, değişik, düşük kaliteli bir ses klibi daha çalar, ancak konuşma kutusu, kutuda olabilecek herhangi bir metnin tamamen okunaksız olmasına neden olan bozuk karakterlerden başka bir şey içermez. Sesin son derece düşük kalitesi nedeniyle, Biletçi' nin bu noktada tam olarak ne söylediği oyuncular tarafından tartışılmaktadır, ancak yaygın olarak 'DİĞER SEVİYELERE ASLA GEÇME. ' dediği kabul edilir. Ardından ekran bir kez daha kararır ve oyuncuyu lobideki başlangıç ​​noktasına geri döndürür ama Biletçi gitmiştir ve koridor büyük bir tuğla duvar görüntüsü tarafından kapatılmıştır. Tuğla duvara dokunmak oyunu hemen çökertir. Ve hepsi bu kadar… Kimse 'Diğer Seviyeler' in ne olduğunu veya onlara nasıl ulaşılabilineceğini bilmiyor. Bununla birlikte Girdap Kafalı Adam 'ın onu oyunda görenlerde neden bu kadar şiddetli bir korkuya yol açtığı da bilinmiyor. The Theater' ın tüm orijinal kopyaları ya kayboldu ya da yok edildi. Ancak en ürkütücü kısım, oyunun tüm orijinal oyuncularının ara sıra göz ucuyla Girdap Kafalı Adam 'ın kısa bir bakışını gördüklerini iddia etmeleri gerçeğidir.

Çevirmen Notu:
Merhaba, ben Cyber. Umarım ilk çevirim sizi biraz da olsa ürkütebilmiştir :) İleride daha korkunç pastalarda buluşmak üzere, hoşçakalın...

24 Temmuz 2021 Cumartesi

The God Experiment Part 3

Part 3

Siz hiç kamerada 7 tane hayatın karardığını izlemenin nasıl olduğunu merak ettiniz mi?

Kendiniz buzla kaplı bir dağın üzerinde bir tren yolculuğunda hayal edin. Çığı duyabilirsiniz. Yer değiştiren kayaların monoton gürültüsü ve dalgalanan kar soğuk havaya fazla yükleniyor. Bu ses tek bir şey demek olabilir, değil mi? Ölümün geldiğine eminsin. Ama vagondaki kimse çığlık atmıyor. Kimse ağlamıyor. Bunun yerine her şey sonuna kadar sakin ve sessizdi.

Denek003 Courtney isimli transseksüel bir erkekti.

Biyografimize göre 1.67 boyundaydı. 68 kiloydu. Fotoğrafta; siyah kusursuz teni bir tarafı kısaca tıraş edilmiş şık siyah saçıyla buluşuyordu. Courtney'in bir kadınla ilişkisi vardı. Ama bu mutlu çift birlikte taşınmamışlardı. Sıkışık stüdyo daire içinde kamera yerleştirmenin ideal olduğunu düşündüm.

Eski zamanlardan beri, Courtney, doğru bedenle eşleşmediğine dair kesin işaretler sergiledi. Erken başlangıç kimlik krizleri, gençlik yıllarında tedavi edilmeyen depresyon ve anksiyete gibi karmaşıklıklara yol açtı. Bu çılgınlık tıp profesörlerinin ömür boyu sürecek bir hayali gerçekleştirmek için çareler bulmasıyla sona erdi. Sağlık hizmetleri endüstrisinde yüksek maaşlı bir işte çalıştı ve bu durumda para yüklü bir sağlık tasarruf hesabı oluşturdu. Tüm prosedürü kendisi karşıladı. Ama yine de, Courtney'in ebeveynleri tüm iletişimi kesti. Bu gerçek onun peşini bırakmadı.

Courtney asla kendisini dindar olarak düşünmedi. Anket sonuçları, birkaç ana kavramla özdeşleşmenin olduğunu göstermiştir. Tanrıya inanıyordu. Yargıya ve cezaya ve sonunda hepimiz için bir tür barışa inanıyordu. Herkes gibi Courtney'in de Big Man ya da Big Lady ile sorunları vardı. Mutlak kudret adına şunları yazdı;

"Eğer burada bir kukla ustası varsa, ben onun kayıp sicimiyim."

Bunu biraz karanlık buldum. Ama o yine de o bazı şeyler için dua ediyordu. Gecenin karanlığında yatağının baş ucu tarafından gönderilen mesajlar özel olarak kimseye değildi. Her bir teklif şöyle bir şeyle başlıyordu;

"Dinleyen var mı bilmiyorum ama.."

Çünkü bu şekilde daha güvenli hissettiriyordu. Bir başkasıyla şansınız varsa başka biriyle kendinizi lanetlememek daha kolay. Ailesinin yine onunla konuşması için dua etti. Kabul edilmesi için dua etti. Küçük kız kardeşininn sağlığı, başka bir terfi, daha iyi bir tedavi ve daha az makyaj için dua etti. Ama hepsinden önce çoğu kişinin anlayabileceği bir şey istedi. Kız arkadaşıyla evlenebilmek ve yeni bir hayata başlamak için yeterli para için dua etti.

Çalışmamızın ikinci haftasında, işlerin doğru yolda gittiği görünüyordu. Samantha'yla birlikte yatak odasında geç bir gece konuşması evlilik konusunu açtı. Küçük kız kardeşi Sarah, daha sık yazıyordu ve iyi olduğunu iddia ediyordu. Kariyeri boyunca yükselme eğiliminde olmaya devam etti.

Ancak, Denek002'nin kaybolmasının ardından salı günü benzer semptomları fark etmeye başladık. Courtney'in annesi o sabah aradı.

Konuşma gayet iyi başladı. Çoğunlukla kendisi hakkında konuştu. Kütüphanedeki dedikodu, en sevdiği televizyon programları, her günkü şeyler. Fakat konu nihayet her zamanki gittiği yere gitti: babasının içki problemine.

Babası dolaşırken son kısmı duymuş olmalıydı. Anne odadan kaçmaya çalışırken alıcıya moral bozucu bir tavsiyede bulundu.

"Küçük kızıma selam söyle."

Tom ve ben ikimiz de o sırada ofisteydik. O tek bir cümlenin sonuçları katlanılmayacak kadar korkunçtu. Courtney arabasındaydı ve bir köprüye yaklaşıyordu. Telefonun bağlantısı kesildi ama hala ona bağırıyordu.

"Anne? Baba? Bu sen misin? Bana söyleyebilecek hiçbir şeyin yok mu? Neden beni aradın ki? Neden bunu bana yapıyosun?"

Hat acımasız bir şekilde ses çıkardı.

Zavallı adamın gözlerinin içinde bir şey ölü görünüyordu. Acı ve yenilginin ifadesini doğru bir şekilde ayırt edebilmek için araç kamerasının içinde 720p'ye ihtiyacı yoktu. Ona yardım etmek istedim ama her zamanki gibi zaman yoktu. Üstelik, Tanrı Deneyi etkileşimi yasaklıyordu.

Courtney arabayı kenara çekip arabadan indiğinde Tommy bir istisna yapmaya hazır görünüyordu. Kameraları değiştirdik. Katılımcımız dar kaldırımda durup birkaç dakika uzaklara baktı. Sonra ileri yürüdü. Sis bu rakımda görünmeye başlamıştı.Yağmur, akşam boyunca alanın en ince ayrıntısına kadar birikti. Sessizce, Courtney tek bir satırı döngüde fısıldamaya başladı. Tıpkı diğerleri gibi.

"Ben senin kayıp siciminim. Ben.. Ben sadece senin kayıp siciminim. Heh. Ben senin kayıp siciminim. Ben senin kayıp siciminim."

Tommy o sırada çok endişeli görünüyordu. Telefonunu aldı ve öfkeli bir şekilde tanımadığım bir numaraya mesaj yazdı. Sonra videoya uzanıp durdurdu. Bunun yerine karşı yönde olan monitörü işaret etti. Kamera 4 arabanın içini gösterdi.

"Bu ne lan böyle?" diye sordu.

Herhangi bir özellik görmek imkansızdı. Ama bir durum net görünüyordu. Yaklaşık orta boylu siyah bir şekil arka koltukta hareketsiz duruyordu. Birkaç dakika sonra, kapı yandan açıldı ve bir şey zıt yönden çıktı. Çılgına dönmüş bir şekilde bir görüş alabilmek için kameraları ayarladık. Ama görünürde kimse yoktu.

Videoya devam ettim ve Courtney'i kontrol ettim. En sevdiğim küfürlerimi saydırırken o ise dikkatsiz bir şekilde çelik destek kirişini sallandırıyordu. Birkaç yüz fit aşağıdaki soğuk ve sert zemin, Tom ve benim dışımda kimseyi endişelendiriyormuş gibi görünmüyordu.

"Tüm kayıp sicimler nereye gider?" diye sordu Courtney.

Sonra tişörtünü çıkardı. Mikrofonu çıkardı. Direğin etrafında dairesel bir dans gerçekleştirdi.

Sonra Denek003 aşağıya doğru dramatik bir kuğu dalışı yaptı.

Hala sorusunu merak ediyorum. Sanırım kimse gerçekten bilmiyor.

13 Temmuz 2021 Salı

Satan Offered Me a Job (part1-part2)

part1:

''pardon, şeytan mı dediniz?''

Verandamda duran genç adam hevesle başını salladı.

''evet efendim.'' dedi. "Efendimiz ve kurtarıcımız Şeytan'ın mesajını yaymaya geldik."

bakışımı ondan arkadaşına çevirdim. Her ikisi de üzerine tam oturmayan beyaz düğmeli gömlekler ve siyah pantolonlar giymişlerdi, yanları jöle olmuş saç kesimleri ve hafif manik gülümsemeleri vardı.

''tamam.'' dedim. ''Pekala, lord ve kurtarıcı olayına pek takılmıyorum o yüzden sanırım boşvermek zorunda kalacağım."

kapıyı kapatmaya yeltendim fakat adamlardan birinin ayağı buna engel oldu. kapıyı tekrar açtım ve iç çektim.

''sadece bir kaç dakikanızı alacağım, efendim'' dedi genç adam."Belki literatürümüze bir göz atmak sizi ikna edebilir."

diğer genç adam çantasını kaldırdı ve kilitlerini açtı. içinde ne olduğunu gördüğümde neredeyse kalbim göğsümden fırlayacaktı.

''bu... gerçek mi?''sordum

''oh evet efendim'' bunu ilk konuşan adam söyledi. ''devam edin daha yakından bakın''

Yavaşça uzandım destelerden birini aldım ve inceledim. Uzman değildim, ama bana kesinlikle gerçek bir yüz dolarlık banknot yığını gibi geldi.

bakışlarımı paradan, ürkütücü ama zararsız görünen genç adamlara baktım sonra içeri girmelerine izin verdim. kahve masamın etrafına oturduk. garip bi sessizlik oldu.

''yani...uh'' sessizliği ben bitirdim ve boğazımı temizledim '' benim adım david ve sizin de?''

''oh, kabalığımı mazur görün efendim'' ilk konuşan adam yanıtladı ''ben rahip paul ve bu da rahip stephen.''

''uh...pekii, içecek bir şeyler ister misiniz?''

''ah hayır efendim ölümlülerin yaptığı gibi gıda tüketmeye ihtiyacımız yok'' dedi paul.

''doğru''dedim.

bir gece önceden yarım kalan biramdan bir yudum aldım

İki genç adam sessizce oturdular, ben içerken bana sırıttılar. Biraz öksürdüm ve biranın sonunda dudaklarımdaki köpüğü sildim.

'' bir mesaj yaymak için geldiğinizi söylediniz. yanlış mıyım?''dedim ''nedir o mesaj?''

''sorduğunuz için sevindik,'' dedi paul ''Şeytan, Cehennemde vasıflı işgücü pozisyonları için eleman alıyor ve sizi en iyi aday olarak belirledik! Tebrikler efendim, bu sizin için harika bir haber.”




