30 Mart 2017 Perşembe

White With Red

                John otele girdi ve resepsiyondan bir oda istedi. Resepsiyondaki kadın ona anahtarını verdi ve John’u odasına çıkarırken ona, üzerinde numara olmayan, depo olarak kullanılan bir oda olduğunu ve bu odanın herkese yasak olduğunu söyledi. Odanın kilitli olduğunu ve kesinlikle odadan uzak durmasını söylüyordu. John kadının sözünü dinledi, zaten yorgundu ve direk odasına girip uyudu. Ancak kadının ısrarı onda merak uyandırmıştı, böylece ertesi akşam o odayı kontrol etmek istedi. Kapının kolunu denedi, gerçekten de kilitliydi. Eğildi ve geniş anahtar deliğinden baktı. Soğuk hava gözüne vuruyordu.

                Gördüğü şey kendisininki gibi bir oda ve odanın kenarında yüzü duvara dönük soluk bir kadındı. Bir süre şaşkınlıkla bakakaldı, kadın acaba ünlü biri miydi, veya otel sahibinin kızı? Merakına yenik düşüp kapıyı tıklatmak istedi ancak vazgeçti. Hala bakıyorken kadın aniden döndü ve John, kadının onu fark etmemiş olduğunu umarak hemen kendini geri çekti. Kapıdan uzaklaşıp odasına geri döndü. Ertesi gün yine odanın önüne gitti ve anahtar deliğinden baktı. Bu kez gördüğü tek şey kırmızıydı. Oda görünmüyordu, sadece hareketsiz bir kırmızılık. Belki odada kalanlar onun önceki gece orada olduğunu anlamış ve anahtar deliğini kapatmış diye düşündü ve utandı.


                Odada kalan kadını rahatsız etmiş olduğunu düşünerek kadının şikâyet etmemesini umarak resepsiyona daha fazla bilgi almak için danışmaya karar verdi ve biraz soruşturmadan sonra resepsiyonist sonunda itiraf etti “En iyisi size ne olduğunu söyleyeyim. Uzun zaman önce o odada bir adam karısını öldürdü. İnsanlar o odada kalmaktan rahatsız oldukları için kilitliyoruz. Ancak bunlar sıradan insanlar değillerdi. Soluk bir şekilde beyazlardı, neredeyse albino gibi. Ancak gözleri, gözleri kıpkırmızıydı.”


Hidden

Nedenini hiç düşündün mü? Pencereleri kapattığına emin olmak istiyorsun, kapının diğer tarafını ve dolabını kontrol ediyorsun.

Duş perdeni aniden açıp küvetinde hiçbir şey olmadığını görmek sana kendini güvende mi hissettiriyor? Korkunç bir hikaye okuduktan sonra bütün odayı baştan aşağı incelemek sana güven mi veriyor?

Vermemeli.


Çünkü sen bakana kadar, ben zaten saklandım.


