1 Nisan 2025 Salı

The things without feelings

 Bazen tuhaf şeyler hatırlarız. Birkaç gün önce oyuncak reyonundan geçiyordum. 2 yaşındaki (yakında 3 yaşına girecek) yeğenimin doğum günü için bir şeylere bakıyordum. Kuyruğunu çektiğinizde kafası aşağı yukarı sallanan bir kaplumbağadan başlayıp, ejderha ve peri prensesi karışımı gibi görünen pembe renkli bir şeye kadar her şey parlak renkli ve hoştu.Ve orada, reyonun tam ortasında, seyrekçe bir araya getirilmiş bir grup Care Bear oyuncağı vardı. Aşırı tatlı ve sevimli gözleri, üç yaşındaki küçük bir kız için ne kadar harika bir hediye olacaklarını söylercesine bana bakıyordu. Elimi uzattım ve koyu mavi Grumpy Bear'ı aldım. Ayıların arasında yıllar boyunca en az değişime uğrayan oydu. Bence bunun sebebi onun zihninin çok güçlü olmasıydı. Akıl sağlığını korumak için şeklini ya da biçimini değiştirmesine gerek kalmamıştı.

Ayıyı geri yerine koydum ve ona baktım. Düşünmesi bir garip. Ama tuhaf bir Care Bear hikayesine sahipti. Ya da belki ateşim varken gördüğümü sandığım bir rüyaydı. O sırada hasta olduğum için bu kulağa daha cazip geliyordu. Karnındaki küçük fırtına bulutuna bakar bakmaz hatırladım.

Öğleden sonra güneşli bir mart günüydü. 38 derece ateş ve kusmadan dolayı o gün okula gidememiştim. Sabahın erken saatlerinde hastalığımın en kötü evrelerini atlatmıştım ve şimdi koltukta televizyonda önüme ne çıkarsa izliyerek keyif çatıyordum. Annemin birkaç işi vardı bu yüzden evde yalnızdım. Normalde dondurucudan dondurma çalarak bu özgürlüğü suistimal ederdim. Ama çok yorgundum ve hala biraz midesi bulanmış hissediyordum.

Bu durum ışıl ışıl renkli ayıların ekrana geldiğinde kanalı neden değişmediğimi açıklayabilir. Dokuz yaşındayken, Care Bears'ı izlemenin iyi bir şey olacağı yaşı çoktan geçmiştim. Ama yorgun ve hala biraz hasta olduğum için ekranda durmasına izin verdim. Kötü adamın Profesör Coldheart adında biri olduğunu hatırlıyorum. Donmuş mavi cilt, beyaz saç ve pedofili bakışlarıyla düşük bütçeli Bay Freeze çakması gibi duruyordu. Onun tüm olayı duygulardan nefret etmesiydi. Cidden bana şu aptal Captain Planet kötü adamlarından birini hatırlatıyordu. Neden çevreyi kirletmişlerdi? Çünkü eğer yapmasalardı kötü adam kavgası olmazdı da ondan! Ama belki de emekleyen çocukları hedef alan bir gösteriden çok fazla şey bekliyorum.

Duygular hakkında bir sürü ileri geri konuşan tüylü küçük maskotlar sürekli neşe ve özen göstermek üzerine durmadan konuşuyordu. Hasta olsam da olmasam da kanalı değiştirmek için kalktım çünkü bir kez daha şefkat kelimesini duymak zorunda kalırsam asıl o zaman  hasta olacaktım. Ve sonra Profesör Coldheart uzun siyah bir kitap çıkardı. "Ama bana söz verdiler, onları çağırırsam, tüm hisleri sona erdirecekler!" Coldheart kitabı açarak haykırdı. 

Küçük ayıcıkların hepsinin kafası karışmış görünüyordu. Grumpy Bear dışında hepsinin. "Care Bears, onun o kitabı okumasına izin vermeyin!" diye bağırdı. "Tender Heart, bakış gücünü getir!"

Karnında kalp olan küçük, kırmızımsı kahverengi bir ayı başını salladı. “Care Bears, sıraya girin!” diye seslendi. Ama o bunu yaparken bile Coldheart ilahi söylemeye başladı. Yere oturdum ve gözlerim fal taşı gibi açılmış bir şekilde onu izledim. Söylediği tek kelimeyi bile anlayamıyordum. Hayır, bu bir yalan. Daha doğrusu, tam olarak doğru değil. İngilizce konuşmuyordu. Daha önce duyduğum hiçbir dili konuşmuyordu. Ama zihnim resimler oluşturuyordu. Ve mutlu değillerdi. Yıldızları yiyen büyük siyah kütleler ve dünyanın etrafını saracak kadar uzun kıvranan ve kıpırdayan şeyler içeriyorlardı.

Tender Heart elini başına götürerek duraksadı ve diğer ayılar da hemen onu takip etti. “Yıldızları beklerler,” diye mırıldandığını duydum Tender Heart'ın.

