“Lanet olsun, çok soğuk.”
Artık buna alışmış olmam gerekirdi diye düşünürsünüz.
Atkımı biraz daha sıkı sardım, sigaramdan son bir nefes çektim ve izmariti yere atıp ayağımla ezdim. Kısa bir an için alev aldı - hayata tutunmak için son, çaresiz bir çaba - sonra donmuş zeminde hızla kararıp söndü. Son sigaramdı. Yakındaki tüm dükkânlara bakmıştım, başka yoktu. Yağmalardan sonra zaten pek bir şey kalmamıştı. Elveda, eski dostum.
Etrafıma hızlıca bir göz gezdirdim; her dışarı çıktığımda yaptığım gibi etrafa hızlıca bir göz gezdirdim. Kar. Her yer kar.
Derin bir iç çekerek sağ eldivenimi çıkardım, cebimdeki fotoğrafı ararken elim titriyordu. Onların fotoğrafı. Geriye kalan tek şey; kızlarım. Parmaklarım soğuktan yanmaya başlayana kadar fotoğrafa baktım, sonra yavaşça cebime geri koyup eldivenimi sertçe taktım. Lanet kar.
Binaya dönüp soğuk metal kapı koluna uzandım, kapıdaki yazıyı okumak için bir an duraksadım.
ULUSAL HAVA DURUMU SERVİSİ
KEY WEST, FLORIDA
Burası eskiden bir hava tahmini merkeziydi. Yerel halka ve turistlere hava durumu tahminleri yapardık, daha çok turistlere. Halk zaten havayı tahmin edebiliyordu: sıcak, güneşli. Bazen yağmurlu, arada sırada da işleri hareketlendiren bir kasırga. Ama kardan sonra tahmin yapmanın pek anlamı kalmamıştı.
Bir süre devam etmiştik. Karın geçici olduğunu düşünmüştük. Bir hava anomalisi olduğunu, birkaç gün sonra değişeceğini sandık. En fazla bir hafta... Yanılmıştık. Hep yağdı. Sadece kar. Ve -2 °C civarında bir sıcaklık.
Kapı kolunu çevirip asıldım, kapı gıcırdayarak açıldı. Artık her şey donuyordu, kapılar bile. Kapı, yalıtım için plastik ve battaniyelerle kaplanmış kare cam panellerin bulunduğu bir duvarın içindeydi. Soğuk lobiden hızlıca geçtim. Burası binanın en soğuk kısmıydı ve zamanla bir depo haline gelmişti. Sağlı sollu dağınık yığınlar vardı; açık kalan tek yol kapıya gidendi. Odanın diğer ucundaki ikinci kapı daha iyi yalıtılmıştı. İçeri girer girmez arkamdan hızla kapattım. Montumu, atkımı, eldivenlerimi ve şapkamı kapının karşısındaki askılara astım ve koridora girdim. Köşeyi dönünce binanın ana bölümüne ulaştım. Biz buraya "arena" diyorduk.
Bina eskiden böyle değildi. Ayrı ofisler ve odalar vardı ama kar her şeyi değiştirmişti, herkes için. Artık ofislerde oturup hava tahminleri yapmıyorduk. Isıyı paylaşmak için, biraz da başka çaremiz kalmadığından, hepimiz tek bir büyük alanda masaların başında oturuyor ve neyin yanlış gittiğini anlamaya çalışıyorduk. Sorunun ne olduğunu.
Odaya girince Bill başını kaldırıp bana selam verir gibi hafifçe başını salladı.
“Dışarısı nasıl, John?” diye sordu.
“Bilirsin,” dedim. “Soğuk.”
Arena’nın arka orta kısmındaki masama geçip sandalyeye çöktüm. Kısa molanın bana taze bir bakış kazandırmasını umuyordum ama altı ayın ardından bunun pek mümkün olmadığını biliyordum. Arkama yaslandım, gözlerimi kapatıp şakaklarımı ovaladım ve bildiklerimi zihnimde bir kez daha gözden geçirdim.