24 Mart 2017 Cuma

Fear Not the Shadows

Benim adım er Charles Lee Locod.67’de orduya kaydoldum.Nişanlımı tüfekle takas ettim,evimi çadırla,ve hayatımın üç yılını başka biriyle.Bazı adamlar yaşamak için öldürür;ben bu adamlardan biriydim.Gerçi gerçekten birini öldürdüğümü sanmıyorum,en azından öldürmemek için elimden gelenin en iyisini yapmıştım.Ve bazı adamlar öldürmek için yaşar; Çavuş Stevens gibi adamlar. Çavuş Stevens Carolina’nın taşralarından gelme ve her korkunç eylemden zevk alan bir adamdı.Onu son görüşüm ben helikoptere binerken bana el salladığı sıradaydı.Hele şükür.
Ormandaki mücadelemden bir yıl sonra eve dönüş hakkını kazanmıştım,ben şanslı olanlardandım,o ülkede savaşıp geri dönemeyenlerinin aksine.Stevens’tan kurtulduğuma müteşekkirdim.O adam psikopat bir ölüm makinesiydi.Onunla ilk karşılaşmamda bana’’Evlat,23 leşim var ama tek hissettiğim tüfeğin geri tepmesi.’’dedi.Dediğim gibi tam bir psikopattı.
 İki yıllık katliamdan sonra sonunda yaptıklarının farkına varmıştı.Vietnam’dan ayrılmamdan üç hafta önce benim gibi olabilmeyi istediğini söyledi.Yaptığı şeyleri geri almayı istiyordu.Zamanda geri gidip kendini durdurmayı istiyordu. Ona dedim:’’Bak Stevens,kendinden nefret ettiğini biliyorum,ama hala izlediğin yolu değiştirebilirsin.’’ Hatırladığıma göre bunu,bana tünele hücum etmemi istemeden hemen önce yapmıştım.Gerçekten hatırladığım şeyler gürültülü bir patlama ve Stevens’ın beni çekerken gözlerinin yaşarmasıydı.
Üsten kurtulduktan sonra,Tenino’daki otobüs hangarına gittim.Beni New York’taki evime götürecek aracı beklemem gerekiyordu.Neden bir helikopterle dönemiyordum?Bana değil,Sam amcaya sor.
  Sonunda hangara geldim ve aracımın birkaç saat geç kalkacağını öğrendim,ülkeden ayrıldığımdan beridir bir lokma yememiştim,bu nedenle sokağın karşısındaki küçük lokantaya gittim.Yumurta soslu koca bir biftek söyledim.Garson siparişimi aldı ve bana tuhaf bir bakış attı.’’Başka bir sandalye ister misiniz?’’diye sordu.Kıpır kıpır olmalıydım,sert savaş anılarının gözlerinizin önüne gelmesi iyi bir his değildi.
Yumurtalı bifteğimi bitirdikten sonra garson elinde bir kola şişesiyle geri geldi ve ‘’Hizmetleriniz nedeniyle bunu almanızı istiyorum.’’dedi.Aklım Vietnam’daki Perfume Nehri’nin kıyısındaki pis fakir köye gitti.Küçük bir kız gülümseyerek bana yaklaşmıştı ve bir şişe kola uzatmıştı,ana dilinde bir şeyler söyleyip gitmişti.Kapağı açtım ve tam bir yudum alacaktım ki Stevens elimdeki şişeye vurdu.Şişe taşlı zemine düşüp parçalandı.
‘’Bunu neden yaptın?’’diye sordum.’’Dostum,bu numarayı daha önce görmüştüm,kolanın içinde cam parçaları var.Ondan bir yudum içten içe kanamana neden olacak.’’dedi.Ardından tüfeğini çıkardı kıza nişan aldı ve güvenlik anahtarını açtı,ve ateşledi.Bundan sonrasını hatırlamak zordu.Teğmen Higgins bağırdı,’’Stevens,senin derdin ne?’’Kızın annesi yüzünde göz yaşları ile çocuğunun bedenine koştu.Stevens tekrar tüfeğini kaldırdı ve kadına ateşledi.
Gerçeğe döndüm,garson meraklı bir ifadeyle bana bakıyordu.Aceleyle’’Hayır,teşekkürler hanımefendi.’’ dedim.Almam için diretince ‘’Kahretsin,lanet kolanı istemiyorum!’’ diye bağırdım.Kafası karışmış ve biraz da üzgün bir şekilde ayrıldı.
Bu ufak kazanın ardından,hakaret ettiğim bayana cömert bir bahşişle yemeğin parasını ödedim,sonra da hangara döndüm.Yarım saat içimde aracım geldi ve içine atladım.Gri saçlı şoför zeytin yeşili askeri kıyafetimi görünce duraksadı ve sıcak bir edayla elimi sıktı.’’Evine hoşgeldin evlat.’’dedi kalın güneyli aksanıyla.Krom rengi oturakların sonundaki yerimi aldım,çantamı önümdeki yere koydum ve rahat bir uyku umarak gözlerimi kapadım.
Şansıma biner binmez araç kalktı.Derin bir nefes aldım ve uyumaya başladım.Kabus gördüm.Evdeydim.Stevens ve ben kulede gece nöbetindeydik.Bir sigara çıkarıp yaktı.’’Bu güzel bir çakmak,bakabilir miyim?’’diye sordum.Bana uzattı ve ona el fenerimle baktım,Kırmızı ışık filtresi ile gravürü okumak zordu,ama okuyabildim.’Girerken ölümün vadisine,korkmam gölgelerden,çünkü oradaki en kötü canlıyım ben.’’biraz güldüm ve sordum,’’Korkmam gölgelerden?Bu ne anlama geliyor ki?’’
Stevens büyük bir sigara dumanı bulutu üfledi ve ‘’İncil okur musun evlat?’’diye sordu.Kafamı salladım.’’İnananların canları için korkmamalarını,çünkü tanrının onlarla olduğunu söyleyen bir ayet vardır.Ben de onun sözlerini biraz değiştirdim.’Evet,korkmayın gölgelerden,yerine benden korkun,çünkü ben buradaki en kötü varlığım.’eğer anlam ifade edecekse.’’Ona sorgular bir bakış attım,’’Buna gerçekten de inanıyor musun?’’Başka bir duman bulutu üfledi ve cevapladı.’’Savaş sırasında bunu söylemeyi seviyorum,bana cesaret veriyor.’’Aşağıdan Higgins’in bağırdığını duyabiliyordum.’’Stevens,kapa çeneni seni çatlak gerizekalı!Tüm Vietnam’ın üzerimize mi gelmesini istiyorsun?’’Stevens omuz silkti ve sanki bir şeye hazırlanıyormuş gibi M-60’ı tekrar düzenlemeye başladı.’’Pislik’diye mırıldandı.’’Ne dedin Stevens?’’Higgings bağırdı.’’Işık kesik!’’diye cevapladı Stevens.Higgings üzgün bir ses tonuyla ‘’Stevens,küçük kıza yaptıklarını gördüm.Bunları albaya anlatınca sonunun Leavenworth’ta bitmeyeceğini sanma.!’’ Stevens dişlerini sıktı.’’Seni öldürmeyeceğimi sanma Higgings!’’diye mırıldandı.