Gözlerim içi para dolu bavula kaydı.

“Ve uh… nasıl bir iş?” Diye sordum.

Paul, "Bütün doğru soruları soruyorsunuz" diye yanıtladı. "Sen keskin bir adamsın, David. Ayrıntıların tümü burada bu sözleşmede belirtilmiştir. Stephen?”

Stephen göremediğim bir yerden tek bir kağıt parçası çıkardı ve sehpanın üzerine koydu.

kağıdı alıp baktım.

''bu bir kontrat mı?''diye sordum.

'' ah evet efendim''dedi paul

''hangi dilde bu?''

''eski enokyancada yazılmış, meleklerin dili''

kontratı masanın üzerine geri koydum.

''peki, ne yazıyor?'' dedim.

''üzgünüm efendim'' dedi paul '' eski enokyanca okuyamıyorum. Üstümüz tarafından, sözleşmeyi imzalamanız bonusuyla birlikte teslim etmemiz talimatı verildi.”

''imzalama bonusu mu?'' diye sordum.

stephen bir kez daha çantayı açtı.

"Yani bana," dedim, biramı bırakırken, "o kağıdı imzalarsam, bana bir çanta dolusu para vereceksiniz."

'' evet efendim anlaşma bu'' paul hevesle söyledi.

biramdan bir yudum daha aldım.

''kaleminiz var mı?''

Paul bana kalemi verdi . ben de kağıdın altına dağınık bir şekilde adımı yazdım, Stephen hemen kaptı ve görmediğim bir yere sakladı.

''vay harika'' dedi paul ''sanırım gitsek iyi olur.''

''pekala.'' dedim '' sonra görüşürüz''

"Çok komik efendim," dedi Paul. "Elbette üçümüzün gitmesini kastetmiştim."

'' ne demek istiyorsun-''

Üçümüz yere düşerken sesim kükreyen bir sesle kesildi. Altımızdaki uzak kırmızı parıltıya doğru düşerken, sıcak hava hızla yanımızdan geçti. Kravatları uçup yüzlerini kamçılarken Paul ve Stephen'ın yüzleri, manik sırıtışlarında donup kaldı.

Aşağıdaki parlayan kırmızı toprağa sert bir şekilde düştük. etrafımızda toz bulutu havalandı. Toz temizlendiğinde kendimi bir mağara ile bir ofis arasındaki garip bir odada arkasında yüksek arkalıklı deri bir sandalyede birinin oturduğu büyük bir obsidiyen masanın karşısında buldum.

Sandalye yavaşça döndü ve takım elbiseli gülümseyen kırmızı bir iblis ortaya çıktı.

''merhaba david'' dedi '' ben şeytan. hadi şu işin hakkında konuşalım''

part2:

"Tanrı aşkına burada neler oluyor?" diye bağırdım

şeytan ince siyah kaşlarından birini kaldırdı

''kimin aşkına?''

''ben sadece demek istemiştim ki-''

cevap verecektim fakat şeytan beni iyi huylu bi kahkahayla böldü

'' sadece şaka yapıyorum''dedi şeytan. "Ama oğlum sen hiç oda okumayı bilmiyor musun, Jerry. Cehennemde başarılı olacaksan bunun üzerinde çalışman gerekecek."

''ama benim adım david'' dedim.

Şeytan masasında bir dosya klasörü açtı ve bir çeşit okuma gözlüğü taktı. Bana bakmadan önce bir an için dosyayı taradı.

'' sen jerry smith değil misin? satanist kült lideri ve kara büyü ustası''

''ah hayır ben bir muhasebeciyim''diye cevapladım

şeytan keçi sakalını kaşıdı

"Eh, bu hiç iyi değil," dedi. "En azından kara büyüde lisans derecen var mı?"

''hayır''dedim''böyle bir şey gerçekten var mı?''

''tabi ki var''dedi şeytan ''phoenix üniversitesinde online derslerimiz var''

''ah ama orası şey değil mi... bir çeşit''

''aldatmaca? dedi."Neden? Saf gençleri daha iyi bir gelecek vaadiyle cezbettikleri ve sonra da üzerine basıldığı kağıda değmeyecek bir derece karşılığında onları binlerce dolardan kurtardıkları için mi?”

''ah evet''dedim ''düşündüğüm sebep buydu''

''jerry,jerry,jerry'' dedi şeytan kafasını sallayarak

''aslında benim adım-''

"Daha az aydınlanmış kişilerin gözünde bir aldatmaca gibi görünebileceğini biliyorum," diye devam etti, "ama burada Cehennemde buna pratik iş etiğinde bir ustalık sınıfı diyoruz. Artı bazı akıllı yasal manevralar sayesinde, mezunlarının %20'sini öldükten sonra istihdam etme hakkımız da var."




"Ben şey... tamam o zaman."

Şeytan iç çekti ve gözlüğünü çıkarmadan önce dosyayı kapattı ve nazikçe masanın üzerine bıraktı.

"Pekala," dedi, "muhtemelen buraya uygun olmayacağınızı söyleyebilirim, ancak sözleşmeyi zaten imzaladığınızı ve ihlal için oldukça yüksek cezalar olduğunu göz önünde bulundurarak, sadece gidiyorsun ve elinden gelenin en iyisini yapmak zorundasın."

Dikkatini, hâlâ manik Cheshire kedisi sırıtışlarıyla odanın köşesinde duran Paul ve Stephen'a yönlendirdi.

"Ve siz ikinize gelince," dedi, "şu insan kıyafetlerini çıkarın. Beni ürpertiyorsunuz."

''peki efendim, hemen'' dedi paul.

Islak bir yırtılma sesi duyuldu ve boyunlarından iki devasa, böceğe benzer kafa çıkarken Paul ve Stephen'ın yüzleri ortadan ikiye ayrıldı. Derinin geri kalanı, atılan bir giysi yığını gibi zemine kaydı.

Şeytan, ofisinde duran iki çıplak iblise bakarken başını salladı.

''kıyafetlerinizin altına hiç bir şey giymediniz mi'' dedi

''üzgünüm bay şeytan efendim.'' dedi paul ''bu kıyafetleri giyince gerçekten çok sıcak oluyor''

"Şu anda cehennemde olduğumuzun farkındasın, değil mi?" dedi Şeytan. "Artık sıcağa alışmış olmalısınız."

"Evet, Bay Şeytan, efendim," dedi Paul.

şeytan iç çekti ve masasının üzerinde duran telefondaki kırmızı tuşa bastı

''tina?'' dedi

''evet bay şeytan?''yorgun bir kadın sesi geldi

"Lütfen Fyrznal'ı, Yardımcı Paul ve Stephen'a HR'daki Ağrı Canavarı'na kadar eşlik etmesi için gönderir misiniz?"

''evet bay şeytan''

ofisin kapısı açıldı ve kafatasının arkasına saplanmış bir balta olan dev mavi tenli bir iblis içeri girdi. İki yardımcıyı omzuna astı ve çığlıklar içinde ofisten dışarı taşıdı.

"Bu ikisini uzun zaman önce kovmalıydım," dedi Şeytan, başını iki yana sallayarak. "Ama onlar karımın yeğenleri - ne yapabilirim?"

''ah...bilmiyorum''

Şeytan masasındaki dosya klasörüne göz gezdirirken, ofisin köşesindeki iki insan derisinden takım elbiseye baktım ve eskiden iblisler yerine insanlarla mı dolu olduklarını merak ettim. Düşüncelerim kısa süre sonra Şeytan'ın boğazını temizlemesiyle bölündü.

"Eh, zaman kaybetmenin anlamı yok," dedi, "pirinç çivilere geçelim. Orznak'ın Ebedi Ruh Entropisi ve Hiperenflasyon Yasasına aşina olduğunuzu varsayıyorum."

"Orznak ne?" Diye sordum.




Şeytan içini çekti ve dosyaya bir not karaladı…




"En azından Baal'ın İnsan Kötülüğü Endeksi ve bir ruhun mikro-Hitler'lerdeki değerini ölçmenin doğru yolu hakkında bilgi sahibi olmalısınız," dedi.




başımı salladım.




"Üzgünüm, hayır" dedim.

Şeytan kaşlarını çattı ve klasörün içine başka bir not karaladı. Sonra kapattı ve ofisin arka köşesindeki şömineye fırlattı. Ateş bir an için parlak mor renkte parladı ve sonra dosya kayboldu.

"Sorun değil," dedi hafif bir gülümsemeyle. “Her şey nispeten basit; Kısa sürede alacağınızdan eminim. Bu arada, sana ipleri öğrenmene ve ilerlemeni izlemene yardım etmesi için bir eğitim subayı atayacağım."

şeytan tuşa tekrar bastı

''tina?''dedi

''evet bay şeytan'' yorgun kadın sesi cevapladı.

''frenken teddyi yollayabilir misin''

''evet bay şeytan'' ses tekrar cevap verdi

şeytan elini tuştan çekti bir dakika sonra ofis kapısı menteşelerinden fırladı ve devasa bir şeytani oyuncak ayı ofise daldı. Kürkü griydi ve şüpheli bir şekilde eski kan lekelerine benzeyen bir şeyle lekeliydi gözlerinden biri yanan kömür gibi kıpkırmızıydı. Konuştuğunda, o kadar gürültülü, derin, çınlayan bir tondaydı ki dişlerimi takırdattı.




“EVET, BAY ŞEYTAN?” diye gürledi




"Merhaba Franken Teddy," dedi Şeytan. "Bu, Şeytani Muhasebenin Üstadı Jerry Smith. Darryl'ın departmanından çıkan yeni projenin iplerini ona göstermeni istiyorum. Bunu benim için yapabileceğini düşünüyor musun?”




Franken Teddy, “Görevimi TAMAMLAYACAĞIM YA DA MUHTEŞEM YÜKÜMLÜLÜĞÜNDE ÖLECEĞİM” dedi. Sonra dikkatini bana çevirerek, “ GEL İNSAN. YAPILACAK İŞİMİZ VAR."

Yine de ayağa kalkmaya çalıştığımda bacaklarımın garip bir şekilde işbirliği yapmadığını gördüm. Midem kıvranıyordu ve iblisin köz gözü odanın karşısından içimde bir delik açıyormuş gibi hissettim.

''uh şeytan?''

''evet jerry''

"Sizin uh... hiç uh... insan eğitim görevlileriniz yok mu?"

''neden? ırkçı mısın ya da onun gibi bir şey''dedi şeytan.

"Hayır, sadece—yani, oyuncak ayılar teknik olarak bir ırk mı?"

"ŞEYTAN'IN ŞEYTANİ LEJYONUNDA BİR KOMUTANIM" diye gürledi Franken Teddy. “OYUNCAK AYI DEĞİL.”

"Gerçekten duyarsızsın, Jerry," dedi Şeytan, başını sallayarak. "Ayrıca endişelenmene gerek yok. Franken Teddy, en iyi eğitim görevlilerimizden biridir. Ve sadece olağanüstü durumlarda ölümcül güç kullanma yetkisi var."

"Ah," dedim. "Bu... içimi rahatlattı."




"GEL, KÜÇÜK İNSAN," diye gürledi Franken Teddy.




Onu ofisten dışarı çıkarmamı işaret etti ve ben de öyle yaptım. Koridora çıktığımızda dedi ki:




“İLK VE EN ÖNEMLİ DERSİNİN ZAMANI GELDİ, İNSAN. CENNETİN SONSUZ KRALLIĞINDA, TÜM DURUMLAR OLAĞANÜSTÜ OLARAK BELİRTİLMİŞTİR.”

Dizlerimin gücünün kaybettiğini hissettim. Cevap vermek için ağzımı açtım ama çıkan tek şey hafif bir nefes alma sesiydi.