Olan bitenlere dair kabul edilen anlatı şuydu:
Altı aydan biraz fazla zaman önce, Noel Günü’nde, tamamen tesadüf eseri - inanılmaz bir rastlantıyla - tam olarak 08:17’de (GMT -5), dünyanın her yerinde aynı anda Bing Crosby’nin White Christmas şarkısının ilk notaları duyulmuştu. Tüm dünyada, aynı anda, her radyo istasyonu, her internet müzik servisi, her CD çalar bu şarkıyı çalmıştı. Noel’i kutlayıp kutlamadıkları bile önemli değildi, her yerde olmuştu. Müzik dinlemeyen insanlar bile radyolarının kendiliğinden açıldığını söylüyordu.
Crosby, beyaz bir Noel hayalinden bahsediyordu… Ve biz de onu hayal etmiştik.
Dünyanın her yerinde, herkes aynı anda, anında uykuya dalmıştı. Hepimiz, karla kaplı, büyülü bir dünya düşlemiştik. Söylenenlere göre sadece üç dakika kadar baygın kalmıştık. Uyandığımızda ise… kar yağıyordu. Her yerde. Aynı anda.
Başta yavaş başlamıştı. Gökten pudra şekeri gibi yumuşak kar taneleri düşüyor, kısa sürede her şey bembeyaz bir örtüyle kaplanıyordu. Kimse ertesi güne kadar endişelenmemişti. Burası gibi tropik yerlerde bile, Noel Günü yağan karbize bir mucize gibi gelmişti.
Ama 26 Aralık’ın sert ışığında, bu artık bir mucize değildi. Sadece kardı. Ve soğuktu.
Temmuz ayının başında artık bundan çok daha fazlasıydı. Dünyanın altyapısı çökmeye başlamıştı. Kuzeydeki bölgeler bir süre idare etmişti ama güneyden gelen mal ve hizmetler kesilince onlar da sarsılmaya başlamıştı. Ekvatora yaklaştıkça ölüm daha yaygındı. Buna hazır değildik. Birkaç gün kar yağsa idare ederdik. Ama bu… Bambaşka bir şeydi. İnsanlar ısınamıyordu.
Ekvatora yakın bölgelerde hayatta kalanların çoğu, kurtuluş umuduyla doğal olarak daha soğuk iklimlere doğru yola çıkmıştı. Ama yol zordu ve çoğu bunu başaramayacaktı. Başarsalar bile, o bölgelerin ne kadar daha dayanabileceği belirsizdi.
Doğruldum ve gözlerimi açıp odaya baktım. Artık sadece üç kişiydik, dokuz masa boştu. O masalar bir zamanlar insanlara aitti, benim gibi, burada çalışan insanlara. Ya aileleriyle kuzeye gitmişlerdi, ya soğuktan ölmüşlerdi. Ya da her ikisi birden.
Dolu olan diğer iki masanın sahibi Bill ve Marcus'un ikisi de yalnız yaşıyorlardı; kaybedecek ya da koruyacak aileleri yoktu. Bazen - zayıf anlarımda - onları kıskandığım olurdu. Ama aslında hayır... Çoğu gün beni ayakta tutan tek şey, aileme dair o anılardı.
Cevapları istiyordum, onlar için.
Başımı sallayıp kendimi ailemi düşünmeyi bırakmaya zorladım. Odaklanmalıydım.
Marcus içeri girdi ve bana anlamını bildiğim bir bakış attı. Bu, radarın üzerini temizlediği ve jeneratörü çalıştırdığı anlamına geliyordu.
“Tamam beyler,” dedim. “Çalıştırın.”
Bu kadar güneyde olduğumuz için elektriği çok erken kaybetmiştik. Neyse ki Bill tam bir hayatta kalma manyağıydı. Jeneratörü, tonlarca yakıtı, yiyeceği ve ekipmanı vardı. Ofise ilk yerleşen oydu. Isımızı ona borçluyduk, hayatta olmamızı da.