Sessiz sıkılganlığımızdan yarım saat sonra ağaç hattından silah sesleri yükseldi.Stevens devamlı atışlarla karşılık verdi.Ben gözetleme pozisyonu aldım ve hedeflerin yerini tespit ettim.’’2 yönünde ateş et.Yarım düzinesi 11 yönünde!’’Steven ‘’ŞARJÖR DEĞİŞTİR’’diye bağırdı.Yeni dökülmüş mermileri çıkardım ve yerleştirmeye başladım.Uzakta gürleme ve ciyaklama sesleri duydum.
Tanklarımızdan biri tam gaz kapıya gidiyordu.Ağaç hattından iki uzun siyah duman çizgisi bu tarafa geliyordu.Tankın ateş topuna döndüğünü gördüm.’’SICAK TÜP!SICAK TÜP!’’diye bağırdı Stevens.Asbest eldivenini çıkardım M-60’ın namlusuna takmaya başladım.
Patlayıcı mermileri hızla doldurdum ve ‘’NE OLUYOR?’’diye bağırdım.Binlerce insanın uyum içinde bağırmasına benzer bir ses duydum.Baktım ve koca bir Vietnam taburunun bu tarafa geldiğini gördüm.Stevens sabırla bitirmemi bekledi,’’Korkma gölgelerden’’diye mırıldandı,ardından aralıksız tetiğe basılı tuttu.
Tüfeğimi çıkardım ve birkaç iyi isabetli atış yaptım.Yanan çimler kısa zamanda kulenin dibini aydınlatmaya başladı.Hedeflerin yerini tespit etmek gereksizdi,her yerden geliyorlardı.Şarjörü değiştirmeye yeltendim.Stevens’ın son mermileri de biterken namlusunun ısıdan kızardığını gördüm.Beni tuttu ve kulenin çıkıntısından aşağı attı.
O da atladı ve üzerime düştü.Neler olduğunu anlayamadan beni tuttu ve koşmaya başladık.Arkama bir göz attım ve Vietnamlıların kapıya akın ettiğini gördüm.Stevens’la ormana kaçtık biraz ilerimizde Higgings’i gördük.Steven tüfeğini nişanladı ve ateşledi.
Çığlık atarak uyandım,otobüs şoförü korktu ve araç biraz yalpaladı.’’Aman tanrım,evladım neyin var?’’
Birkaç derin nefes aldım ve alnımdaki soğuk teri sildim.’’Sadece kabus gördüm.’’diye cevapladım.
Şoför kenara çekti ve geri döndü.’’Yapabileceğim bir şey var mı evlat?’’Başımı salladım,’’Hayır,tüm savaş suçlarını unutturamadığın sürece.’’
‘’Yapmaman gereken şeyler mi yaptın?’’
‘’Hayır,müfrezemde bir adam vardı,bir katildi.’’
‘’Neden onun suçları seni üzüyor?’’
‘’Onu öldürerek birkaç masum hayatı kurtalabilirdim.’’
Adam başını salladı.’’Neden suçlu hissettiğini anlıyorum,ama bunu yapmayarak doğru hareket ettiğini söyleyebilirim.’’
Alnımda biriken terleri sildim.’’Bu neden doğru hareket olsun ki?’’
Nazikçe elini omzuma koydu ve dedi,’’Evlat,savaşın çirkin yüzünü bir kere gördüm,ve sana bazı insanların ölümle yüzleşince çıldırabileceğini söyleyebilirim.Sen doğru şeyi yaptın,iyisi insanlara hatalarıyla yüzleşebilecekleri şansı tanımaktır ve izledikleri aşağılık yolu değiştirmelerini sağlamaktır.’’
‘’O adam bastırılmış bir psikopattı,savaş sadece gerçek benliğini ortaya çıkardı.Sadece yüzüstü bıraktığım insanların bana musallat olmamasını umuyorum.’’
‘’O hiç pişmanlık gösterdi mi?’’
‘’Evet,bir gün yıkıldı ve yaptığı şeyleri yapmamış olmayı istediğini söyledi.Benim gibi olabilmeyi istediğini söyledi.’’
‘’Eğer senin yerinde olsaydım bunu bir şeref madalyası niyetine alırdım.Savaşa gittin ve kötülüğün yüzünü gördün ve eve bir katil olarak dönmedin.Eve bir adam olarak döndün,kötülüğün kıskandığı bir adam.’’
Başarısız bir şekilde gözyaşlarımı tutmaya çalıştım.Acınası bir şekilde ağlamaya başladım.Şoför omuzuma vurdu ve koltuğuna geçti.Sık ağaçların arasındaki yolda Washington’ın karanlığına sürmeye devam etti.
Kuzeybatı Pasifik’te doğal olarak yağmur başladı.Dolgun yağmur taneleri camda süzülürken dışarı baktım.İnsana benzer bir şekli yolun kenarında yürürken görünce korktum.Bunun sadece bir otostopçu olduğunu düşündüm,fakat tekrar ve tekrar ve tekrar gördüm.Bir şeyler doğru değildi,neden gecenin ortasında bu kadar insan vardı?Bir de bu yağmurda.
Araç ışıklı bir kavşağa vardı ve durdu.Otobüse doğru koşan birini görünce nefes nefese kaldım.Kara bir siluete benziyordu,tıpkı bir gölge gibi.Şoföre bağırmak üzereydim ki araç tekrar harekete başladı ve gölge aracın kapısına çarptı.Umutsuzca bunu delirmeye başlamama ve halisünasyon görmeme yordum,ama şoförün çarpma sırasında korktuğunu biliyordum.Başımı cama yasladım ve gözlerimi kapadım,ki bu en büyük hatamdı.Tekrar uykuya daldım.
Saldırıdan sonraki sabahtı,dışarı çıkıp kayıpları saymakla görevlendirirmiştik.Tepedeki silahlı tavşancıklar gökyüzünü kobra tipi patlayıcılarla doldurduktan sonra şarapner parçaları ok misali etrafa saçılmıştı,düşmanlar ya öldürülmüş ya da delik deşik olmuştu.En basit tabirle bir katliam yaşanmıştı.Dost-düşman ince oklarla duvara çivilenmişti.Napalm saldırısının ardından başlayan ateşle yanan cesetlerin kokusundan korunmak için suratımı bezle kapattım.
Külle kaplı askeri kimlik kolyelerini topladıktan sonra Stevens’ı Higgings’in bedeninin başında eğilmiş olarak buldum.Higgings hala hayattaydı ve bilinci yerindeydi.Stevens onu yere çivilemişti ve tüfeğinin namlusu ile ağzını açık tutuyordu.Stevens’ın bıçağını onun ağzına saplaması ile iğrendim.Ardından yerden bir kaya aldı ve bıçağın kabzasına vurdu.Kırılmayı ve Higgings’in dişleri sökülürkenki ağlama sesini şimdi bile duyuyorum.’’Aman tanrım Stevens!Sen ne halt yediğini sanıyorsun?’’Bir diş daha söktükten sonra bana baktı.’’Hey dostum,altın para eder.Ve bu herifte bundan çok var.’’