Coldheart'ın arkasında mağaramsı bir geçit açıldı ve kıkırdadı, delilikle dolu ve neşesiz bir kıkırdama. Grumpy Bear ayağa kalktı ve dehşet içinde ona baktı. Görüş alanının kenarında titreşen gölgemsi şeyler ekranda belirmeye başladı, açıklıktan geliyorlardı. Geriye dönüp baktığında, bu fantastik bir şeydi. Böyle bir şeyi daha önce hiç görmemiştim. Gölgemsi şeyler ayılara doğru uzanıyordu. Grumpy Bear'ın karnı parıldadı ve birkaç gök gürültüsü bulutu çağırdı. Onları ayılar için koruyucu bir bariyer oluşturmak için kullandı; şimşekler bu bulutlardan fırladı ve gölgemsi şeyler yaklaştıkça onları çarpıp cızırdattı. 

Yine de bu yeterli olmayacaktı ve itiraf etmekten utanmama rağmen, dokuz yaşındaki küçük benliğim biraz korkmuştu. Gölgemsi şeyler şu anda benim kafamda dolaşan şeylere çok garip bir benzerlik taşıyordu. Grumpy Bear, Coldheart'ta sonra ayılara, ve sonra tanrıya yemin olsun ki bana baktı. Yani, “kameraya” bakıyormuş gibi yaptığını biliyorum ama sanki beni ve izleyen diğer herkesi görebiliyor, korkumuzu hissedebiliyordu. Başını salladı. “Bağlantıyı kesmem gerekiyor,” dedi Coldheart'a dönerek. Gözlerini kapattı ve konsantre oldu. Karnı daha önce gördüğümden daha parlaktı. 

Devasa bir fırtına bulutu üzerlerinde belirdi ve tüm binayı doldurdu. Coldheart hayranlıkla yukarı baktı. Ardından, devasa bir yıldırım çaktı. Önce, Coldheart’a isabet edeceğini sandım. Ancak, onun yerine yıldırım ayaklarının dibine düştü. Coldheart çığlık attı ve geriye sıçrayarak dengesini kaybetti. Ve tam o anda, arkasındaki portala düştü, hâlâ siyah kitabı tutuyordu. Güçlü bir gök gürültüsü duyuldu ve ekran tamamen beyaza döndü. Bir anlığına, televizyonun zarar gördüğünü ya da bir elektrik dalgalanması yaşandığını düşündüm. Ama birkaç saniye sonra görüntü yeniden netleşti.

Grumpy Bear şimdi yerdeki her ayıya tek tek gidiyor, onları yerden kaldırıyor, sırtlarını sıvazlıyor ve birkaç cesaret verici söz söylüyordu.

"Onunla yaşayamam," dedi karnında yonca sembolü olan yeşil bir ayı. "Birçok şey gördüm, çok fazla şey..."

"Endişelenme, Good Luck," dedi Grumpy, ayının sırtını sıvazlayarak. "Buna gerek kalmayacak. Hiçbirinizin..."

Reklamlar başladı.

Ardından jenerikler oynamaya başladı. Kanepeye doğru sürünerek geri gittim ve kendimi yukarı çektim. Hafif bir hayal kırıklığı hissettim. Grumpy'nin ne demek istediğini öğrenmek istemiştim.

Ama bunu aklımdan çıkardım. Sonuçta sadece bir Care Bears bölümüydü. İlk filmin kısa bir süre sonra çıktığını hatırlıyorum, seriyi bir nevi yeniden başlatmıştı. Artık Coldheart yoktu ve bir sürü farklı pastel renkli hayvan, ayılarla birlikte oynayacak yeni karakterler olarak eklenmişti. O bölümü bir daha asla görmedim ve onu bulmak için uğraşmadım.

On üç yıl sonra, kendimi eyalet dışında bir üniversitede İngiliz Edebiyatı dersinde buldum. Bu, birinci sınıflardan son sınıflara kadar herkesin katılabildiği derslerden biriydi. Son senemdeydim ve genel eğitim kredilerimi tamamlamak için rastgele bir ders seçmem gerekiyordu.

Nedense, dersin sonunda bir grup olarak çocukken izlediğimiz diziler hakkında konuşmaya başladık. Konu eninde sonunda Care Bears’e geldi.

"Biliyor musunuz, dokuz yaşımdayken en garip bölümlerden birini izlemiştim," dedim. Coldheart ve kitapla ilgili dramatik sahneleri hızlıca özetledim. Herkes bana delirmişim gibi baktı.

"Bu sahneyi gerçekten izlediğine emin misin, yoksa sadece halüsinasyon mu gördün?" diye sordu sağımda oturan ve herkesin Patster diye çağırdığı çocuk. 

"Bekleyin, o haklı!" diye haykırdı Cally adında sarışın bir birinci sınıf öğrencisi. "Ama o Coldheart değildi, No Heart’tı!"

"No Heart da kim?" diye sordum, ona dönerek.

Reklamlar başladı.