Bunu haftada bir yapıyorduk. Hiçbir zaman bir şey çıkmamıştı, hep kar... Umut versin diye ritüeli sürdürüyorduk. Ama sonuç değişmiyordu.
“John.”
Bill’in sert sesi düşüncelerimi böldü.
“Bir şey var.”
Birden ayağa fırladım. Altı ayda hiç olmamıştı bu. Olamazdı.
Cebimdeki fotoğrafa dokunarak hızla Bill’in yanına geçtim. Kuzeybatımızdaki bir adayı işaret ediyordu.
“Tanrım…”
Wisteria Adası’nın üzerindeki yağış yoktu. Kar kesilmişti. Yayılmıyordu; ekranda ada şeklinde bir boşluk vardı.
Karın durduğu bir yer, adeta göz kamaştırıcıydı.
“Oraya gidiyorum.”
Kapıya koştum, dış giysilerimi üst üste geçirmeye başladım. Bill ve Marcus hemen arkamdaydı.
“John! Mantıklı ol. Dışarıda ne olduğunu bilmiyoruz. Ekranlardab izlemeliyiz,” diye yalvardı Bill.
“Siz buradan izleyin. Ama ben gidiyorum.”
“Hayatını riske atmana gerek yok,” dedi Marcus. “Biraz daha dikkatli olsak-”
“Zaman yok, Marcus. Bir yerde hava değiştiyse nedenini bilmem gerek. Belki hepimizin hayatını kurtarabiliriz!”
Fotoğrafa bir kez daha dokundum. Ailem için bunu başaramamıştım... Ama belki başkaları için yapabilirdim.
“Anlayın lütfen, bunu yapmak zorundayım.”
Marcus başını salladı.
“Peki,” diye iç çekti Bill. “Biz burada olacağız. Şunları al.”
Ekipmanları cebime tıktım.
“Lütfen dikkatli ol,” dedi Marcus.
Vedalaşıp kara doğru ağır adımlarla yürüdüm…
Marinaya kadar normalde aşağı yukarı 20 dakika sürmesi gereken bir yürüyüş, bu havada çok daha uzun sürüyordu ve etrafımdaki yıkımı incelemek için bolca zamanım olmuştu.
Adada hayatta kalan sadece biz üç kişi kalmış olmalıydık. Durmaksızın yağan kar binaların çoğunu yerle bir etmiş, bitmek bilmeyen soğuk ise kuzeye kaçamayanları öldürmüştü. Hayalet kasaba gibiydi, karlar ülkesindeki bir hayalet kasaba...
Sokaklar cesetlerle doluydu.
Marinaya vardığımda, diğer her şey gibi oranın da harabeye döndüğünü gördüm. Bazı tekneler karın ağırlığıyla suya gömülmüştü. Bazılarıysa kaçma girişimlerinde kullanılmıştı. Marinanın küçük ofis binasına yaklaştığımda camların kırık, kapının aralık olduğunu gördüm. Belli ki bir tekne aramaya gelen ilk kişi ben değildim.
Ofiste kalan anahtarlardan bir avuç aldım. Her birinin etiketine bakarak hangi tekneye ait olduklarını kontrol etmeye başladım.
17 numara: yok.
24 numara: yok.
8 numara: batmış.
14 numara: yok.
13 numara… belki.
13 numaralı tekne karla kaplıydı ama tamamen dolmamıştı. İçine girecek kadar karı temizledim, yakıt hattını hazırladım, anahtarı yerine sokup çevirdim. Anahtar kıpırdamadı. Lanet olsun.
Anahtarlara devam ettim. Bir başka umut vadeden tekne: 9 numara. Bu sefer anahtar döndü ama motor çalışmadı.
Son anahtar. Son tekne. Uğurlu sayı, 3.
Karın altında kalmıştı ama hâlâ yüzüyordu. Kumandaların olduğu yere bir boşluk açtım, içeri atladım. Anahtar döndü. Motorun güç toplamasını bekledim, jikleyi bastım ve marşa bastım. Hiçbir şey olmadı.