Öfkeyle bağırdım,’’Onun böyle acı çekmesi mi gerekiyor?’’Stevens gözlerini yuvarladı ve tabancasını ateşledi,kanlar Stevens’ın üzerine saçıldı.’’Bahsettiğim bu değildi!Seni şimdi öldürmek zorundayım iğrenç domuz!’’Stevens başını salladı ve Higgings’in dişlerini sökmeye devam etti.Bir süre sonra durdu,sanki kendinden iğrenmişti.Tabancayı aldı ve bana fırlattı.
‘’O zaman yap bunu!’’dedi.
Tabancayı aldım ve başına nişan aldım.Tetiği sıkmaya başladım.Bana bakmıyordu bile.Bu noktada umursamadığını anladım.Ya pişmanlık duyuyordu ya da ölmek istiyordu.Belki de korkma gölgelerden saçmalığına gerçekten inanıyordu
Sonra Stevens’ın Higgings’in cesedinin başından ayrıldığını gördüm.Dehşetin bittiğini sandım,bu sırada bıçağını Higgings’in göğsüne sapladı.’’Ne oluyor be!!!’’diye çığlık attım.
Stevens bana baktı ve ‘’Birkaçını yuttu.’’dedi.Sonra bıçağı aşağı doğru çekti ve ceset ikiye yarıldı.
 Bağırarak uyanmam aracı sert bir şekilde sarstı.Tekerler ıslak yolda kaydı ve bir ağaca tosladık.Yerimde hopladım ve önümdeki oturağa çarptım.Bir süre yerde yattım,neden olduğum kaza nedeniyle utandım.Şoförün ‘’İyi misin?’’ diye sorduğunu duydum.
Doğruldum ve cevapladım ‘’Evet,daha sert kazalarım olmuştu.’’ Şoför onayladı ve gaza bastı.Tekerlekler hızla döndü ve etrafa çamur sıçrattı.
Durdu ve araçtan çıktı.Durumu el feneri ile incelerken onu gözlerimle takip ettim.Fenerden gölge yayıldığını gördüm.Başta bir şey düşünmediysem de gölgelerin arkasına düşmek yerine ışıkla beraber hareket ettiğini gördüm.Dikkatini çekebilmek için elimle cama vurdum.Anladı ve bana baktı.O kapıya yürüdükçe gölgeler varlığını sürdürdü.Dikkatle baktım ve gölgelerin sabit bir şekilde beni izlediklerini gördüm.
Fark etmedim ama şoför bana yaklaşmıştı.’’Sıradaki şehre geçmem ve bir çekici çağırmam gerekiyor.Onsuz bu çukurdan çıkamayacağız.’’
Şaşkınlıkla ve hızla başımı döndürdüm,’’Hayır,lütfen beni onlarla yalnız bırakma.’’
‘’Ne demek istiyorsun?’’
‘’Gölge insanlar,göremiyor musun?’’
Şoför şaşkınlıkla elini çenesine götürdü.’’Sanırım New York’a vardığımızda bir psikiyatriste görünmen gerek.Dışarıda yağmurdan başka bir şey yok.’’
‘’Pekala,lütfen seninle gelmeme izin ver.’’
‘’Hayır,bu şirket protokollerine aykırı.’’
‘’Lütfen!’’
‘’Hayır,burada kal ve dinlenmeye çalış.Tekrar hareket ettiğimizde çığlık atmanı istemiyorum.’’
Şoför döndü ve gitmeye başladı.Araçtan çıkarken ona yalvardım gerçi bir işe yaramadı.Geri döndü,fikrini değiştirdiğini umdum.Ama kontağı kapatıp çıktı.Araç karanlığa gömüldü.Ayrılırken ‘’Evlat,seni bu halinle bırakmak istemiyorum;ama buna mecburum.Sana verebileceğim tek tavsiye şu olacak:Korkma gölgelerden.’’
Korkuyla sarsılarak yerime gömüldüm.Sonunda kendimi delirdiğime inandırdım.Sonuçta bu mantıklıydı.Savaştan çıkmıştım,tabi ki zihinsel sağlığım bozulacaktı.Gölge şoföre saldırmamıştı,bu tüm şeyleri kafamdan uydurduğumun ispatıydı.Sesli söyledim ‘’Korkma gölgelerden.’’Bu sözlerden biraz cesaret kazandım.Kısa sürede tek derdim ağaçlıkta sıkışıp kalmam oldu.
Damlayan yağmur tanelerinin camda bıraktığı izlere bakmaya devam ettim.Yağmur adama bir şeyler yapıyor,onları daha çok depresifleştiriyor.Başkaları onu izlemeyi ve dinlemeyi eğlendirici bulsa da benim mesaneme baskı uyguluyor.Kendimi halisünasyon olarak inandırdığım şeylerden hala korkarken bulunca,dışarı çıkmak istemedim.Ama bir adam yapmak zorunda olduğu şeyi yapmalıydı.
Çıktım, ve yakında bir ağaç buldum.Kendimi hazırlarken bir ses duydum.Sanki bir bot çamura batıyordu.Kendime ‘’Hepsi senin kafanda,çıldırıyorsun.Korkma gölgelerden.’’dedim.Fermuarımı açarken etrafa bakındım.Uzakta bir şeyin hareket ettiğini gördüm,karanlık bir insan grubuna benziyordu.Bir dal kırılması duydum:hızla sağıma döndüm ve gölge bir silüetin bana koştuğunu gördüm.Tüm mantığı terk ettim ve araca geri kaçıp ardımdan kapısını kilitledim.
Arka koltuğa geçtim ve altına süründüm.Aracın çelik çatısına vuran yağmur taneleri ayak seslerini gizliyordu.Bu en kötüsüydü.Bana gelip gelmediklerini bilemiyordum.Fısıldadım:’’Sadece halüsinasyon görüyorsun,korkma gölgelerden.’’Gözlerimi kapadım ve uyumaya çalıştım.Savaşla boğuşmayı buna tercih ederdim.
  Aracın kenarından çizik sesleri gelmeye başladı.Bir saat aralıklarla devam etti.Sonra sürekli oldu.Sanki kara tahtadaki tebeşir sesleri gibiydi.
Otobüs sağdan soldan sarsılmaya başlayınca dizlerimi karnıma çektim.Rüya görmem gerekiyordu,kendimi cimcikledim.Uyanana kadar sıkacaktım,sonunda kan geldi.
Boğuk çığlıklar vardı,kuledekiler gibiydi.Tekrar tekrar fısıldadım;’’Korkma gölgelerden,Korkma gölgelerden,Korkma gölgelerden…’’
Sözlerden cesaret almaya başladım,ama cam kırılması ve araca atlayan ayak sesleriyle tüm cesaretimi tekrar kaybettim.Ayakları görünce bağırmaya başladım.’’Korkma gölgelerden,korkma gölgelerden.’’
Gözlerimi açtım ve ayakların gitmiş olduğunu gördüm,derin bir nefes aldım.Ufak ilahim işe yaramış görünüyordu.Sonra bir ses geldi,ıslak ayakkabıyla ahşap zeminde yürümeye benzer bir ses.İki küçük kanlı ayak bana geliyordu.Her yapış yapış,lekeli topallayan adımda kalp ritmim arttı.Ayaklar kafamdan sadece birkaç inç uzaktaydı.Fısıldadım,’’Korkma gölgelerden.’’bir kez daha,bir daha,bir daha...Ama hayalet ayrılmayı reddetti.
Diz çöktü,oturağın altına bir el uzandı.Sırtımı duvara verdim.Kanlı el suratıma yaklaştı ve durdu.Eller avuç hizasında açıldı.Parmaklar beni tutabilmek için ileri geri hareket ediyordu.’’Hayır’’diye fısıldadım.

