18 Mayıs 2021 Salı

A Talking Crow Taught Me to Fly

Hep penceremin paslanmış demir korkuluklarının ardından bakar ve bir kuş olmayı hayal ederdim.

Beni yatağa bağlayan zincir pencerenin kenarına kadar gelmeme yetecek kadar uzundu; ve ben de her gece babam odama geldikten sonra uzanıp ufukta süzülen günün ilk ışıklarını beklerdim. Sonra da kuşların ilk cıvıltılarını dinlemek için pencereye kadar giderdim.

Çıkardıkları ezgiler çok güzeldi, kesinlikle uzak diyarlardaki harika yerler hakkında şarkılar söylüyorlardı. Rüzgâra doğru o sonsuz masmavi gökyüzü boyunca yelken açmak, ayaklarımın altındaki araziyi çevreleyen ağaçların tepelerine doğru bakmak hakkında şarkılar...

Yine bir gün, zincirlerim takılı bir şekilde yatağımda uzanırken imkânsız bir şey oldu.

Gece uyuyakaldığım için sabah kuş cıvıltılarına kaçıracaktım; ancak sabah bir şey cama hafifçe tıklatıyordu. Uykulu gözlerimi ovalayıp doğrulunca penceremin pervazında durup cama hafifçe tıklayan bir karga gördüm.

Sürünerek cama ilerledim, ve kuşa gülümseyip “Merhaba, Bay Karga,” dedim.

Karga “Merhaba küçük kız.” dedi.

Orada bir an için şaşkınlıktan dilim tutulmuş, ne söyleyeceğini bilmez bir halde durdum. Sonra, bana sanki yıllar geçmiş gibi gelen bir sürenin ardından, kendimi konuşmaya zorladım.

“Konuşabiliyor musun?”

“Bütün kuşlar konuşabilir.” diye cevapladı. “Ama herkes nasıl dinleneceğini bilmez.”

Penceremi arkadaki korkuluklara çarpana kadar araladım. Karga başını merakla yana doğru eğdi.
“Neden bir kafestesin?” sordu.

Bu bir kafes değildi, sadece babamın taktığı zincirler vardı. Bay Karga bunu bir kafese benzetmiş olmalıydı.
“Sanırım bu benim kaderim.” dedim. “Bu hep böyleydi.”

Karga “Çok zayıf görünüyorsun.” diye yanıtladı. “Bir şeyler yemek ister misin?”

Midem hafifçe guruldayınca, “Evet.” dedim. “Bu harika olurdu.”
Babam bana her zaman yemek vermezdi, özellikle de kızgın olduğu zamanlarda... Açlıktan uyuyamadığım günler olurdu.

Karga tek kelime etmeden uçup gitti. Birkaç dakika sonra küçük bir incir dalıyla birlikte döndü. Ben iştahla inciri yerken beni izledi. Sonra tekrar konuşmaya başlamadan önce bir anlığına bana baktı..

“İnsanları da kafese koyduklarını bilmiyordum.” dedi. “Sence seni bir kuş mu sanıyorlar?”

“Hayır, sanmıyorum Bay Karga.” dedim.

Günün kalanını sohbet ederek geçirdik. Karga bana uçmanın nasıl bir şey olduğunu, dünyada ondan daha iyi bir his olmadığını anlattı. Bana genç bir kuşken gezdiği uzak diyarlardan ve mevsim değiştiğinde kuzeye doğru yolculuğa çıkabileceğinden bahsetti. Nihayetinde akşam oldu ve karga gitmesi gerektiğini söyledi; ancak ertesi sabah iki incir dalıyla birlikte geri geldi. Ona cömertliğinden dolayı teşekkür ettim ve bütün gün sohbet ettik. Hatta bana şarkı bile söyledi. Şarkı söyleyecek kadar güzel bir sesi yoktu; ama bana güzel gelmişti.

Bütün sonbahar böyle geçti ve bütün sonbahar boyunca hayatımdaki tek güzel şey bu ziyaretler oldu. Bana sadece incir değil; aynı zamanda taşıyabileceği kadar küçük olan kiraz, ceviz gibi şeyler de getiriyordu. Uçmak hakkında söylediklerini dinliyor, bazen kötü sesiyle söylediği şarkılarla uyuyordum.

Babam sinirli bir şekilde odama geldiğinde, Karga camın diğer tarafında, düşünceli bir şekilde beklerdi, ona baktığım zaman babam daha da çok kızardı. Sonunda odadan çıktığında, Karga yeniden yanıma gelir ve küçük, siyah gözleriyle yara izlerimi incelerdi. Daha sonra yine başka diyarlardan, uçmaktan bahsederdi, ben de bir gün buradan kurtulup özgür olmanın hayalini kurardım.