Ama umutluydum. Üç numara. Kızlarımın sayısı.
Bir kez daha denedim ve tekne kükreyerek çalıştı. Derin bir rahatlamayla marinanın dışına doğru sürdüm.
Yavaş gitmeme rağmen, tuzlu suyla karın karıştığı yaklaşık altı yüz metrelik mesafeyi geçmek uzun sürmedi. Tekneyi adaya yanaştırdım ve kıyıya çıktım.
Gördüğüm şey son derece tuhaftı. Sanki adaya bahar gelmişti.
Gökyüzü açıktı, kar eriyordu - ama adanın dışındaki her yerde hâlâ kar vardı. Elimi adanın kenarından uzatsam kar tutabiliyordum. Daha önce böyle bir şey görmemiştim. Gerçek dışı bir manzaraydı.
Adanın çevresini dolaştım. Zaten büyük bir ada değildi; kısa sürede turu tamamlamıştım.
Hava durumu dışında her şey normal görünüyordu. Bir süre eve, Key West’e doğru baktım. Uzaktan yağan karı izledim. Bu mesafeden bakınca zararsız görünüyordu...
Ardından dönüp adanın ortasına baktım. Kar eriyor, güneşte parlıyor ve adada bolca bulunan çamların dallarından kayıp düşüyordu. Buraya eskiden Noel Ağacı Adası derdik.
Tam ortadan gelen parlak bir yansıma dikkatimi çekti. Güneşte göz kırpar gibi parlıyordu. Hemen içeri doğru koştum, sık çamların arasından olabildiğince hızlı ilerledim. Adanın merkezine vardığımda, eriyen karın içinden çıkan metal bir nesne gördüm. Bir çemberdi; tekerlek gibi.
Eldivenli ellerimle karı temizlemeye başladım. Parça parça ortaya çıktı: yükseltilmiş bir platform, tekerleğin altında daha büyük, yuvarlak bir yapı. Üzerinde bir yazı vardı: YENİDEN YAPILANDIRMA. Mandallar. Menteşeler.
Bu bir kapıydı. Daha doğrusu bir kapaktı.
Bu da neydi böyle? Bu adaya defalarca gelmiştim. Daha önce burada böyle bir şey yoktu.
Tekerleği çevirdim, kolayca döndü. Kapıyı çekerek açmaya çalıştım ama kıpırdamadı. Mührü hâlâ donmuş olmalıydı. Tüm gücümle çektim, sonuç yok. Tekme attım, sonra nefeslenmek için platforma oturdum.
Bir dakika sonra tekrar ayağa kalktım ve yeniden asıldım. Büyük bir “pat” sesiyle kapak açıldı ve beni geriye savurdu. Hızla toparlanıp açılan kapağa baktım. Karanlığa doğru inen bir merdiven vardı. Ne kadar derine indiğini ya da aşağıda neyle karşılaşacağımı bilmiyordum.
Bir refleks olarak cebimdeki fotoğrafı yoklarken cesaretimi topladım, buraya kadar gelmiştim. Aşağıdaki her neyse görmem gerekiyordu.
Kapağın kenarından geçip merdivene çıktım ve aşağı inmeye başladım. Yukarıdan gelen ışık kayboldukça karanlığa gömüldüm. Tedirgin adımlarla ilerlemeye devam ettim. İniş hiç bitmeyecek gibiydi.
Sonunda aşağıdan bir ışık görmeye başladım. Merdivenin sonunda, küçük bir koridorun başındaydım. İlk fark ettiğim şey, sıcaktı. Burası sıcaktı. Isı vardı. Artık sırılsıklam olmuş dış kat kat giysilerimi çıkardım ve merdivenin yanına bir yığın hâlinde bıraktım.
Aydınlık koridor çok uzun görünmüyordu. Sonunda köşeyi döndüğümde kendimi büyük, parlak bir odada buldum. Oda, ışıkları yanıp sönen, durmadan bipleyen makinelerle doluydu.