Franken Teddy ile birlikte yürüdüğümüz koridor kapalı kapılarla doluydu; arkamızdaki odalardan gelen çığlıklar yüzünden Midemde derin bir korkunun kabarmaya başladığını hissettim.




Umarım birkaç gün sonra hala hayatta olurum.

12 Temmuz 2021 Pazartesi

Slenderman

Kız bir sarsıntıyla uyandıktan sonra birkaç saniye daha yatakta yattı. Başucu lambasını yakmak için uzandı tatlı uykusunu neyin çaldığını tam olarak anlamaya çalıştı. anlayamayınca esmer bacaklarını yatağın kenarından sarkıttı ve kendini kaldırdı. telefonundan saatini kontrol etti. Telefonundan saate baktığında,- gece yarısı- cadılar bayramı olduğunu görünce burnundan soludu. gidip kahve almaya karar verdi. Ön kapısının önünden geçerken, omurgasından aşağı sıvı bir ateş gibi ürperti yayıldı. tekrar kahve planına odaklanarak sadece kış, dedi kendi kendine, . suyu ölçmek ve fincanını hazırlamak kafasını meşgul etti, ancak koyu renkli sıvı kaynadıkça, aklını başka yöne gitmekten alıkoyacak hiçbir şey kalmamıştı. soğuk ürpertiyi tekrar hissetti. dönüp ön kapıya baktı. her zamanki gibi görünüyordu. sürgü hala yerindeydi yanlış giden bi şey var gibi görünmüyordu. Kahvesine dönerek bu hissi unutmak için elinden geleni yaptı. elinde kahvesiyle odasına yürümeye başladı. Ön kapının önünden geçerken gözetleme deliğinden dışarı hızlı bir bakışın huzursuz zihnini sakinleştirmeye yardımcı olacağına karar verdi. Kapıya doğru attığı her adımda , battaniyesinin güvenliğinden ve sıcaklığından uzaklaştıkça soğukluk daha da artıyordu.Boş elini soğuk, metal kapıya dayadı gözünü kapı deliğine götürmeden önce derin bir nefes aldı.İlk başta, sadece mürekkep gibi bir karanlık görebiliyordu ve bir şekilde kendi içinde dönüyor gibiydi. Şaşkınlıkla gözlerini kırptığında boşluk eriyip gitti. Onun yerinde, bir zamanlar erkek olduğunu tahmin edebileceği bir şey vardı.Uzuvlar uzun ve insanlık dışı bir şekilde garipti, hantal eklemler bir ağacın dallarından farklı olarak birkaç kola ayrılıyordu. Yaratığın üzerinde siyah bir takım elbise vardı bu da bir şekilde bu şeyi onun için daha korkunç yapıyordu. bununla birlikte yüzü görünmüyordu sanki zihni bu korkunç şeyi bulanıklaştırmış gibiydi. kendini ittirip kapıdan uzaklaştırdı .sıcak kahve fincanı yere düştü, geriye doğru düşüp kapıdan sürünerek uzaklaşmaya çalışırken kahve çıplak bacaklarını yaktı.Bir şekilde, zihninin ona oyun oynamadığını biliyordu. sürünerek kapıdan uzaklaşırken çatlakların arasından giren siyah yılanımsı şeyleri gördü.Kız, kaçma içgüdüsü ile kapıya sırtını dönmeme içgüdüsü arasında sıkışıp kalmıştı.Kapı sarsıldığında, kaçma dürtüsü onu ele geçirdi ve odasına geri dönmeye çalışırken yerdeki kaynar kahvenin içine kaydı. Kendini bir köşeye sıkıştırdığını içten içe biliyordu ama kapıdan uzaklaşması gerekiyordu.Kız daha önce kilitli olan kapının gıcırdayarak açıldığını duyduğunda koridorun yarısındaydı. çığlık attı ve duvara yaslandı.siyah yılanımsı uzluvlar çenesini kırdı sonrasında sadece karanlık vardı.






*****




"Nicole?" sıcak bir erkek sesi kadını transtan çıkardı.Arkasını döndüğünde, kız kardeşinin doktoru tarafından karşılandı. Başını salladı, bir şey söylemesi gerekip gerekmediğinden ya da söyleyecek bir şeyi varsa bile sesinin çıkıp çıkmayacağından emin değildi.O sabah hastaneden, ablası Lindsay'in orada olduğunu söyleyen acil bir telefon almıştı.Onu görmesine izin vermeden önce, doktor onu kenara çekmiş ve dün gece neler olmuş olabileceği hakkında onunla konuşması için ısrar etmişti."Kendini değiştirmiş" ve "saldırı" gibi ifadeler etrafa saçılmıştı Nicole kafasının karıştığını hissetti. ne dediklerini hâlâ tam olarak anlamamıştı ta ki Lindsay'i kendi gözleriyle görene kadar. Küçük kız kardeşinin başına sarılmış bir bandaj vardı, hem kulaklarını hem de gözlerini kapatmıştı. Artık görmeyen gözlerinin kurumasını ve Lindsay'nin kulaklarında açtığı yaraların enfeksiyon kapmasını önlemek için yapıldığını söylediler. Doktorlar, bir başkasının, dengesini bozmak ya da bir şeye karşı sağır etmek için kulağının içine bir kurşun kalem soktuğunu düşünmüşlerdi.Ellerinde, bacaklarında ve ayaklarında, komşularının evinin girişinden sızmış halde bulduğu kahveden dolayı olduğu düşünülen birinci ve ikinci derece yanıklar vardı.Nicole, ablasının hastane odasına ilk girdiğinde, pencerede bir adamın siluetini gördüğünü sandı ama bunun imkansız olduğunu biliyordu çünkü ablasının odası hastanenin üçüncü katındaydı.

6 Temmuz 2021 Salı

They Were Devils

Büyükbabamla creepypasta hakında konuşuyorduk. Bu terimi daha önce hiç duymamıştı ve duyduğunda kıs kıs güldü. Ona ne olduğunu açıkladığımda bana ‘’biz onlara şehir efsanesi derdik’’ dedi

Benden bi kaç örnek istedi ben de ona en öne çıkanlardan birkaç örnek verdim- slenderman, ben drowned, vb. sonrasında henüz okuduğum bi creepypastadan bahsettim. Hikayenin adı ‘’the milk boy’’idi. 1800 lerde geçen ve uzun zamandır ölü olan adamlar tarafından ormana çekilen bir çocukla ilgiliydi. Ardından çocuk, içinde ölü adamların ruhunun olduğu bilyeler buluyor ve kaybediyor. Onları bulmaya kafayı takıyor. Sonucunda kasabasında yaşayan herkesi öldürüyor. Bilyeleri bulmayı başaramıyor ve bulana kadar herkesi öldüreceğine yemin ediyor.

Büyükbabama anlattıklarımı bitirdikten sonra verdiği tepki beni şaşırttı. Yüzü sertleşti ve sessizleşti. Ona iyi olup olmadığını sordum. Sadece başını salladı. Zayıflamış ve dengesini kaybetmiş görünüyordu. Bu hallerinin vertigodan dolayı olduğunu düşündüm. Ondan sonra büyükannem onu alıp dinlenmesi için eve götürdü.

Bir hafta sonra ailem büyükannem ve büyükbabamın evine biraz yiyecek bıraktık. O olaydan sonra konuşmadığımız için biraz gergin hissediyordum. İçeri girdik. onu koltuğunda siyah beyaz eski bir kovboy filmi izlerken buldum. Şimdi iyi görünüyordu. Yanına gittiğimde bana gülümsedi ve sarıldı. Annem ve büyükannem mutfakta poşetleri boşaltıyor ve aldıklarımızı yerleştiriyordu. Oturma odasında yalnızca büyükbabam ben ve babam kalmıştı. Kovboy filmi televizyonda devam ediyordu ve kimse hiçbir şey söylemiyordu. Ben telefonumla oynamaya başladım, babam sadece oturuyordu, büyükbabam ise filmini izlemeye devam ediyordu. Büyükbabam en sonunda konuştu. Arabasının kontrol ışığının nasıl yandığından bahsetti. Konuşma başlatmak için söylediği şeyin biraz tuhaf olduğunu düşündüm ama babamın arablar üzerine çalıştığını biliyordu. Babam bu sessizlikten kaçmak için konuya adeta atladı ve eski arabayı kontrol etmek için garaja gitti.

Babam gittikten sonra Büyükbabam hemen televizyonun sesini kapattı. Kanepede oturan bana baktı. Sertçe yutkundu ve dedi ki ’’onlar şeytandı’’

Anında tedirgin oldum. Neden bahsettiğini bilmiyordum ve her şey biraz … tuhaf görünüyordu. Ona sordum ama o aynı iki kelimeyi tekrar etti

‘’onlar şeytandı’’

‘’kim?’’

‘’ormandaki uzun ölü adam…şu bana anlattığın hikayedeki’’

O zaman, bir hafta önce baş dönmesi nöbeti geçirmeden hemen önce ona anlattığım hikaye olan “the milk boy”dan bahsettiğini biliyordum. Dedeme de babası tarafından benzer bir hikaye anlatıldığı ortaya çıktı. Bana hikayeyi anlatmaya başladığında, nedense içimden telefonumdaki sesli not özelliğine kaydetmek geldi. İşte kayıttan aktarabildiklerim:

Ben küçükken, New England'da yaşıyorduk. Çok güzel bir yerdi, bu yüzden gördüklerim ve duyduklarım çok yersiz görünüyordu. Onuncu doğum günümden bir iki gün önce bir yaz gecesiydi. uyuyamadım. Güneş henüz batmamıştı ve hala enerjim vardı. Bu yüzden pencereme gittim ve açtım. Neredeyse kırk beş dakika orada oturdum ve güneşin dağların ardından batışını izledim. Hava tamamen karardığında hala yorgun değildim. O yüzden öylece oturmaya devam ettim. Ormandan kaçan ve garajın yanındaki çöp kutularını koklayan rakunları gördüm. Ağaçların üzerinde uçan yarasalar gördüm. Bunların hepsi yaşadığımız yerde görülecek normal manzaralardı. Sonra tam yorulmaya başladığımda, evimizin arkasındaki ormandan biraz daha hışırtı geldiğini duydum. İlk başta sadece başka bir rakun olduğunu düşündüm. O gece ay her zamankinden daha parlak görünüyordu, bu yüzden penceremdeki her şey ayın parıltısıyla aydınlandı. Ağaçların içinde hareket eden karanlık bir şey gördüm ve sonra durdu. Tekrar hareket etti ve sonra durdu. Yorgunluğumu üzerimden atıp ormanda hareket eden her şeye odaklanmaya çalıştım. Daha sonra ağaçların içinden uzun bir gölge uzadı. Uzadı ve sonra aynı hızla ortadan kayboldu. Gölge bunu tekrar yaptı ve sonra ikinci bir gölge ona katıldı. Gölgeler avlu boyunca uzanırken çöp kutularına ulaştılar. Gölgeler onlara temas edince çöp kutuları hareket etti ve metal kapaklardan biri yere düştü. İşte o zaman onların gölge olmadığını anladım. Yüksek sesle nefesimi tuttum ve karanlık uzantılar korkmuş gibi hızla ormana geri çekildi. Onlar gözden kaybolur kaybolmaz, karanlıktan korkunç, kuru bir uluma çıktı. Gerildim ve geriye düştüm. Hemen yatağıma koştum ve yorganı kafama attım. Hâlâ ulumayı duyabiliyordum ama sesi solmuştu - sanki her ne ise şimdi ters yöne geri çekiliyordu. Ondan sonra başım döndü, hiç böyle tuhaf bir an yaşamamıştım. Bayıldım ve sabaha kadar uyanmadım. Uyandığımda ilk işim pencereme gitmek oldu. Hâlâ açıktı ve şimdi bir gecede içini bir küf kokusu kaplamıştı. Dışarısı sisliydi, bu yüzden garip koku için sisi suçladım. Çöp kutuları hâlâ oradaydı ve kapaklardan biri hâlâ yerdeydi. Kahvaltıda babama gördüklerimi anlattım. İlk başta pek bir şey söylemedi, o sırada uyanık ve yataktan çıkmış olmam dışında. Ama günün ilerleyen saatlerinde, sis dağıldıktan sonra, onunla dışarıda, odunların evin yan tarafına taşınmasına yardım ediyordum. Metal kapağı aldı ve çöp kutusuna geri koydu. Küçük evimizi çevreleyen uçsuz bucaksız vahşi denize baktı ve bana yaklaşmamı söyledi. Dediğimde, ormanı işaret etti.