Ancak yakın zaman sonra hava soğumaya başladı ve kuşun bana getirdiği incirleri, kirazları harap eden kış mevsimleri geldi. Getirdiği hediyeler gittikçe azalmıştı; onları getirebilmek için her gün daha da uzağa uçmak zorunda kaldığını yorgun sesinden anlayabiliyordum.

Kışın ilk karının düştüğü sabah, Karga bana bir soru sordu.
Başını hafifçe yana doğru eğdi, “Burayı terk etmek için ne yapardın?”

Bir anlığına düşündüm; ancak nasıl cevap vereceğimden tam olarak emin değildim. Sonunda gerçeği söyledim.

“Her şeyi yapardım.” dedim. “Her şeyi.”

Kanatlarını bir kez çırpıp pencereden atladı; onu üç gün boyunca görmedim. İyice depresyona girmeye başlamıştım, artık babamın vuruşları canımı daha çok yakıyor, üstündeki alkol kokusu daha fazla midemi bulandırıyordu..Yine de hala her sabah penceremin yanına gidip diğer kuşların seslerini dinliyordum; ama arkadaşım beni dinlemek için orada durmadığı sürece bu sesler hüzünlü ve anlamsız geliyordu.

Dördüncü günün sabahı Karga geri döndü. O gün harikaydı; güneş bulutların ardında karları eritmek için kendini gösteriyordu. Kışın gelişinden önceki son güzel gündü. Gölgesi bizim yaşadığımız vadinin üzerinden geçerken onu ilk başta bir fırtına bulutu sandım; ama sonra sesini duydum.

Gökyüzünü gürletecek kadar yüksek sesliydi, ama bu bir şimşek değildi, bir sürü kuş vardı.

Binlercesi evimize kondu. Çırpılan kanatlarının ve gagalarındaki çığlığın fırtınası... Vahşice duvara ve pencerelere çarpıp gagalamaya başladılar. Ev onların saldırısıyla sallanıyordu; çığlıkları o kadar yüksekti ki camların kırıldığını bile duymadım.

Sesleri neredeyse babamın bağırışlarını bile bastırıyordu. Bu birkaç dakika boyunca devam etti, ve sonra beni bağlayan kelepçelerimin anahtarı kapının altından atıldı. Ona doğru hücum edip titreyen ellerle yerden aldım ve bileğimi saran metal kelepçenin kilidini açtım.

Kelepçe yüksekçe bir *click* sesiyle gevşeyip açıldı; ilk defa özgürdüm.

Kapının anahtarı da altından atıldı; evin geri kalanı neredeyse tamamen yok edilmişti. Her yerde paramparça edilmiş ahşap ve kırık cam parçaları vardı ve oturma odasının ortasında babamdan geriye kalan beden paramparça, kana bulanmıştı.

Diğer bütün kuşlar uçup gitti; ancak Bay Karga oturma odasındaki şöminenin üstüne oturmuş bana meraklı bir şekilde bakıyordu.

“Artık özgürce uçabilirsin küçük kız.” dedi. “Artık seni tutsak eden bir şey yok.”

“Teşekkür ederim Bay Karga.” dedim. “Benimle gelecek misiniz?”

Bay Karga başını salladı. “Ben yaşlı bir kuşum.” dedi. “Yolculuğum yakın zamanda sona erecek; ama seninki yeni başlıyor.”

Bay Karga kanatlarını çırpıp uçtu; uzaklaştı. Onun peşinden yürüdüm ve pencereye tırmandım, Bay Karga'nın dediği gibi, uçma zamanım gelmişti artık.

Bedenimi serin havaya bırakırken, Karga'nın öğrettiği gibi, kollarımı kocaman açtım. Uçarken kalbim geride bıraktıklarımın çok ötesinde, sonsuz mavi gökyüzünde süzülüyordu.


"... küçük kızın ölü bedeni evin bahçesinde bulundu. Pencereden atlamadan önce, babasını 13 yerinden bıçakladığı öğrenildi. Polisler tarafından kızına bir süredir psikolojik ve fiziksel şiddet uyguladığı öğrenilen Bay Thomson, yoğun bakımda verdiği yaşam mücadelesini kazanamadı..."


Ç/N :
merhabaa. çeviri isteklerinizi yorumlarda belirtebilir veya fulyamanioglu2000@gmail adresine gönderebilirsiniz.