Ardından tanıdık bir ses duydum.’’Eğer korkmuyorsan gölgelerden,tut küçüğün elinden.’’

Tereddütle yaptım.El kolumu kavradı ve beni oturağa oturttu.Ele baktım,bu küçük bir kızın eliydi.Stevens’ın öldürdüğü küçük kızın eliydi.Alnındaki yaradan akan kan tüm vücudunu kaplıyordu.Sempatiyle baktı ve beni koridora çıkardı.
Suratımı çevirince koltuklarda insanları gördüm.Her yerdeydiler,ilahim bir işe yaramadı.Çoğu kanlı Vietnam askerlerine aitti.Bazıları durgun,bazıları üzgündü.Bazıları kafalarını ibadet eder gibi eğdi,bazıları öfke ve katıksız nefretle baktı.Küçük kızla yürüdükçe gözler beni takip etti.
 Higgings’i beni izlerken bulunca şaşırdım.Ve son derece korkunç bir şey gördüm...KENDİMİ.En önde kendimi gördüm,suratımın bir kısmı patlama nedeniyle yoktu.Bana benzeyen adam eliyle şoför yerine oturmamı işaret etti.
Derin bir nefes aldım ve sordum:’’Siz kimsiniz?’’
Adam hareketimi takip etti ve derin bir nefes aldı,’’Bu insanlar babalar,evlatlar,kardeşler,anneler ve kızlar.Hepsi son zamanlarında evde olmak istedi,evde aileleri ile birlikte.Buna mani oldun.’’
‘’Yanlış adamı seçtin,ben kimseyi öldürmedim!’’
‘’Bu yüzler tanıdık geldi mi?’’
Etrafa bakındım ve tekrar kendime döndüm.’’Evet birkaçı;bu kız gibi,yaşlı kadın onun annesi;ve dişsiz adam Higgings.’’
Bana benzeyen adam sordu,’’Onlara ne oldu?’’
‘’Stevens tarafından öldürüldüler.’’
‘’Stevens şimdi nerde?’’
‘’Hala Vietnam’da.’’
‘’Emin misin?’’
‘’Evet,helikoptere binmeden önce gördüğüm son kişiydi.’’
Adam tekrar sürücü koltuğunu gösterdi ve oturmamı istedi.Sakil bir şekilde oturdum,titreyen ellerimi dizime koydum.Adam yaklaştı ve sürücü aynasını bana doğrulttu.Ardından sordu ‘’Ne görüyorsun?’’

‘’Hiçbir şey göremiyorum.’’
‘’Çakmağını çıkar.’’
‘’Çakmağım yok,sigara içmem.’’
‘’Evet,bir çakmağın var.Sağ cebini kontrol et.’’
Göğüs cebimi yokladım,elime sert bir cisim çarptı.Aldım.’’Ne bekliyorsun?Yak!’’dedi bu sefer bağırarak.
Hafif bir ağlaklıla söyledim’’Bunu yapmak istemiyorum.’’
Bağırdı,’’Korkma karanlıktan ve yap bunu.’’
Çakmak metalik bir sesle açıldı.Kaldırdım ve araç cılız bir ışıkla aydınlandı.Bana yansıyan şeyle nefesim kesildi.Bu Stevens’tı.’’Ne,bu nasıl olur?’’
 Locod omzuma elini koydu ve dedi ‘’Bir ay önce beni kıskandığını söylemiştin,izlediğin yolu değiştirip daha iyi bir insan olmak istiyordun.’’
‘’HAYIR.Buna inanmıyorum.’’
‘’Kendini başka biri olmakla kandırdın.’’
‘’Hayır!Ben Er Charles Lee Locod’um!’’
‘’Er Charles Lee Locod çavuşu tarafından tünele hücum etmesi söylenince öldü.Gömülü bir mayına bastı ve suratının yarısı parçalandı.’’
‘’Ben Charles Lee Locod’um,New York’tan geliyorum ve eve nişanlımı görmeye gidiyorum.’’
Sert bir şekilde beni omzumdan tuttu ve zoraki bir sakinlikle sordu ‘’Neye benziyordu?’’Sessizdim,tanrı aşkına sevgilimin neye benzediğini hatırlayamıyordum.Sonsuzluk gibi bir sessizlikten sonra sordu’’Bilmiyorsun değil mi?’’ Bağırdım,’’Hayır,sadece hatırlayamıyorum,onu son görüşümden beri bir yıl geçti.’’
Suratıma bir yumruk indi.’’Hatırlayamıyorsun çünkü  hatırlayacak bir şeyin yok.’’ kanla kaplı suratını yaklaştırıp bağırdı.Biri cebime yetişti ve küçük kızın bir şey çıkardığını gördüm.Avucunu açtı ve bir set altın diş çıkardı.
‘’Onlar benim değil.’’ diye ciyakladım.’’Hakısın Stevens,bunlar senin değil,onları Higgings’in ağzından söktün!’’
‘’Bunların hiçbirini hatırlayamıyorum.Ne yapmaya çalışıyorsun?’’
Adam tutuşunu gevşetti ve bir adım geriledi.Ne yaptığını hatırlaman gerek.Hayatına Charles Lee Locod olduğun yalanına inanarak devam edebilirsin ama kim olduğunla yüzleşip izlediğin yolu değiştirebilirsin.’’
‘’Ben Locod’um lanet olası.Sadece deliriyorum!’’
Bana baktı ve çakmakta yazanı söyle dedi.
Başımı salladım.’’İstemiyorum.
‘’Şimdi oku!’’
‘’Hayır,okumayacağım!’’
‘’Gerçekle yüzleş Stevens!’’
Bir düzine el omzuma dokununca gözlerimden yaşlar süzüldü.Küçük kız kollarını boynuma doladı ve sarıldı.O an Higgings’i öldürenin ben olduğumu anladım.Kızı öldürenin ben olduğumu anladım;Locod’u ölüme gönderenin ben olduğumu anladım.Yumuşak bir sesle konuştum.’'Girerken ölümün vadisine,korkmam gölgelerden,çünkü oradaki en kötü canlıyım ben.’’ Bunu söylemek için çakmağa bakmam gerekmemişti.