Yaşlı bir adam çılgınca bir makineden diğerine koşturuyor, kendi kendine homurdanıyordu. Yüzü derin çizgilerle doluydu. Dağınık beyaz saçları tam bir deli bilim insanı gibi görünmesine neden oluyordu.
Bu da neydi böyle?
Makinelerle o kadar meşguldü ki, beni fark etmedi. Ağzım açık onu izledim bir süre. Burada neler olduğunu zerre kadar anlamıyordum.
“Uyarı! Güvenlik ihlali! Uyarı! Davetsiz misafir tespit edildi!”
Yakındaki bir makine varlığımı algılayınca bağırmaya başladı.
“Kes sesini makine,” dedi adam kalın bir İskoç aksanıyla, alarmı susturmak için konuştuğu makineye vurarak. “Sana söylemiştim, burada kimse-”
O anda beni fark etti. Gözleri kocaman açıldı. Ayağa fırlayıp hızla yanıma geldi.
“Sen kimsin? Buraya nasıl girdin? Burada olamazsın!”
“Ben kim miyim?” dedim. “Asıl sen kimsin? Burası da neyin nesi?”
“Önce sen söyle! Beni nasıl buldun?” diye suçlayıcı bir tonla sordu.
“Bu küçücük adanın ortasında kocaman bir kapak var. Roket bilimi değil.”
“Kahretsin. Gizleme sistemi de bozulmuş olmalı.”
“Gizleme- ne?”
Elini sallayarak kafamı karışıklığımı umursamazca geçiştirdi.
“Gizleme sistemi. Evet.”
“Demek bugüne kadar kapağı hiç görmememin sebebi buydu...” sesli düşündüm
“Evet.” onayladı.
“Sen kimsin? Burası ne?”
Sorularımı tekrarladım. Bir an beni süzdü, sonra derin bir nefes alarak sakinleşti.
“Peki. Nasıl olsa yakında bir önemi kalmayacak. Benim adım Michael. Burası da Yeniden Yapılandırma.”
“Yeniden yapılandırma mı? O da ne demek?”
“Bir şeyi yeniden yapılandırmak, onu özgün hâline döndürmek-”
“Hayır! Kelimeyi biliyorum. Buradaki Yeniden Yapılandırma ne, ne yapıyorsunuz?”
“Yeniden Yapılandırma, otomatik küresel nüfus yönetim sistemidir. Çok uzun zamandır varız, teknolojiyle birlikte evrildik, hatta bazı teknolojileri kendimiz icat ettik. Şu anki sistemimiz gerçekten kusursuz. Eskilerini görmeliydin; çok ilkeldiler.”
“Otomatik küresel nüfus yönetimi mi? Nüfusu mu yönetiyorsunuz? Nasıl?..”
“Nüfusu kendini yok etmekten koruyoruz.”
“Korumak mı…?”
“Elbette. Gezegen nüfusunu, yaklaşan bir öz-yıkım belirtileri açısından izliyoruz. İnsanlar bunu bilerek yapmıyor belki, ama gidişat arada bir mutlaka oraya varıyor. Dünya liderleri bunu çok erken fark etti ve "Yeniden Yapılandırma" ortaklaşa geliştirildi.”
“Ne iş yaptığınızı hâlâ anlamıyorum.”
“Belirli kriterlerimize göre öz-yıkım işaretleri gördüğümüzde, sizi sıfırlıyoruz.”
“Sıfırlamak mı?”
“Evet. Sizi, farklı bir yol seçebileceğiniz bir noktaya geri alıyoruz. Merak etme, bunu hatırlamıyorsunuz bile. Dünya yoluna devam ediyor. Kimse zarar görmüyor.”
“Zarar görmüyor mu? Dışarıda olanlara ne diyorsun? İnsanlar öldü! Ailem öldü.”
“Ah… evet. Program küçük bir aksaklık yaşadı.”
“Küçük bir aksaklık?”