"Gördüğün yer orası mı?" babam sordu.



"Evet’’ dedim.

Sonra bana beni korkutan tuhaf bir hikaye anlattı. Yaklaşık yüz yıl önce evimizde dört kişilik bir aile yaşamış. Ortalıkta dolaşan bir hastalık , babayı hasta etmiş . birkaç gün sonra baba ölmüş. Bir kız ve erkek çocukları bakması için yalnızca anneye kalmıştı. Anne her gün işe giderdi bazen sekiz ya da dokuz saate kadar eve gelmezmiş. küçük kız kardeşini çocuğa emanet edermiş. On yaşında, iki çocuğun en büyüğüymüş. Kız kardeşine yemek hazırlar, onunla oynar, ona bir şeyler öğretmesine yardım edermiş. Bir öğleden sonra çocuk, kız kardeşine bir bardak süt doldurmuş. Süt bozulmuş, ama o bunu bilmiyormuş. Kız onu içmiş ve iğrençliğinden çığlık atmış Hemen hastalanmış, şiddetle kusmuş ve ateşi yükselmiş. Çocuk paniklemiş ve yardım getireceğini söylemiş. En yakın komşu aşağı yukarı bir mil uzaktaymış, ama çocuk, ormandan kestirmeden giderse çeyrek mil kadar yolu kısaltacağını biliyormuş. Kız kardeşini başında ıslak bir bezle yatağına yatırmış ve ormana doğru yola koyulmuş. Koşmuş, koşmuş, ama orman ona farklı görünüyormuş. Çarpık, hatta geriye doğru görünüyorlarmış. Çocuk kaybolduğunu anlayınca durmuş. O sırada bir ses duymuş. Neredeyse insana ait olamayacak, derin bir sesmiş. Etrafına bakmış ama kimseyi görememiş. Seslenmiş ve sonra sesi tekrar duymuş. Ses “ALTINCI OLACAK…”diyormuş. Çocuk tekrar dönmüş ve bu sefer gördüğü şey kanını dondurmuş. Önünde duran küçük bir ağaç grubu varmış, her birine insan kalıntıları bağlıymış. Çürümenin ezici kokusu duyularına baskın çıkarken çocuk ağzını kapatmış. Çocuk sesi tekrar duymuş. Bu ses kim olduğunu sormuş. "Doyle," diye yanıtlamış çocuk, sesin nereden geldiğinden hâlâ emin değilmiş. Ses yine farklı bir dilde konuşmuş. Doyle duyduğu kelimeleri anlamamış ama önündeki şeyleri görmeye başlamış. Ağaçlar çıplakmış ve bir yerlerden bir köylü kalabalığı beş çıplak adamı ormanın içinden sürüklüyormuş. Beş adamı bağlayıp ağzını tıkamışlar, ama adamlar kavga ediyor gibi görünmüyorlarmış. Sanki kaderlerini kabullenmişler, hatta bunu istiyorlar gibiymişler. Doyle, köylülerin beş adamı ağaçlara bağlayıp onları karanlık uygulamaları için ölüme mahkûm ederken her birine şeytan derken onları izlemiş. Köylülerden biri bir tür uzun bir bıçak tutuyordu ve ardından sistematik olarak beş adamın hepsini baştan aşağı keserek geçmiş. Cesetlerin hepsi orada asılı, kanlarını aşağıdaki toprağa akıtırken, köylülerin hepsinin ölü adamlardan geldiğini düşündükleri hayalet kahkahaları duyduklarını iddia ediyorlarmış.

Cesetler orada çürümeye bırakılmış ve bu güne kadar hala ormanda bir yerde olduğu söyleniyor. Doyle, o gece annesinin eve gelip onu gittiğini ve kız kardeşinin yatağında öldüğünü gördüğünde doyle un kayıp olduğu bildirildi. Doyle'a ne olduğuna dair resmi hikaye belirsiz, ancak beş şeytanın onu altıncı, bir tane daha korkunç ve itici hale getirdiği düşünülüyor. Doğal olmayan bir şekilde ormanda sürünen, acımasız bir uluyuşla beş şeytanın emrettiği aşağılık eylemleri gerçekleştiren biri. Ondan sonra ses kayıt cihazını kapattım. Dedem bana bu hikayeyi anlatırken, hikayeyle “The Milk Boy” arasındaki benzerlikleri görebildim. Her iki hikaye de New England bölgesinde gerçekleşti, benzer temaları ele aldı ve Doyle adında bir çocuğu içeriyordu. Büyükbabam, o yaz gecesi ormandan geldiğini gördüklerinin gölgeli uzantılarının Doyle'un daha korkunç bir tekrarı olduğuna ikna olmuş durumda. Gördüklerinin gerçek olduğunu söyledi ve babasının ona anlattığı hikayeyle birleştiğinde tanık olduklarına dair başka bir açıklama yoktu. Böyle bir şeyin gerçek olduğunu bile hayal edemiyorum ama şimdi aynı hikayenin birden fazla versiyonu var gibi görünüyor. Creepypasta hikayesine daha derinden baktığımda, bunun "The Whool" adlı daha büyük bir hikayenin parçası olduğunu fark ettim - doğaüstü bir varlıkla (the milk boy tarafından tasarlandı) küçük kasabalardaki insanları sakatlayan, kuru, boşa ağlayan

Şimdi, belki de bunun gibi daha fazla hikaye olduğuna ikna oldum. Belki başkaları New England'daki ormanın derinliklerinden korkunç bir çığlık duymuşlardır. Belki başkaları açıklanamayan kötü kokuları koklamıştır. Hikaye gerçek olsun ya da olmasın, dedem bana hiç yalan söylemedi. Ona inanıyorum.



Bu güne kadar hissettiği korku inkar edilemez derecede gerçektir.

29 Haziran 2021 Salı

The God Experiment Part 2

Part 2

Tanrı deneyinin ikinci denemesi 29 yaşında bir kadını talep etti.

İsmi Caroline'ydi.

Biyografisine göre, denek 1.60 cm ve 61 kiloydu.
Caroline, her iki lensinde de astigmat olan ela gözleriyle sakince birleşen sarı saçlara sahipti. Araştırma sonuçları fotoğrafta şaşırtıcı bir romantik partner eksikliği gösteriyordu. Her şeye rağmen, yalnızca bir erkeğin peşinden koşan bir kadındı. Bu gerçek Tommy'nin ikinci kutusunu kontrol etti.

Denek 002 girdi.


Caroline evine yakın bir apartman dairesinde yanlız yaşıyordu. Böyle olmasını tercih etmişti. Kısa mesafe, annesi Jacklyn'i günde 2 kez kontrol etmesini kolaylaştırmıştı. Jacklyn 2. derece göğüs kanseri geçirmiş ve kemoterapinin elden ayaktan düşüren sonuçları araştırmamız sırasında etkisini göstermeye başlamıştı. Ama asla söylenmemişti. Bazıları daha kötüsüyle karşılaşmıştı. Babası, yıllar önce aynı hastalıktan dolayı ölmüştü ve kimse bunu istemezdi.

Erkek kardeşi şu an çalışıyordu ve Caroline bunun iyi bir şey olduğunu düşünmüştü. Ama kimse Shawn'ın ne kadar çalışacağını bilmiyordu. Asgari ücret pozisyonları mevsimsel olmaya meyilliydi. Telefonda arkadaşlarına yeni işin kazançlı ama ürkütücü olduğunu söyledi. Ya ona bişey olursa? Ya ölürse? Onu kaybetseydi, aklını da kaybederdi.


Bu yüzden Caroline geceleyin dua etti.



Tommy koridorda horlarken sesi dinlemeyi severdim.


Tıpkı hepimizin istediği şeyleri tanrıdan istedi. Her gün daha da ince görünen annesi için oyunun kurallarını değiştiren bir tedavi belki de. Belki kardeşi şehirdeki yeni mağazada yönetici konumuna gelebilirdi. "Çok fazla potansiyeli var" derdi ablası. Sesi fısıltıdan biraz daha yüksek çıkmıştı bu cümleyi tekrarlarken. "Bu sefer kendini adaması için ona güç ver!"

Aynı zamanda Caroline, tanrıya, beklemeye değer bir adamla ne zaman tanışacağını sordu. Sonuncusu, diğerlerinden daha az önemli görünüyordu fakat yine de tüm dualardaki gibi not alınmıştı.


Her gece bu rutini tekrarladı. Kimse yanıt vermedi.


Çalışmamızın ikinci haftasında bu durum değişti.

Jacklyn'in sabah doktoruyla önemli bir randevusu vardı. Kızı, endişe içinde sabaha kadar uyuyamadı. 17 dua etti. 6 tane son çare duaları, 6 tane isa mesih'in müritlerine öğrettiği dua ve büyük adamın kendisine 5 kişiselleştirilmiş mesaj.


Nasıl olmuşsa, çocuk tam şekilde yapmıştı.


İkisi içeri girer girmez heyecan arabanın sesini bastırıyordu. Jacklyn ilk başta evhamlı bir ses tonuyla konuştu.



"Bekle.. Doktoru duyamıyorum. Ne zaman konuşsa mırıldanıyor. Kemoterapi gerçekten işe yaradı mı?"


Kurumsal otoparkın arkaplanı aniden güzel bir manzara çizdi. Anne ve kızı uzun bir süre boyunca kucaklaştılar. Rüzgar kırıcılarından gelen statik bir an için mikrofonları bozdu. İkisi de koltuklarına otururken gözlerindeki yaşları sildi.


"Kemoterapi gerçekten işe yaradı." Caroline sesini temizlemek için birkaç kez öksürdü. "Doktor dedi ki, bazı takip taramalarına ve yeni ilaçlara ihtiyacın var ama artık yeni bir tedavi yok!"


Durdu ve annesine hayranlıkla baktı.


"İyileşiyorsun genç hanım!"


Videoyu durdurdum.

O an benim de ağlamama sebep oldu. Zavallı, savaş yorgunu kadın peruğunun altından gülümsedi. Yine genç görünüyordu. Kurtuluşun tanımı 10 yıl sürmüştü. Bir dizi kötü olaydan sonra nihayet iyi bir şeyin gerçekleştiğini görmek güzeldi.



Tommy omzumun üzerinden baktı.


"Ekran fotoğrafı al"


Denileni yaptım. Bir saniye sonra videoya devam ettik.


"Kardeşini ara. Endişeleniyor." Caroline'nin annesi genellikle sert ve soğuk bir ifade takınırdı. Ama bugün,hiçbir şey o yorgun gözlerdeki ışıltıyı engelleyemezdi. "Hadi bir şeyler içelim!"


"Hoparlörde, bizi aradı." Caroline kıkırdadı. "Shawn bizi duyabiliyor musun?"


Kendinden emin genç bir erkek sesi ikincil sesten çatırdadı.


"Bil bakalım kim tam zamanlı oldu?"

Caroline'nin her iki dileği de aynı gün gerçekleşmişti.


Tüm aile, bunu geceleyin kutlamıştı. Kasabanın yakınlarında bir restoran seçmişlerdi. Kamera geçmişimizde bu yer yoktu. Umarım iyi vakit geçirmişlerdir.