Ç.N: Gerçekten hem gerici,hem duygusal hem de gerçekçi bir CP. Biraz uzun olsa da sonu için okumaya değeceğini düşünüyorum.
 

22 Mart 2017 Çarşamba

The Smiling Man

                Yaklaşık 5 yıl önce, Amerika’nın büyük şehirlerinden birinin merkezine yakın bir yerde yaşıyordum. Ev arkadaşım gece oturmayı sevmeyen bir insan olduğu için o uyuduktan sonra her zaman kendimi sıkılırken bulurdum. Zamanı geçirmek için geceleri uzun yürüyüşler yapar, düşüncelere dalardım.

                Dört yılı bu şekilde, geceleri yürüyerek geçirdim ve bir kez olsun korkmam için bir sebebim olmadı. Ev arkadaşımla, şehirdeki uyuşturucu satıcılarının bile nazik olduğunu söyleyerek şakalaşırdık. Fakat bunların hepsi bir akşam yaşadığım birkaç dakika ile değişti.

                Bir Çarşamba idi ve evimden oldukça uzakta olan ancak polisin sürekli etrafta olduğu bir parka yakın yürüyordum. Alışılmadık ölçüde sakin bir geceydi, çok az araba vardı ve neredeyse hiç insan yoktu. Park neredeyse bomboştu.

                Onu önce evime dönmek üzere caddeye saptığımda fark ettim. Caddenin benim tarafımdaki diğer ucunda dans eden bir adam silüeti görünüyordu. Valse benzeyen garip bir danstı bu ancak her adımını ileri doğru atıyordu. Dans ederek yürüyor gibiydi ve bana doğru geliyordu.

                Muhtemelen sarhoş olduğuna karar vererek elimden geldiğince kenara çekildim ve kaldırımın büyük bir kısmını ona bıraktım. Daha yakına geldikçe ne kadar zarif bir şekilde hareket ettiği dikkatimi çekti. Çok uzun, zayıftı ve eski bir takım elbise giyiyordu. Dans ederek yaklaşmaya devam etti ve sonunda yüzünü seçebileceğim kadar yakına gelmişti. Gözleri korkutucu bir şekilde açık, kafası sanki gökyüzüne bakıyormuş gibi hafif yukarda idi ve tedirgin edici bakışları vardı. Ağzı sanki bir çizgifilm karakteriymişçesine doğal olmayan çok büyük bir gülümseme ile şekil almıştı. Bana daha fazla yaklaşmadan caddenin öbür tarafına geçmeye karar verdim.

                Karşıya geçebilmek için ondan gözümü ayırdım. Karşıya geçerken arkama baktım ve donup kaldım. Adam dans etmeyi bırakmış, tek ayağı üzerinde bana paralel bir şekilde duruyordu. Yüzü hala bana dönüktü ancak yukarı bakıyordu. Ve o kan dondurucu geniş gülümseme…

                Sinirim bozulmuş bir şekilde, gözümü adamdan ayırmayarak yeniden yürümeye başladım. Kıpırdamıyordu. Aramıza yarım binalık bir mesafe koyduktan sonra önümdeki kaldırımı incelemek için gözümü ondan ayırdım. Sokak bomboştu. Endişeli bir şekilde adamın durduğu yere baktım ve orada değildi. Kısa bir süreliğine rahatlamıştım ki onu yine gördüm. Caddenin karşısına geçmiş ve hafif bir şekilde eğilmişti. Aramızda mesafe oluşu ve gölgelerden dolayı kesin söyleyememekle birlikte, yüzünün bana dönük olduğundan emindim. Gözümü on saniyeden fazla ayırmamıştım, çok hızlı hareket etmiş olmalıydı.

                Şok içinde bir süre bakakaldım. Sonra yeniden bana doğru hareket etmeye başladı. Bu kez dans etmiyor, bir çizgi film karakterinin sessiz olmak için yaptığı gibi ayakucunda abartılı adımlar atıyordu ancak çok ama çok hızlı hareket ediyordu.

                Bu noktada size kaçtığımı, biber spreyimi veya telefonumu çıkardığımı söylemek isterdim ama hiçbirini yapamadım. Gülümseyen adam bana yaklaşırken sadece orada şok içinde dikildim.

                Ve yaklaşık yüz metre uzağımda durdu, gözleri yukarda, gülümsemesi sabit…

                Nihayet sesimi çıkarabildiğimde, ona “Ne istiyorsun?!” diye sormak istiyordum ancak ağzımdan çıkan tek şey hafif bir “Neeeee…” oldu.

                İnsanlar korkunun kokusunu alabilir mi bilmiyorum ancak duyabildikleri kesin. Kendi sesimde duyduğum korku beni daha büyük bir paniğe sürüklemişti. O ise hiçbir tepki vermiyordu. Orada duruyor, gülümsüyordu.

                Ve sonra, oldukça yavaş bir şekilde geri döndü, dans eder adımlarla benden uzaklaşmaya başladı.  Ona arkamı dönmek istemediğim için gözden uzaklaşana kadar gidişini izledim. Sonra bir şey fark ettim. Artık ne dans ediyordu ne de benden uzaklaşıyordu. Korku içinde silüetinin gittikçe büyüdüğünü izledim. Bu kez bana doğru geliyor ve daha kötüsü, koşuyordu.