“Normalde program, yeniden yapılandırmanın başlayacağını haber veren bir uyarı verir. Kültürel olarak tanıdık ve rahatlatıcı bir şey seçer. ‘White Christmas’ı hatırlarsın. Uyarı gelir, herkes uykuya dalar, sıfırlama yapılır, sonra siz uyanırsınız. Daha mutlu, daha dost canlısı olursunuz. Hiçbir şey hatırlamazsınız.
Bu sefer program hata verdi. Nadiren olur ama olur. Uyudunuz, ama sıfırlama tamamlanamadı. Program kilitlendi. Bense burada, bir uyku odasında korunmuş hâlde bekliyordum. Altı ay içinde progam kendini düzeltemezse beni uyandıracak şekilde ayarlıydı. Ve işte buradayım.”
Fotoğrafı cebimde sıkıca tuttum. Kızlarımı düşündüm. Son aylarda yaşanan onca akıl almaz şeyden sonra belki tüm bunlar da gerçek olabilirdi.
“Peki ya kar?” diye sordum.
“Nanobotlar.”
“Nanobotlar mı?”
“Evet. Yeniden yapılandırmada kullandığımız yöntem bu. Normalde dağılıp kaybolurlar. Ama program hata verince birikmeye devam ettiler. Sonuç: kar.”
“Ama eridiğini gördüm!”
“Erimiyor, geri çekiliyorlar. Bu adada küçük çaplı bir test alanı olarak programı onarmaya çalışıyorum.”
Bu adam deliydi. Ama yine de tüm bunlar, altı aydır duyduğum her şeyden daha mantıklıydı. Lanetlendiğimiz, başka-soğuk bir boyuta geçtiğimiz, dünyanın sonunun geldiğini anlatan tüm o komplp teorilerinden.
“Ama bunu yapamazsınız,” dedim. “İnsanların kaderine karar veremezsin.”
“Ben vermiyorum. Program veriyor.”
“Yani bir makine herkesin kaderini mi belirliyor?”
“Evet.” dedi sanki bu dünyanın en normal şeyi gibi.
Cebimden işaret fişeğini çıkarıp ona doğrulttum. Michael şaşkın ve korkmuş görünüyordu.
“Anlamıyorsun. Her şeyi düzeltirsem herkes geri gelecek. Ailen de.”
Duraksadım. Kızlarım… Ama eşimi düşündüm. Tüm bunların bir saçmalık olduğunu düşünürdü. Ayrıca bir program tarafından "sıfırlanmak" kulağa hiç de güvenli gelmiyordu.
“Hayır,” dedim. “Burada bitiyor.”
“Üzgünüm,” dedi Michael. “Ama buna izin veremem.”
Bir düğmeye bastı. Oda dönmeye başladı. Dizlerimin üzerine çöktüm. Her şey karardı.
---
Bilincim geri geliyordu. Başımı tuttum. Acıyordu- ama hayır, iyiydim. Uzun zamandır ilk kez, üşümüyordum.
Etrafa baktım, evimizde, eşimle odamızdaydım. Harabe olduğunu gördüğüm bu evde hiçbir hasar yoktu, eskisi gibiydi. Hiçbir şey olmamış gibiydi.
“İyi misin, canım?” dedi Stella.
Kapı açıldı, kızlar yatağa atladı.
“Noel! Noel!”
Gözlerim bir anlığına farkındalıkla irileşti, hepsi bir rüyaydı. Evimdeydim, ve her şey yolundaydı.
“Mutlu Noeller canım,” dedi Stella.
Kendime gelmeye çalışarak başımı salladım.
“Mutlu Noeller!” dedim. “Hadi gelin, Noel Baba ne getirmiş bakalım.”
Hep birlikte ağacımıza ulaşmak için merdivenlerden inerken, açık pencereden Bing Crosby’nin “White Christmas” şarkısı içeri doldu.
Ç/N : Sizce sonra kar yağmaya başlamış mıdır? :)
Mutlu yıllar ❆
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yaparken kaba veya küfürlü bir dil kullanmaktan çekinirseniz sevinirim ^^