Yine, saatler sonra kameralarımız eve giderken tökezleyen sarhoş bir deneği yakaladı. O sırada yalnızdım. Sesi arttırdığımda kızın gergin sesi kanımın donmasına sebep oldu.


"Onlar iyi mi? İyi. Onlar iyi mi? İyi. Onlar iyi mi? İyi."


Caroline sözcükleri döngüye alınmış acıklı bir şarkı gibi mırıldanıyordu.



"İyiler mi? İyi. İyiler mi? İyi. İyiler mi? İyi."


Tommy, karısına uzun zamandır ilk kez onu bir akşam yemeğine çıkaracağına dair söz verdi. Ona ısmarlamaya söz verdim. Binlerce kez bu konu hakkında aradım ve yazdım.

"Denek002. Aynı belirtiler. Bunun tekrar olmasına izin veremeyiz. Aç şunu telefonu Tommy."


Bir cevap alamadım.


Caroline kafası karışmış kekeme adımlarla ailesinin etrafında sallanıyordu. Yeni cümleleri boş odaya birkaç kez tekrarladı. Her şey tuhaf görünüyordu. Sadece içmeye gidilen çılgın bir gece için fazla tuhaftı. Uyuşturucuların işe karıştırıldığını düşünmüyordum, en azından gönüllü olarak. Bu kız evinde alkol bile bulundurmuyordu.


5 dakika sonra Caroline kapıya yürüdü ve yağmura doğru adım attı. Sıcaklık 43 fahrenhayttı. Ayakkabıları, süveteri ya da şapkası yoktu.


Yetişmek için mümkün olduğunca hızlı bir şekilde görüşler arasında geçiş yaptım. Bir süre sonra, ikinci kamera deneğimizi arka bahçesinde yakaladı. Tozlu mısır tarlası kırsal mülkiyetin köşesinde bulunuyordu. Caroline ona doğru yavaşça yürüdü.


Endişelenmiş ya da acelesi varmış gibi görünmüyordu. Mikrofon, soğuk ve sakin nefes alış verişleri yakalıyordu. Aslında, tüm deney boyunca ilk defa huzurlu görünüyordu. Kan basıncı ve yaşamsal değerler daha sağlıklı seviyelere ulaştı. Nabzı hiçbir sorun göstermiyordu.



Caroline çok geçmeden mısır tarlasının kenarına ulaştı. Dönüp eve son bir kez daha baktı ve gülümsedi. İçimden bir ses hala kameraya bakıp gülümsediğini söylüyor.


Birdenbire küt bir objeyle arkasından başı vuruldu.

Bulanık bir şekil deneğimizi sürüklerken şaşkına dönmüş ve çaresiz bir şekilde oturuyordum. Mikrofon mısır tarlasına düşmeden önce ses son bir cümle yakaladı.


"Onlar iyi mi? İyi."

Denek002 o gün bugündür hala kayıp.

21 Haziran 2021 Pazartesi

I Investigate Disturbing Cases: Here Are My Stories - Watchers



Polis memurlarını düşününce, nasıl göründüğümüz ve gerçekte kim olduğumuz arasında bir uyumsuzluk olduğunu düşünüyorum. Birçok insan bizi iyi olarak görüyor. “Kötü adamların” istediklerini yapmalarını engellemek için son anda parlayan altın rozetleriyle çıkagelen gerçek hayat kahramanları olarak görüyorlar.



Ama gerçek bu değil. Bizim süper güçlerimiz yok. Belirli bir alandaki bütün suçları göremeyiz. Ve her şeye istediğimiz hızda cevap veremeyiz. Günün sonunda biz sadece içinde bulunmamız gereken durumları kanunların bize söylediği gibi değerlendirip harekete geçen insanlarız. Biraz derine indiğinizde çirkinliği görebiliyorsunuz. Irkçılık, gücün kötüye kullanılması, şiddet. Bir çok insan bunları her gün görüyor. Diğerleri de çok farkında değil.

Bu ne anlama geliyor? İyi insanlar olarak gizlenmiş canavarlar mıyız? Bazı insanlara göre evet ve belki de makuldür. Ben başka bir anlama geldiğini düşünüyorum. Bana göre, bizim toplumun iyi ve kötü yansıması olduğumuz anlamına geliyor. Ve toplumun çoğunluğu gibi karmaşık ve detaylıyız. Bizi nasıl görmek istiyorsanız ya da görüşünüzün sınırı ne kadarsa o olabiliriz. Polis olarak bu konuda sıkıntı yaşıyorsunuz. Çünkü günün sonunda sizi birisinin nasıl gördüğünün aslında gerçek olduğunu asla bilemiyorsunuz.

Şef beni ofisine çağırdığında vardiyamın erken zamanlarıydı. Gelişigüzel bir şekilde birkaç dokümana bakarken ağzındaki kürdanı çiğniyordu. Birkaç belgeye göz gezdirip onları bir köşeye atmadan önce orada sessizce tam tamına otuz saniye oturduktan sonra bana şüpheli bir ifadeyle baktı. “Smith…” her zamanki emir veren sesiyle gürledi. “Bir durum hakkında tavsiyene ihtiyacım vardı.”

“Tabii ki,” diye cevapladım. “İlişki tavsiyesi olmadığı sürece, seni kesinlikle boşanma yoluna sokacağım… Aşağı yukarı iki ay içinde.”

Günün geçmiş olaylarını sıralamadan önce onda bir gülümseme kırıntısı yakaladım. “Bekâr bir anne, galiba adı Bayan Wilson’du. Dün buraya geldi ve yüksek rütbeli memurlarımızdan biriyle konuşmak için yalvardı. Bu kâğıtların birazını almak için idareye inmiştim ki isteğine kulak misafiri oldum. Gidip kendimi şef olarak tanıttım ve konuşmaya başladık. Bana en kısa zamanda polis korumasına ihtiyacı olduğunu söyledi ve bunu yüksek yetkiye sahip birine direkt olarak yalvararak yapmak istedi.”

“Polis koruması mı?” dedim yüksek sesle düşünerek. “Ciddi bir şey olmalı.”

“Ben de öyle düşündüm.” diye onayladı. “Ama Bayan Wilson bana nasıl küçük oğlunun penceresinin dışında bir adamın onu her lanet gece izlediği hakkındaki hikâyeyi anlatmaya başladı. Ne yaparsa yapsın adam gitmiyormuş. İyi bir anne olduğu için tabi ki hep ona bakmak için gidiyor. Ama her seferinde orada hiç kimse olmuyor. Ama oğlunun gözlerindeki korku gerçek. Gözlerindeki ifade çok kötü bir şey gördüğünü söylüyor ve o da oğluna inanıyor. Bu durumu düzeltmek için, o pisliği yakalayana kadar birini dışarıda tutmamızı istiyor. Nasıl hareket etmemiz gerektiğini düşünüyorsun?”

Yüzümü kafam karışmış bir şekilde buruşturdum. “Ben… Anlayamıyorum. Demek istediğim, gerçekten bu konuda fikrime ihtiyacın var mı? Oldukça açık değil mi? Onun bu gizemli adam hakkındaki korkusunun gerçek olduğunu anlıyorum ama memurları istendiğinde koruma olarak veremeyiz. Yardım etmemizi isterim ama eğer bu adamın var olduğuna dair bir kanıtı yoksa bizim yapabileceğimiz çok bir şey olmuyor değil mi? Güvenlik kamerası taktırmasını ya da bir silah almasını önerebilirim. Eğer bu adamı kameraya alırsa düzgünce bir soruşturma yapıp onu bulabilmeyi umabiliriz.”

Şef kahkaha attı. Bu beni şaşırttı. Çünkü bu adam %99 ciddi bir ifade takınır. “Düşünce tarzını beğeniyorum Dedektif Smith. Her durumda açık ve mantıklısın. Ya seni kurtaracak ya da öldürecek bir özellik. Öyle ya da böyle hayatındaki bütün farkı oluşturacak. Ama… Büyük bir şeyi atlıyorsun.”

Beni bir yere yönlendirmek istiyordu ama bununla nereye varmam gerektiğini tam olarak bilemiyordum. Tek yapabildiğim cevap olarak kaşlarımı kaldırmaktı.

Kafamın karıştığının farkına varınca ağzından kürdanı çıkardı ve sanki sigara dumanı çıkarır gibi nefes verdi. “Sence oğlu geceleri penceresinin dışında bir adam olduğunu söyleyen bekâr bir anne hali hazırda kameralar almamış mıdır? Birkaç gece sonra bulabildiği en pahalı kameraları alıp penceresinin dışına yerleştirdi.”

“Ve?”

“Ve tabi ki de orada bir adam olduğuna dair bir kanıtımız bile olmadan hâlâ burada oturuyoruz. Hâlbuki buraya çocuğunun onu daha dün gece gördüğünü söylemek için geldi.”

Zihnimde parçaları birleştirmek biraz vaktimi aldı. Bunun nasıl mümkün olabileceğini anlayamıyordum. “Bilmiyorum. Bulacağın şey de bu zaten. Sana zaten adresini ve bilgilerini içeren bir e-posta gönderdim.”

Düşmemesini umduğum talihsiz bomba buydu. Bu davaya atanmamla alakalı ne kadar tartışmak istesem de bundan sıyrılamayacağımı biliyordum. Ve o uzun kadınla olan son karşılaşmamdan beri, şef ve ben bir şeyi anlamıştık. Onun çok kimsenin farkında olmasını istemediği bir şey görmüştüm. Ama sadece o da değildi. Eğer bir şeyin “sıra dışı” sınıfında olduğunun birazcık bile şüphelense onun buradaki adamı olurum.

Yine de ikimiz de varsayımlarla hareket edemezdik. Her davada nasıl yapıyorsam, buna da öyle yaklaşmam gerekiyordu. Ve bu yaklaşım gerçeklerle başladı. Davaya atanıp şefin ofisinden çıktığım anda zihnim çalışmaya başladı.

Hemen masamda biraz geçmiş araştırması yapmak için hızlıca masama yöneldim. Çocuğunun penceresinde bir adam gördüğünü iddia eden bir anne var, ama o adamın var olduğuna dair bir delil yok. En azından kayıt altında. Bunu açıklığa kavuşturabilmek için yeterli bilgilerin yanına bile yaklaşamadım. En azından şimdilik.

Bir yıldan biraz fazla bir süredir bizimle beraber olan Memur Ryan, beni masamda düşüncelere dalmışken hazırlıksız yakaladı. Gamsız bir çocuktu. Yirmili yaşlarının sonundaydı ve yüzünde her zaman kocaman gir gülümseme olurdu.

“Merhaba dedektif!” dedi diyet sodasından bir yudum aldıktan sonra. “Şefin ofisinden çıktığını gördüm ve şeyde çalışıp çalışmadığını merak ettim…” Etrafa hızlı bir göz gezdirdikten sonra yaklaşıp fısıldadı. “…Gizli bir projede.”

Ona boş bir bakış attım ve o da bana göz kırpınca kafam daha çok karıştı.

“Hiç gizli bir şey bilmiyorum Memur Ryan. Sadece olası bir izinsiz giriş ve taciz vakası. Büyük bir şey değil.”

Duydukları onu hayal kırıklığına uğratmış gibiydi. “Ah adamım. Sıkıcı görünüyor… Yardıma ihtiyacın var mı?”

“Az önce bunun sıkıcı olduğunu söyledin. Ama şimdi yardım mı etmek istiyorsun? Neden…?”

“Aynen öyle!” diye heyecanlı bir şekilde cevapladı. “Çalışmalarını görüyorum adamım ve herkes senin yıllar boyunca nasıl bazı çılgınca davaları çözdüğünden bahsediyor. Ben de her zaman senden neler öğrenebileceğimi görmenin eğlenceli olabileceğini düşünmüştüm.”