                Ben de koştum.

                Biraz trafiğin olduğu ve daha iyi aydınlatılmış bir caddeye çıkana kadar koştum. Sonra arkama baktığımda hiçbir yerde görünmüyordu. Eve dönüş yolu boyunca arkama baktım ve o aptal gülümsemesini görmeyi bekledim ancak hiçbir şey görmedim.


                O şehirde altı ay daha yaşamaya devam ettim ve bir daha asla gece yürümeye çıkmadım. Yüzünün hali hâlâ aklımdan çıkmıyor. Alkol veya uyuşturucu kullanmış bir hali yoktu. Tamamen çıldırmış ve aklını kaybetmiş bir ifadesi vardı. Ve bu görmesi çok ama çok korkunç bir görüntü idi. 


An Egg

Bir araba kazasıydı. Önemsiz fakat ölümcül. Arkada bir eş ve iki çocuk bıraktın. Acısız bir ölümdü. İlk yardım ekibi seni kurtarmak için çok uğraştı ancak vücudun o kadar kötü durumdaydı ki, ölmen en iyisiydi güven bana. 

Sonra benimle tanıştın.

"Ne... Ne oldu?" diye sordun, "Neredeyim ben?"

"Öldün." dedim açıkça, lafı dolandırmak anlamsız.

"Bir kamyon vardı... Bana doğru savruluyordu..."

"Evet." dedim.

"Öl... Öldüm mü?"

"Evet. Ama kötü hissetme, herkes ölür."

"Etrafına baktın. Koca bir hiçlik. Sadece sen ve ben. "Bu yer de neresi?" diye sordun, "Öbür dünya mı?"

"Aşağı yukarı." dedim.

"Sen Tanrı mısın?" diye sordun.

"Evet." diye cevapladım, "Ben Tanrı'yım."

"Çocuklarım... Karım..." dedin.

"Ne olmuş onlara?"

"İyi olacaklar mı?"

"İşte bunu görmek güzel." dedim, "Biraz önce öldün ve ilk düşüncen ailen, bunu görmek güzel."

Bana ilgiyle baktın. Sana Tanrı gibi görünmüyordum. Sıradan bir adam, belli belirsiz bir otorite figürü. Tanrıdan çok bir edebiyat öğretmeni gibi.

"Merak etme." dedim. "İyi olacaklar. Çocukların seni her yönden mükemmel anacak, senden nefret edecek kadar büyük değillerdi. Eşin dışarıdan ağlayacak ama içten içe rahatlamış olacak. Evliliğiniz sonlara doğru mutlu değildi. Eğer teselli olacaksa rahatladığı için vicdan azabı duyacak."

"Peki." dedin, "Şimdi ne olacak? Cennete veya cehenneme mi gideceğim?"

"Hiçbiri." dedim, "Yeniden doğacaksın."

"Yani Hindular haklıydı." dedin.

"Her din kendine göre haklı sayılır." dedim, "Benimle yürü."

Boşlukta yürürken beni takip ettin, "Nereye gidiyoruz?"

"Belirli bir yere değil. Sadece yürürken konuşmak hoşuma gidiyor."

"Peki anlamı ne?" diye sordun, “Yeniden doğduğumda boş bir levha olacak değil mi? Bu hayatımda yaşadığım bütün deneyimler önemsiz olacak.”

“Hiç de değil!” dedim. “Önceki hayatlarında elde ettiğin bütün bilgi ve deneyimleri barındırıyorsun. Sadece hatırında değiller.”

Yürümeyi bıraktım ve omuzlarından yakaladım. “Ruhun hayal edebileceğinden çok daha güzel ve görkemli. İnsan zihni ne olduğunun ancak küçük bir kısmını algılayabilir. Suyun sıcaklığını anlamak için parmağını bardağın içine sokmak gibi, küçük bir zerreni bir bedene yerleştiriyorsun ve geri aldığında o zerrenin kazandığı bütün bilgilere sahip oluyorsun.”

“Son 34 yıldır insandın, bu yüzden engin bilincini henüz algılayacak zamanın olamadı. Burada daha fazla vakit geçirseydik, her şeyi hatırlamaya başlardın. Ancak yaşamlar arasında bunu yapmanın bir manası yok.”

“Kaç kere yeniden doğdum?”

“Defalarca, ve her biri birbirinden farklı yaşamlar.” dedim, “Sıradaki yaşamında M.S. 540 yılında yaşayan Çinli bir köle kız olacaksın.”

“Nasıl yani?” diye sordun, “Beni zamanda geri mi gönderiyorsun?”

“Teknik olarak öyle oluyor sanırım. Sizin bildiğiniz anlamda zaman, sadece sizin evreninizde var. Benim geldiğim yerde her şey farklı.”

“Sen nereden geldin?” diye sordun.

“Elbette, ben de bir yerlerden geldim. Başka bir yerden. Benim gibi başkaları da var. Nasıl bir yer olduğunu bilmek isteyeceksin ama dürüst olmak gerekirse anlamazsın.”

“Peki.” dedin hayal kırıklığı içinde, “Eğer zamanda başka yerlere reenkarne ediliyorsam, herhangi bir noktada kendimle karşılaşma ihtimalim var mı?”

“Elbette. Bu her zaman olur ve genel olarak iki yaşam da kendi zamanlarının bilincinde olduğu için birbirlerinin farkında olmazlar.”

“Peki bütün bunların amacı ne?”

“Cidden mi?” diye sordum, “Gerçekten bana hayatın amacını mı soruyorsun? Sence de biraz klişe değil mi?”

“Oldukça mantıklı bir soru.” Diye ısrar ettin.

Gözlerine baktım. “Hayatın amacı, bütün evreni yaratmamın sebebi, olgunlaşmak.”

“İnsanlığı mı kastediyorsun, insanlığın olgunlaşması mı?”

“Hayır, sadece senin. Bu evreni sadece senin için yaptım. Her yeni yaşam ile büyüyorsun, olgunlaşıyorsun, daha da bilgeleşiyorsun.”