12 Mayıs 2021 Çarşamba

I was trapped in a phone booth

Üniversitede bir gece kursuna gidiyordum. Evime geri dönmem bir saatimi alıyor ama geceleri yalnız yürümeyi dert etmiyorum. Bu, dersten sonra kafamı dağıtmam için bana zaman vermiş oluyor. Son birkaç haftam bu şekilde geçti. Bu uzun yolda yürürken gerilmeme sebep olacak bir şey yoktu. Ama bir akşam olanlar, eve dönüş yolumu değiştirmeme neden oldu.

Hafta içi bir geceydi. Eve giderken her zamanki caddeden geçiyordum. Gökyüzü bulutluydu ve uzaklardan gelen gök gürültüsünü duyabiliyordum. Trafik yoktu, görünürde tek bir kişi bile yoktu. Yolun sonundaki köşeyi döndüm ve ilk defa o zaman bir ses duydum. Bir telefonun zil sesi geliyordu.

Yolun bitişinde eski bir antika dükkanının önünde eskimiş bir telefon kulübesi vardı. Zil sesinin geldiği yer burası mıydı? Yaklaşınca içerideki telefonun çaldığını fark ettim. Birisi neden bu geç saatte bu telefonu arar ki? Meraklı bir şekilde içeri girdim kapıyı kapattım ve telefonu açtım. 

Telefonu kulağıma koyduğumda yorgun bir nefes duydum ve hat aniden kesildi. Kafam karışmış bir şekilde telefonu kapattım. Biraz ürpermiştim. Birinin bana şaka yaptığını düşündüm. Kendimi topladım, çıkmaya hazırlandım, ve onu ilk defa orda gördüm.

Antikacının önünde bir adam vardı. Sırtı bana dönüktü, çömelmiş, kaldırıma bakıyordu. Çok sıska ve uzun bacaklıydı, kıyafetleri yıpranmıştı, her yerini güveler yemiş soluk bir takım elbise giyiyordu. Çok eski, kahverengi, silindir bir şapka takıyordu. Simsiyah saçları arkaya taranmıştı. Onu gürünce ürperdim ve tüylerim diken diken oldu. Pişman olacağım bir şey yaptım, kapıyı açıp eğildim ve iyi olup olmadığını sordum.

Bana cevap vermedi, tamamen hareketsizdi. Sonsuza kadar sürecekmiş gibi hissettiren bu andan sonra aşırı yavaş bir şekilde geriye döndü. Gölge yüzünü gizliyordu, doğrudan bana baktı. Beni şimdi bile korkutan çok kötü bir şey oldu. Anormal bir hızla telefon kulübesine doğru süründü. İskelet gibi ellerini cama vururken telaş içinde kapıyı kapattım.

Ben çaresiz halde kapıyı kapalı tutarken yüzünü cama yapıştırdı. Süt kadar beyaz gözleriyle bana bakıyordu. Ağzı kulaklarına kadar gerilmiş bir şekilde gülümsüyordu. Dişleri çok uzundu. Tabi eğer onlar dişse. Daha çok yırtıcı bir hayvana benziyordu. Derisi griydi ve kemikleri belli oluyordu. Çığlık atmaya çalıştım fakat sesim çıkmıyordu. Cep telefonum yanımda değildi ve tek şansım kabindeki telefondu.

Çevirmeli telefon olduğu için 9-1-1’i aramak çok fazla zaman aldı. Telefonu kulağıma koydum. Hiçbir ses yoktu, sinyal sesi bile gelmiyordu. Birkaç kez daha aramaya çalıştım ama boşunaydı. Telefonu kapattım ve tüm ümidim kırıldı. Adamın yüzündeki gülümseme çoğalmıştı. Kahkaha atmaya başladığında kanım çekilmişti. Benimle alay ediyordu. Kahkahası gök gürültüsünün sesini bastırmıştı. Ardından yağmur başladı.

Sokak karanlığa büründü ve adamın siluetini zar zor görmeye başladım. Ara sıra şimşek çaktığında onun orda olduğunu görebiliyordum. Yerinden fırlamış renksiz gözleriyle bana bakıyordu. Saatlerdir orda bekliyormuşum gibi hissediyordum.

Fırtına bitti ve adam orda değildi. Sanki hiç var olmamış gibiydi.

Kaçma cesaretini kendimde buldum, kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Telefon çaldı, tereddütle telefonu alırken ellerim titriyordu. Telefonu kulağıma götürdüm ve kahkaha sesini duydum. Aynı kahkahayı.