Kabul etmeliyim ki şevki gerip bir şekilde büyüleyiciydi. Ama bunu dışında biliyordum ki, eğer bunu çözmek istiyorsam, aileyle konuşmakla kalmayıp kanıt toplama da yapmalıydım. Ve günü sonunda iki çift göz ve kulak tekten iyiydi.

Aşırı sersemce tepkisi için kendimi hazırlarken o not aldığı ve ben de konuşmayı yaptığım sürece benimle takılmasına izi verdim. Yarım saat içinde merkezden çıkmıştık ve mütevazı görünen bir evin kapısını çalıyorduk.

Birinin cevap vermesi biraz sürdü. Sonunda birisi açtığında durumun ne kadar ciddi olduğunun ilk işaretlerini görmüş olduk. Orta yaşlı kadın tümüyle tükenmiş görünüyordu. Gözlerinin altındaki derin torbalar ve dağınık ağaran saçları hiçbir şeye enerji harcamayı umursamayan birininki gibiydi.

“Bayan Wilson.” Diye rozetimi çıkararak konuşmaya başladım. “Adım Dedektif Smith ve bu da Memur Ryan. Sizinle ve oğlunuzla evinizin etrafında gördüğünüz adam hakkında konuşmak için geldik. İçeri girebilir miyiz?”

Rozetlerimizi boş bakışlarla süzdü. Kim olduğumuz anlaşılınca keyfi gözle görülür bir şekilde yerine geldi.

“Ah! Gelin! Evin dağınıklığı için kusura bakmayın.” Bizi oturma odasına alırken oğlu Lucas’ı gelip bizimle tanışması için çağırdı.

Her şey o kadar hızlı hareket ediyormuş gibi görünüyordu ki, uykulu gözlü genç bir çocuğun önümde belirmesi beni hazırlıksız yakaladı. Bana göre 12 yaşında gibi görünüyordu ve annesine benziyordu. Sürekli gözlerini ovalaması ve esnemesinden ne kadar yorgun olduğu belli oluyordu.

Lucas ve Bayan Wilson koltuğa otururken, Memur Ryan ve ben de mutfaktan alınan sandalyelerde karşılarına oturduk.

“İkinizle de tanıştığıma memnun olduğumu söylemek istedim. En iyi zamanlar olmadığının farkındayım ama elimden gelen her şekilde yardımcı olabilmek için buradayım.” Dedim gülümseyerek. “Bayan Wilson, ifade vermek için merkeze geldiğinizden haberim oldu. Ama eğer bir sakıncası yoksa eğer bana tekrar kısaca neler olduğunu anlatabilirseniz sevinirim.”

Konuşmaya başlamadan önce başını sallayıp derin bir nefes aldı. “Her şey bir hafta önce başladı. Lucas pencerede bir şey gördüğünü söyleyerek odama koştu. Kontrol etmeye gittiğim ama olağandışı hiçbir şey göremedim. Dolayısıyla kötü bir rüya gördüğünü düşündüm. Ama aynı şey bir sonraki gece de oldu. Ve bir sonraki gece de oldu.” Yanında uzanan Lucas’ın saçlarını okşamak için biraz durdu. “Ama ben hiçbir şey görmedim… Üçüncü geceden sonra hemen gidip güvenlik kameraları yerleştirdim. İki gün boyunca hiçbir şey olmadı. Artık bittiğini düşünürken bir anda yine başladı. Aynı gece kameraları kontrol etmeye gittim ama hiçbir şey görmedim. Ama ben oğlumu tanıyorum. O bunu uydurmaz. Uyuyabildiği gecelerde korkunç kabuslar görüyor. Uyuyamadığında ise ikimiz de cin gibi ayakta oluyoruz. Polise daha önce de ihbarda bulundum ama hiçbir şey olmadı ve ne yapacağımı da bilmiyorum."

"Sizi anlıyorum." dedim yumuşakça. "Ve bunun ikiniz için ne kadar zor olduğunu ancak tahmin edebilirim. Sadece bir kaç sorum olacak." Başını salladı ve ben de davam ettim, "Yaşadıklarınızı küçümsemek istemem. Ama oğlunuzun olmayan şeyler görüyor olması mümkün mü? Ailenizde hiç psikolojik rahatsızlıklar görüldü mü?"

O kadar zorla cevap verdi ki sanki saldırıya uğramış gibiydi. "Ne? hayır! Oğlum... o olmayan şeyler görmüyor!"

Memur Ryan, "Onun öyle olduğunu söylemiyoruz bayan. Sadece yaklaşımımızı belirlemek için her şeyi açıklığa kavuşturmamız gerek. İşlerin aslında göründüğü gibi olmadığı durumlar oldu ve birisini küçük bir hatadan dolayı tutuklamak istemeyiz."

Bayan Wilson derin bir nefes alıp olumlu anlamda başını salladı. "Hiç böyle sorunları olmamıştı. Lucas'ın babası ve benim onun dikkat dağınıklığı bozukluğu olabileceğini düşündüğümüz bir zaman olmuştu. Biz de onu bir kaç hafta bir uzmana götürdük. Bildiğin kadarıyla her şey gayet yolunda."

"Ve babası hakkında..." diye araya girdim. "İyi bir ilişkiniz var mı?"

"Evet var." diye cevapladı. "Lucas yaz boyunca onunla kalıyor ve onun dışında her gece telefonda konuşuyorlar. Onun ve benim boşandığımız zaman beraber olduğumuzdan bile daha iyi bir ilişkimiz var."

"Ama yine de eğer eşinizin bilgilerini bana gönderebilirseniz sevinirim. Geçmiş araştırması yapıp yer şeyin yolunda olduğunu teyit edeceğiz. Oğlunuzun odanızda uyumaya izin vermeyi hiç düşündünüz mü? belki onu bu durumdan çıkarmanın yardımı olabilir."

"Elbette, her zaman. Ama bu kalıcı bir çözüm değil. Lucas'ı odama aldım ama ben uyuyuncaya kadar o bir yolunu bulup yatağına dönüyor."

Kesin olarak emin olmasam da doğruyu söylüyor gibiydi. Her ne kadar garezi olan bir psikopatın bir çocuğu sinsice izlemesini istemesem de aday olarak öne çıkan hiç kimse de yok gibi görünüyordu. Ama bu davaların çoğunda, çocukların ebeveynlerinin bilmedikleri şeyleri bildiğini bilebilecek kadar uzun süre bu işi yaptım.

Lucas ile yalnız konuşabilip konuşamayacağımı Bayan Wilson'a sorduğumda biraz tereddüt etti. Genç oğlunun bir polis memuru tarafından sorguya çekilmesine izin vermek konusunda anlaşılır bir şekilde isteksizdi.

Memur Ryan sürpriz bir şekilde etkili bir aracı gibi davranan kişi oldu. Bana polis memuru olmadan önce çocuk terapisti olarak çalıştığı gibi bir şeyden bahsetmişti. Ona göre çocuklar, travmatik olayları aileleri dinlemiyorken anlatınca daha mutlu oluyorlar. İlk başta mantıksız geldiyse de üzerine düşündükçe daha mantıklı gelmeye başladı.

"Sizinle bu konuyu başka bir odada konuşmaktan mutluluk duyarım." derken annesi biraz çırpınıyor gibiydi. Düşündü ve sonunda kabul etti. İkisi gitmek için yerlerinden kalktığında Memur Ryan bana göz kırptı ve ben de o kurnaz pisliğe cevap olarak gözlerimi devirdim.

Şimdi sadece çocuk ve ben vardım. Gergin görünüyordu. Ona gülümsemeye ve her şeyin iyi olacağını söylemeye çalıştım ama henüz bana güvenmediğini kolayca görebiliyordum. Ya da en azından ona yardım edebileceğime inanmıyordu.

"Hey Lucas, başlamadan önce senin yaşadığın deneyimin çok korkunç olduğunu bildiğimi söylemek istiyorum. Ama annenin ve senin güvende olduğundan emin olmak benim işim. Ama işimi yapabilmem için elinden geldiğince dürüst cevap vermelisin. Hiç bir ayrıntı çok küçük değildir." İsteğime başını salladı ve başladık. "Harika. Camındaki kişiyi tanıdın mı? Ya da tanımlayabilir misin?"

Gözlerini tavana dikmiş, ne gördüğünü hatırlamaya çalışırken biraz düşündü. "Onu tanımadım. Ama oldukça büyük bir kafası vardı. E, büyük gözler. Ağzı kafasının bir kenarından diğerine kadar uzanıyordu ve sanırım yüzü de kırışıktı. Ah! Ve o keldi."

İlk başta tanımlama çok anlamlı değildi. İlk düşüncem bir tür maske takan biri olduğu yönündeydi. Mantıken eğer tanınmak istemiyorsa uygun olur. Bu da o kişinin Lucas'ın tanıdığı biri olabileceği ihtimalini aklıma getirdi. Belki de onu tanıyacağını düşündü. "Bu kişi konuştu mu? Tanıyor olabileceğin bir sestir belki?"

Başını iki yana salladı.

"Hım, anladım. Bu kişiyi çoğunlukla ne zaman görüyorsun? Her gece aşağı yukarı aynı saatte mi?"

Başını salladı. "Neredeyse. Sadece gece baya geç saatte oluyor."

"Ne kadar geç?"

Cevap vermek için gergin görünüyordu. "Anneme söylemeyin ama...Gece 2 ya da 3. O saatte uyanık olmamam gerek. Eğer hali hazırda ayakta değilsem bazen rastgele uyanıyorum ve o... Orada."

Gülerek, "Hiç merak etme Lucas, hiç bir şey demeyeceğim. Bana güvenebilirsin. Ama yataya daha erken gitmelisin." dedim göz kırparak. "Annen bazen onun odasında uyuduğunu söyledi ama yatağına geri gidiyormuşsun. Eğer pencerende bu korkunç kişiyi görüyorsan neden geri dönüyorsun?"

Omuz silkti. "Bilmiyorum. Fark etmiyorum bile. Yatağımda geri uyanıyorum."

"Olası uyurgezerlik?" diye düşündüm. Peşine standart sorular sorduktan sonra görüşmeyi tamamlamak için annesini getirdim. Not gibi bir şey bulabilmek için odasına baktım ama her şey yolunda görünüyordu. İlgimi çeken tek şey Lucas'ın panjurlarının kapalı olduğuydu. Onlar kapalı iken onun nasıl penceresinin dışını görebildiğini sordum.

Bu, annesinin oğluyla çoktan konuştuğu bir şeydi. Onları gece yatağa giderken kapandığını bilmesine rağmen, gecenin bir vakti çoktan kendiliğinden açılmış olduklarına emindi. Garip ama önemli olma ihtimali vardı.

Sorularımız bitince Memur Ryan ve ben onlara iletişim bilgilerimizi verdik ve dışarı çıktık. Bayan Wilson'a memur gözetimi isteğinde bulunduğu taktirde döneceğimi söyledim. Ama önce buna başka yollarla bakmayı tercih ederim. Bunların ne kadar manasız olduğunu hala hazmedemiyordum. Hiçbir şey uygun görünmüyordu ve bir ipucunu takip etmek için iyi bir yer yoktu. Bildiğim bütün doğrular boşa çıkmıştı. Sabah 2'de maskeli bir adam çıkıp çocukları mı korkutuyor? Eğer çocuk kaçıransa niye sadece odasının içine baksın? Belki de küçük çocukları uyurken izlemekten hoşlanan hastalıklı bir röntgenciydi. Eğer durum böyle olsaydı onu boğmaktan kendim hapse girebilirdim.

Ne yazık ki bu olayda yolumu bulmama yardım edebilecek sadece bir yer vardı. İsteksizce cebime davrandım ve telefonumdaki en çok çekindiğim isim için rehberimi taradım.

"Alo? Smith, ne istiyorsun?" diye diğer taraftan güçlü bir ses geldi.