“Sadece ben mi? Peki ya diğerleri?”

“Başka kimse yok. Bu evrende sadece sen ve ben varız.”

Boş gözlerle bana baktın. “Peki ya dünyadaki tüm insanlar…”

“Hepsi sensin. Senin farklı versiyonların.”

“Nasıl yani?! Ben herkes miyim?”

“İşte anlamaya başladın.” Dedim sırtına takdir ile okşayarak.

“Yaşayan her insan ben miydim?”

“Ve yaşayacak olan da, evet.” Dedim.

“Ben Abraham Lincoln muyum?”

“Ve John Wilkes Booth’sun.” Diye ekledim.

“Ben Hitler miyim?” dedin sarsılmış bir ifade ile.

“Ve onun öldürdüğü milyonlarca kişisin.”

“Ben İsa mıyım?”

“Ve onu takip eden herkessin.”

Sessizliğe gömüldün.

“Birini mağdur ettiğin her an, aslında kendini mağdur ediyordun. Nezaket gösterdiğin her an, kendine göstermiş oluyordun. Herhangi bir insan tarafından yaşanmış veya yaşanacak her mutlu ve mutsuz anıyı sen de yaşamış olacaksın.”

“Neden?” diye sordun, “Bunları neden yapıyorsun?”

“Çünkü bir gün, sen de benim gibi olacaksın. Çünkü sen de benim türümdensin. Benim çocuğumsun.”

“Nasıl yani? Ben de mi bir Tanrıyım demek istiyorsun?”

“Hayır. Henüz değil. Sen bir fetüssün. Hala büyüyorsun. Bütün zamanlar içinde yaşanacak bütün hayatları yaşadığında doğacak kadar büyümüş olacaksın.”

“Yani bütün evren…” dedin “Sadece…”

“Bir çeşit yumurta.” Diye cevapladım. “Şimdi bir sonraki yaşamına devam etmenin vakti geldi.”

Ve seni yoluna uğurladım.

21 Mart 2017 Salı

Facebook Message

Nathan, 5 yıldır birlikte olduğu kız arkadaşı Emily'yi 7 Ağustos 2012'de bir trafik kazasında kaybeder. Emily tam bir internet bağımlısıdır ve ölümünün ardından Nathan, kız arkadaşının tüm sosyal medya hesaplarını kapatır. Fakat ölümünden 13 ay sonra 4 Eylül 2013 günü Emily'nin facebook hesabı aktive edilir ve Nathan'a bu hesaptan mesajlar gelmeye başlar. Bu mesajlar şu şekildedir :
E:  Merhaba
N: Sen kimsin? Emily’nin hesabından mesaj almam çok garip.
N: ??? Tamam o zaman, her kimseniz ileride lütfen kendi hesabınızdan bana mesaj atın.
E: Merhaba
N: Susan? Emily’nin hesabını kullanan sen misin?
E: Merhaba. Bu Pazar bir yerlere gidelim mi?
N: Sen kimsin lan?
E:  Otobüsteki tekerlekler
N: Lütfen kim olduğunu söyler misin?
Başlangıçta Nathan, bu mesajları Emily'nin annesi Susan'ın gönderdiğini veya arkadaşlarının yaptığı kötü bir şaka olduğunu düşünür ve mesajları önemsemez. Fakat mesajlarda Emily'nin ölümünden önce çıkmayı planladıkları bir geziye ve yol için seçtikleri Wheel on The Bus şarkısına gönderme yapıldığını görünce korkmaya başlar. Aldığı her mesajın ekran görüntüsünü kaydedip arkadaşlarına yollar.Bir süre sonra Emily, Nathan'ın fotoğraflarında kendisini etiketlemeye başlar. Bunu fark eden bazı arkadaşları Nathan'a bunun bir virüs olabileceğini söylerler, bazıları ise arkadaş listesinden silinmeye başlar. Tüm bunlara rağmen Nathan ölen kız arkadaşıyla bir şekilde irtibata geçiyor olduğunu düşünerek facebook hesabını kapatmaya niyetlenmez.
Nathan, Emily’nin hesabını kullanan kişiye bunu neden yaptığını, neden resimlerde kendini etiketlediğini sorar fakat cevaplar oldukça anlamsızdır. Bir süre sonra ise Nathan’ın söylediği şeyleri tekrar etmeye başlar. Daha sonra Nathan bu mesajların daha önceki konuşmalarından alınmış cümleler olduğunu fark eder. Bu mesajların gönderildiği yeri tespit etmeye çalışır ve karşılaştığı sonuçlar onu bir kez daha korkutur. Mesajlar gelmeye başladığından beri Emily'nin facebook hesabına giriş yapılan yerler Nathan'ın evi, işyeri ve Emily'nin annesi Susan'ın ev adresi olarak görülmektedir. 
Birkaç gün sonra Emily'nin hesabından ilk kez daha önceki mesajlardan bağımsız bir mesaj gelir:
E: spor ayakkabılarım kurutucuda ve dışarısı gerçekten çok soğuk
gerçekten soğuk
soğuk
soğuk
Nathan 
lütfen dur
soğuk
DO-NUYO- RUM
neler oluyor bilmiyorum.
Olanlardan sonra Nathan artık geceleri uyuyamaz hâle gelir. Facebook hesabını kapatmayı düşünür. Birkaç gün sonra Emily'nin hesabından bu fotoğraf gönderilir. Burası Nathan'ın evidir, fotoğraf dış kapıdan çekilmiştir. Nathan fotoğrafı gördüğünde garajdadır. Tablet bilgisayarından arkadaşına yazdığı son şey şu olur:
"Bir arkadaşımda kalacağım, eve girmeye çok korkuyorum."
***
Ç.N: Gerçekten güzeldi *-* Bu da Nathan'ın evinden çekilmiş son fotoğraf. 
Bu da Emily'in kendini Nathan'ın fotoğraflarına etiketlediği fotoğraf:
Yalnız, 1. fotoğrafın arkasında canavar yüzü olduğunun farkında mısınız .-