"Merhaba Memur Joss. Seninle de konuşmak güzel." diye onu durum hakkında bilgilendirmeden önce biraz rahatsız olmuş bir tonda söyledim. "Her neyse... Burada Wilson'ların evindeyim. Aileyi çoktan sorguladım ama bununla nereye varacağım konusunda biraz kayboldum. Bana doğru yolu gösterebilme şansın var mı?"

Çok duyulur bir şekilde iç çekti. "Okulunda da işlerini yaptırmak için birilerini arar mıydın? Yoksa bu iş hayatında mı başladı?"

"Ah evet, pisliğin teki olmak! İşleri halletmenin klasik yolu. Eğer bunu yapmaya devam edersen belki bu çocuğu izleyen eden adam bana acıdığı için teslim olur."

Göremesem de onun gözlerini devirdiğini biliyordum. "Ha-ha. Çok komik."

"Komedyenlikte iyiyimdir. Eğer bu polis şeyi yolunda gitmezse ikinci kariyer seçeneğim."

"Peki komik adam. Eğer tavsiyemi istiyorsan, önemli herhangi bir şey için çocuğun penceresini gözden geçirmeni öneririm-ayak izleri, pencerede parmak izleri vb. Ayrıca kimse bir şey görmüş mü diye komşularla konuşabilirsin. Belki şansın yaver gider ve kamera kayıtları bulursun. Ofise geri döndüğünde ise maske ile röntgenleme alışkanlığı olan kimse var mı diye bak. Eğer bunu düzenli düzenli olarak yapıyorsa çok uzak bir yerde yaşamıyordur."

Hakkını vermeliyim ki çok iyiydi. "Eğer hiç bir şey çıkmazsa?"

"O zaman zamanımızı bile neden harcadığımızı cidden sorgulamaya başlarım. Eğer teoride onun geri geleceğini düşünüyorsan, onu yakalayıp yakalayamayacağını bakabilirsin ve anneye gözetim verebilirsin."

Tavsiyelerini düşünüp taşındım ve kapatmadan ona teşekkür ettim.

Tıpatıp aynı evlerin sıralandığı sokağa baktım. Yapacak biraz işimiz olduğunu biliyordum ama Memur Ryan ve ben koşturmaktan yere yığılmak üzereydik.

Günün sonunda, makul miktarda fazla mesai yaptık ve tüm olası yolları denedik. Bittiğinde ise bir arpa boyu yol alamamıştık. İmkansız gibi görünüyordu. Eğer etrafta çocukları gözetleyerek gezinen bir adam olsaydı, nasıl kimse hiçbir şey görmezdi?

Günün raporunu yazdım ve sabah olaylara daha taze bakabilmeyi planladım. Ancak telefonum gece 2'de çalınca ve ve Bayan Wilson'un çıldırmış sesini duyunca o rahatı bulamadım. Tekrar olmuştu.

İçgüdü ile hareket ederek bulabildiğim ilk kıyafetleri üstüme geçirerek eve doğru hızla gittim. Yamuk bir şekilde park ettikten sonra arabadan fırladım ve adamı aramak için etrafı gezindim.

Hiçbir şey görmeyince, uygun bütün polislere önceki gün Lucas'ın bana verdiği tarife uyan maske takabilecek birini aramalarını söyledim.

Birkaç memur çevreyi araştırıp komşularla konuşurken ben de Bayan Wilson ve Lucas ile birlikte bekledim.

Genç çocuğun gözlerindeki korku çok şey söylüyordu. Ve annesinin onu sıkıca kucaklayıp kulağına fısıldama şekli, hiç kuşkusuz rahatlatma ve sevgi kelimeleriydi ve durumun sözsüz görünümü çok daha yüksek konuşuyordu. Zaman geçtikçe, hiç ilerleme kaydedemedik. Araştırdık ve hiçbir şey bulamadık. O zaman anlamıştık ki, bu kanıt olmayışından bile öteydi. Bazı şeyler oldukça yanlıştı.

İçimde bir yerde Lucas'ın gördüğü şeyin doğru olduğunu biliyordum. Buna bakışımızda bir şeylerin yolunda olmadığını düşünüyordum. Başka bir yaklaşıma ihtiyacım vardı ve belki ilk defa Bayan Wilson haklıydı. Belki de oturup o adamın çıkmasını beklemeliydik.

Bir sonraki gün şef ile ilerleme kat edemeyişim hakkında konuştum ve yeni bir strateji önerdim. Eğer olay yerine geç gitmeye devam edeceksek, Bayan Wilson'un isteği yerine getirilmeliydi. Kanıt yetersizliğine rağmen ona çocuğun endişelerinin gerçek olduğundan ve endişelerini ciddiye almamız gerektiğinden emin olduğumu söyledim.

Şaşırtıcı bir şekilde... kabul etti. Ama yeni bir şey yakalamam durumunda gözetim görevindeki tek adam olma şartı ile.

4 ila 6 saat boyunca Wilson'ların evinin önünde vakit geçirmem için ofis saatlerimi büyük ölçüde azaltmam konusunda bir anlaşmaya vardık.

İlk birkaç gün son derece olaysızdı. Kabul etmeliyim ki zamanımın çoğunu telefonumda oyun oynayarak ve video izleyerek geçirdim. Bana göre... gözetim son derece berbattı. Gerçekten. Oturup otuz dakika boyunca karanlık boş bir sokağa bakmayı deneyince ne dediğimi anlayacaksınız.

Üçüncü gün işler korkunçlaşmaya başladı. Gece 1 gibi, Lucas'ın odasındaki ışıklar açıldı ve içimden bir ses "işte bu" diye bağırıyordu.

Ama bir sorun vardı. Bu olurken Lucas'ın penceresinin dışında hiç kimseyi göremedim. Dışarısı iki gün önce olduğu kadar boştu. Er halükarda elimde silahla evlerine doğru koştum. İkinci kez karanlıkta saklanan birisi varsa ona bağırarak çıkmasını ve teslim olmasını söyledim ve bunu yaparken de olası saklanma yerlerini kontrol ettim. Ama hâlâ hiçbir şey yoktu.

Soğukta durup boş sokağa bakarken ne kadar aptal göründüğümü düşündüm. Deli biri gibi havaya bağırıyor ve silahımı sallıyordum. Bir çok mahallede polise ihbar edilebilecek olan adam bendim.

Kariyerimdeki başımı sallayıp sallayıp kendime "Ne yapıyorum lan ben?" diye sorduğum çoğu andan biriydi. Bu ailenin benimle uğraştığını, bütün bu olanların o çocuğun zihninin ürünü olduğunu ve ya henüz keşfetmediğim bir üçüncü seçenek olduğunu bilmiyordum.

Her türlü derin bir düş kırıklığı vardı. Diğer davalardan farklıydı. Bakın, yapboz parçalarını henüz onları nasıl bir araya getireceğimi bilmiyorken birleştirebilmekle başa çıkabilirim. Ama eğer parçalarınız olduğunu ve ya bitirmekte olduğunuzu bile bilmiyorken hayatınızda ne yaptığınızı sorgulamaya başlıyorsunuz.

Bundan sonra ikisiyle yüzleşmek istiyordum. Eğer benimle oyun oynuyorlarsa bunu ödeyeceklerdi. Ama eve girdiğim anda Bayan Wilson'la karşılaştım. Bana bir milyon yıl geçse bile asla tahmin edemeyeceğim bir şey göstermekte ısrar etti.

Pencerenin diğer tarafında büyük bir el izi gördüm.

Hemen telefonumu çıkarıp fotoğraf çekmeye davrandım ama fotoğraf çekmek için telefonu kaldıramadan gitti.

Aklıma bir milyon tane soru hücum etti. Işık açıldığında pencereye doğruca bakıyordum. Lanet evin etrafında koşturdum ama birinin orada olduğuna dair hiçbir kanıt yoktu.

Biraz DNA toplayabiliriz diye bir memuru gelmesi ve kanıt toplamada yardım etmesi için çağırdım. Onları beklerken Lucas ve Bayan Wilson ile tekrar konuşmak istedim.

Tanıdık hüzünlü yüzler vardı. Ama bu sefer başka bir şey hissediyordum...beklenti. Sanki neredeyse "Ne yapacaksın?" dediklerini duyar gibiydim. Açıkçası, cevabı bilmiyordum.

Onlarla konuşmalarım standarttı. Daha önce insanlara milyonlarca kez sorduğum basit soruları sordum. "Ne gördünüz? Bir şey duydunuz mu? Bugün yolunda olmayan bir şey var mıydı?"vb. Elle tutulur bir bilgi yoktu. Sonunda DNA sonuçları da boşa çıkmıştı. Onlara tek söyleyebildiğim yarın tekrar deneyeceğimdi ve onlara gecenin geri kalanında yakınlarında ya da otelde kalmalarını tavsiye ettim.

Bir sonraki güne toparlanmak için ikinci kez evden dışarıya yürürken Bayan Wilson beni kapıda durdurdu.

"Çocuğunuz var mı, Dedektif Smith?" dedi.

Sorusu beni biraz dondurdu. Arkamı dönüp beceriksizce cevap vermeden önce kendime gelmem biraz uzun sürdü, "Ben... Neden sordunuz?"

"Kendi çocuğunuz olsa ne yapardınız?"

İlk düşüncem, "Onun için her şeyi yaparım" oldu. Ama onun bu tip bir cevap aramadığını biliyordum. "Orada olurdum. Onu her ne pahasına olursa olsun orada olurdum. Bu iyi bir ebeveynin yapacağı şeydir."

"Evet öyle." diye yumuşakça cevapladı. "Lütfen, oğluma da kendi oğlunuzmuş gibi bakın."

Başımı anladığımı göstermek için salladıktan sonra başka bir şey söylemeden dışarıya çıktım. Eve gitmek için arabama bindiğimde sözsüz bir oynatma listesiyle kafamı dinlemeye çalıştım. Bu akşamın olaylarını kafamdan atmak için elimden geleni yaptım. Ama yeterince iyi olmadı. Başım zonkluyordu. Orada nasıl bir el izi olabilirdi? Hep oradaydım ve hiçbir şey görmedim. Hiç kimse çıkmadı ve kesinlikle araba da yoktu. Bu adamı yakalamak için ya da aileyi şehir dışına taşınmaya ikna etmek için yeni ve yenilikçi yollara ihtiyacım vardı.

Eve geldiğimde anlamıştım-yönelecek yeni bir bakış açısı. O kadar kolay bir çözümdü ki bunu şefin bana davayı verdiği gün yapmadığıma güldüm.

Kendi tavsiyeme uyup Lucas ile beraber olmam gerektiğini anladım. Her şeyin arkasındaki pislik ile yüz yüze gelinceye kadar Lucas'ın odasında oturabileceğime karar verdim.

Fikrimi söylediğimde Bayan Wilson anlaşılabilir bir şekilde tereddütteydi. Ama biraz Ama biraz zorlama ve gerçekten güvendiği anlaşılan Memur Ryan ile bir telefon görüşmesi ile sonunda onay aldım.

Enerji içeceklerine ve saf irade gücüne sarılıp Lucas odanın diğer tarafında uyurken ben de bir sandalyeye oturup o lanet seyrettim. Gece 10. Hiç bir şey yok. 11. Hayır. Saat 12'yi vurdu ve ben önceki gibi hâlâ aynı şeyi görüyordum. 1 çabucak 2 oldu ve ben gözlerimin ağırlaştığını hissedebiliyordum.

Gece lambasıyla aydınlanan Lucas'a baktım ve onu biraz seyrettim. Yüzünde küçük bir gülümseme vardı. Hafifçe kıpırdaması rüya gördüğünü gösteriyordu. İyi bir tane. O yüzü önceden bir çok kere uyuyan, tatlı bir çocukta görmüştüm. O anda aynı şekilde gülümsemekten kendimi alıkoyamadım. O anda bir şey, neden bu çocuğu korumak için bu kadar uğraştığımı bana hatırlattı-içten gelen bir yanlışı düzeltme duygusu.

Ama çok yorulmuştum. Beynim küçük bir şekerlemeden zara gelmeyeceğini söylüyordu. Gözlerim kapanırken dünyadan koptum... Bir çığlık duyana kadar.

Hemen yerimden fırlayıp boynumu iki büklüm olmuş ve bir şeye bakan Lucas'a çevirdim. Pencereye kadar onun bakışını takip ettim ve neye baktığıma inanamadım. Aslında bir adamdı ya da çarpıtılmış hali gibiydi. Bütün soluk başı neredeyse pencereyi kaplıyordu. Kocaman gözleri ve irileşmiş göz bebekleri çocuğa kilitlenmişti ve silahıma davranıp ona doğrudan doğrulttuğumda bile gözlerini hiç ayırmadı. İnce, buruşuk ağzı doğal bir ifade olarak bir kulağından öbür kulağına doğru uzanıyordu. Yine de geri kalan kılsız ve pürüzsüz yüzü ile çelişiyordu. Oldukça büyük, karga gibi bir burnu ince dudaklarını altına doğru inmiş gibi görünüyordu. Burnu, yusyuvarlak gövdesini gösteren bir ok gibiydi ve kemik kadar ince kollarının ikisinde de yaş lekeleri ve uzun gri kıllar vardı. Onunla ilgili en rahatsız edici şey ise tümüyle iki boyutlu görünüyor olmasıydı. Sanki pencerenin öbür tarafı yerine pencerenin ince camları arasındaydı. Sanki neredeyse pencereye yansıtılmış gibiydi. Ama pencerenin diğer tarafından hiç ışık yoktu ve Lucas'ın odasında hiç görünür bir yansıtıcı da yoktu.

"Lucas, kıpırda! Annene git ve ona kapıyı kilitlemesini söyle!" diye bağırdım. İkiletmeme gerek yoktu. Anında gitmişti. Odadan çıktığında kapıya doğru geri geri yürüyüp bir elimle silahı doğrulturken diğeri ile arkamdan kilitledim.

Şimdi adamın kocaman gözleri bana doğrultulmuştu ve dudaklarındaki gülüş küçülmüştü. Derin ama emin bir şekilde sakince konuştu. "Bunu yapmamalıydın Dedektif Smith."

Eğer tüylerim diken diken hali hazırda olmadıysa şimdi olmuştu. "İsmimi nereden biliyorsun?" diye sahte bir özgüven ile söyledim.

"Bilgi çok önemlidir. Seni ve hatalarını biliyorum. Hepimiz biliyoruz." diye açıkladı.

"Kimin nesi bu 'biz'?"

"Bir kişiler topluluğu. Sizin içinde yaşadığınızdan çok farklı değil." Konuşma şekli kendimi sanki benden edinmeyi anca hayal edebileceğim on yıllarca daha fazla tecrübesi olan bir yetişkinle konuşan bir çocuk gibi hissediyordum.

Sahte ifademi bozmamaya çalışırken silahımı daha da sıktım ve sesimi birkaç oktav yükselttim. "Niye 'topluluğun' bu aileye saldırıyor? Neden Lucas'a saldırıyor?"

"Saldırmak mı? Hayır ben sadece gözlemliyorum. Siz nefes kesicisiniz."

"On iki yaşındaki bir çocuğun dünü kopartıyorsun! Ve bunu nefes kesici olduğu için mi yapıyorsun? Külahıma anlat!"

Cevap vermedi. Yerine pencerede iki el izi belirdi. Neler olduğunu anlayamadan, ileri doğru bastırdılar ve camı sanki şekil verilebilir plastik gibi büktüler. Eller bana doğru uzanmaya başladı ve uzun kadın ile olan karşılaşmam zihnimde belirdi. Onun tekrar olmasına izin vermemek üzereydim. Bu dünyaya tek geçidini yok etme umuduyla cama 3 el ateş ettim ama adam hâlâ kararlı bir şekilde devam etti.

Bütün içgüdülerim o evden gitmem gerektiğini söyledi ama eğer tek savunma hattı olarak durmazsam Bayan Wilson ve Lucas'a saldıracağından emindim. Bütün yapabildiğim camın her parçasını parçalayabileceğimi ummaktı.

Fark edene kadar eller yüzümdeydi. Bana zarar vermediklerini fark edinceye kadar da onları açmadım. Aksine yüzümü okşuyorlardı. Cılız sakalımı hissediyor ve parmaklarını kısalarımda gezdiriyordu. Korku mu yoksa rahatlama mı hissetmeliydim bilmiyordum. Ama eller yanaklarıma dolandığında ve kafamı duvara çarptığında hangisi olduğunu anladım. O kargaşada tabancamı düşürdüm. Silahımı almak için onun kavramasından kurtulmaya çalıştığımda beni yüzükoyun yere yapıştırdı.

Beni kolumdan sertçe tuttu ve pencereye doğru çekti. Sırada olacak için heyecanlı bir şekilde gülümseyerek bana baktığını görebiliyordum. Göz bebekleri irileşmişti ve neredeyse gözlerinin akını kaplıyordu. Ellerimden birini pencerenin bükülmüş yüzeyinden zorla geçirdi ve tek hissedebildiğim muazzam bir soğuktu. Daha önce hiç hissetmediğim kadar soğuktu. Elinizi bir kova buza daldırmak gibiydi ama daha kötüsü. Vücudumdaki tüm sinirlere acı dalgaları gönderdi. Bu soğukluk seviyesi ne kadar imkansız olsa da saniyeler içinde donma olacağını biliyordum. Elimi ondan ancak bütün gücümü kullanarak kurtarabildim. Yerde acı içinde yuvarlanırken adama küfürler savuruyordum.

Acımdan keyif aldığını biliyordum. Tekrar konuşmadan önce kendimi kapıya atmaya çalışırken bir anlığına beni izledi, "Çocuk buraya, bizim yanımıza ait. O da içinde bir yerlerde bunu farkında. Bizimle olmak istiyor. Ve belki sen de istiyorsun. Öbür tarafı zaten gördün Dedektif. Her zaman... Tatsızdı. Hepiniz bizimle daha güvendesiniz."

"Canın cehenneme!" diye bağırdım. Silahımı davranıp iyi elimle pencereye bir kaç el daha ateş ettim. Ama o hala oradaydı ve gülümsüyordu.

Öfkeyle, silahımın kabzasıyla pencerede büyük delikler açmaya başladım. Sinirim yatıştığında adamın gittiğini fark ettim. Tek baktığım şey büyük bir delik ve evin karşısındaki ağaçlık yerdi. Biraz rahatlamaya ihtiyacım vardı. Kalbim göğsümde küt küt atıyordu. Biraz yatağa oturdum ve kafamdaki eziği inceledim ve beyin sarsıntım olup olmadığına baktırmak için hastaneye gitsem mi diye düşündüm.

Bir kaç dakika sonra şefi arayacak ve neden yakında komşuların bir çok silah sıkıldığı hakkında arayacağını söyleyecek kadar iyi olduğuma karar verdim. Ona giyinip buraya gelmesini ve olan her şeyi anlatacağımı söyledim.

Derin bir nefesten sonra dikkatimi Bayan Wilson ve Lucas'a verdim. Kapılarını çaldığımda beni ancak onları davetsiz misafir olmadığım konusunda rahatlatınca içeri aldılar. Ağzından çıkan ilk kelimeler kabul edilebilir bir şekilde hazırlıklı olmadıklarımdı.

"Ne oldu?" dedi gözlerinde yaşlar akarak. Bu gecenin en zor anı olabilirdi. Lucas gerçekten korkunç bir şey görmüştü. Ve benim de gördüğümü biliyordu. Onun güvenmesi gereken biriydim. Gerçeğin ve onurun arkasında durması gereken biriydim. Onun yanında olması gereken biriydim. Ama yine de, bunlara rağmen her şey hakkında yalan söyleyendim.

"Maskeli bir adamdı ve dışarıda onunla beraber başkaları vardı. Bir karşılaşmamız oldu. İşte bazı dosyaları gözden geçirdikten sonra Onun aslında daha önceden uğraştığımız bir olduğuna inanıyorum. Güvenlik kameralarını karıştırmak için bir cihaz kullanıyor ve kıyafetleri onun karanlıkta gözükmesini oldukça zorlaştırıyor. O yüzden onu ilk başta görememiştim. Bakın, şefim buraya geldiğinde onunla her şey hakkında soru sorabilirsiniz." Tümüyle saçmalık. Ağzımdan çıkan her yalanla kendimden daha çok nefret ediyordum.

Sonunda şey olay yerine geldi. Bayan Wilson'u şefe ve onunla beraber olan birkaç memura teslim ettim. Onları uzun kadın ile çiftlik evine giren iki adam olduklarını fark etim.

Şef gitmeme izin verdiğinde, giderken Lucas'a arkamı dönüp baktım. Bana gözünde yaşlar ve o açıkça belli olan ifade ile bakıyordu. Daha öncede gördüğüm bir ifadeydi. Hayal kırıklığı. Çok şey atlattı. Bazen bir çocuğun tedavi olması için tek istediği şey doğrulanmaktı. Onların doğru söylediğini kabul eden birine ihtiyaçları vardı. Ve tek yaptığım bunun olmasını her şekilde engellemek oldu. Acıttı.

Önümüzdeki günlerde, ikisi eyaletin bir ucuna taşındı. Evin altında büyüyen tehlikeli bir küf türü hakkında yalan söylediler. Ayrıca, onlara evin altında tüm mülkü tehlikeye atan dev bir düden oluştuğu söylendi. Bayan Wilson, bunların hiçbirinin makul bir bütçeyle halledilemeyeceğine inandırıldı, bu yüzden taşınmak daha mantıklı olacaktı. Lucas için yeni bir başlangıç ​​olacağına dair de bir inançla mecbur kaldı.

Şefim onlarla irtibatta kalmak için elinden geleni yaptığını söyledi. Duyduğuna göre, olağandışı herhangi bir şey bildirilmemişti. Bunu duymak elbette harikaydı. Hatta bir gece kutlamak için Dedektif Joss ile özel bir şişe şarap açtım.

İlerleyen haftalarda her şey normale döndü. En azından özel hayatımın dışındaki her şey. Hepimiz izlendiğimizi hissettiğimiz dönemlerden geçiyoruz. Bu his, normalde fark ettiğimden çok daha güçlü bir şekilde geliyordu. Evde yalnız olsam da, araba kullansam da ya da sadece yürüyüş yapsam da fark etmiyordu. Sanki bir sese çok yakın bir şey duymuşum ya da gözümün ucuyla bir figür görmüşüm gibi kendimi her zaman yokladığımı fark ediyordum.

Bu, duştan sonra aynada sakal tıraşı rutinimi yaparken, hiç şüphesiz yansımamın arkasında bir adam gördüğümde gerçek oldu. O tanıdık iri yüzü tanıdığımda neredeyse kalp krizi geçirecektim. Lucas'ın penceresindeki adam yüzünde geniş bir gülümseme ile ruhumu delip geçiyordu. Ondan sonra bir buçuk ay boyunca herhangi bir yansıtıcı yüzeyde kendime bakmaktan kaçındım.

Nietzsche, "Uzun süre boşluğa bakarsan, boşluk da sana bakar." demişti. Ne kadar haklı olduğunu anlayıp anlamadığından emin değilim. Ama bu benim için neredeyse diğer sözlerden daha fazla anlam taşıyor. Eğer birisi karşı koyabiliyorsa, onları bu boşluktan ne pahasına olursa olsun uzak durmaya çağırıyorum. Sana bakan karanlık, merakını dindirmeye etmeye asla yetmez. Herkes güvende olsun.