"O, Nelvana serisinin ana kötü karakteriydi, DiC bölümlerinden sonraki seride. Senin bahsettiğin gibi siyah bir kitabı vardı. Ve tüm ayılar şaşkın görünüyordu, Grumpy hariç. O panik içindeydi. Ve No Heart, gölgemsi canavarlarından oluşan grubuna Gençler diyordu." Güldü. "Nasıl bittiğini bilmiyorum. Beni o kadar korkutmuştu ki kanalı değiştirmiştim." Başını iki yana salladı. "Ama sonuçta Care Bears dizisiydi, ne kadar korkutucu olabilirdi ki?"

Bir an için düşünceli bir ifadeye büründü. "Ama Nelvana serisinin sonlarına yakındı. Hatta belki de son bölümüydü."

"Evet, ben ikinizin de akıl hastanesinden daha deli olduğuna oy veriyorum," dedi Patster ve grup kahkahalarla ona katıldı.

Ama bu konuşma merakımı uyandırmıştı. Okulda, öğrencilerin ücretsiz kullanabildiği ve tam 56 kbps hızında inanılmaz bir çevirmeli ağ bağlantısıyla çalışan bilgisayarlar vardı. Burası 1998’di; internet, bugünkü gibi anında cevap veren bir yer değildi. Hatta Google hâlâ Google Beta olarak biliniyordu ve yeni olduğu için ona şüpheyle bakıyordum. Sonunda Yahoo’yu kullanmaya karar verdim. Ve size söyleyeyim, o zaman ne kadar kötüydüyse şimdi de pek farklı değil.

Saatler süren aramalarımın ardından hiçbir ipucu bulamadım. Ne Cally’nin bahsettiği bölüme ne de benim hatırladığım bölüme dair tek bir bilgi kırıntısı bile yoktu.

Bu konuyu orada bıraktım. O zamandan beri birkaç farklı Care Bears serisi yapıldı. Ayılar gelip geçti, ama Grumpy, benim görebildiğim kadarıyla hep oradaydı ve neredeyse hiç değişmemişti.

Bazen, her serinin sonunda garip bölümler gören başka insanların olup olmadığını merak ediyorum. Ama içten içe... gerçekten bilmek istemiyorum. Eğer bilseydim, kabul etmek istemediğim bazı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalırdım.

Dalıp gittiğim düşüncelerden sıyrılarak oyuncak reyonundan ayrılmaya hazırlandım. Son bir kez dönüp Ayılara baktım.

Sonra, neredeyse içgüdüsel bir hareketle, elimi uzatıp Grumpy Bear’ı aldım.

Belki de ona en azından bu kadarını borçluydum.

Ve belki de, yeğenimin uyurken yanına sokulabilecek daha kötü şeyler vardı.

27 Kasım 2024 Çarşamba

The Sirens Didn’t Mean What We Thought They Did

Diğer hava durumu uyarıları gibi başlamıştı.Telefonlarımızda hava durumu alarmı çalıyor,şehirden gelen siren sesleri kasabamıza şiddetli bir kasırganın yaklaştığı haberini veriyordu.Bu durum Ortabatı için yeni bir şey değildi,sıradan bir salı günüydü.

Ben ve oda arkadaşım Jenny,acil durum çantamızı alıp bodruma indik.Beklediğimiz şey,bodruma birkaç saat durmaktı.Dışardaki fırtınanın sesi şiddetliydi.Rüzgar uğultuluydu,sanki şimşekler gökyüzünü ortadan ikiye yarıyordu.Fakat garip olan bir şey vardı...sirenler hiç susmamıştı.

Normalde,birkaç dakika boyunca çalmaya devam eder ardından yerini sessizliğe bırakırlardı.Fakat bu gece,durmadan devam ettiler.Görmezden gelmeye çalıştım,anneme iyi olduğumuzla ilgili mesaj yazmaya uğraşıyordum.Fakat Jenny paniklemiş görünüyordu.

“Bir şeyler ters gidiyor.” dedi kulağını bodrumun kapısına dayarken.

O haklıydı.Sirenlerin sesi...garipti.Tonu,normalden biraz daha yüksekti,aynı tınıda kalmaya çalışıyormuş gibiydi.Ve mekanik sesin altında başka bir şey varı.Düşük,boğuk,zar zor duyulabilen bir sesti.Fakat kesinlikle oradaydı.

Bir gürültü koptu,bodrumun duvarlarını sarstı.İşte o an,ilk çığlığı duymuştuk.

Ses dışarıdan gelmişti,kan donduran boğuk bir sesti.Jenny donakaldı,telefonum ellerimin arasından kaydı.Birbirimize sessizce bakmaya başladık,daha fazla duymaya çalıştık.Başka bir çığlık geldi,ardından bir tane daha ve bir tane daha.Artık panik ve kaosun karışımından oluşan bir koro gibiydiler.

Evin önüne bakan cama uzandım.Yağmur cama vuruyordu,fakat şimşeklerin ışıklarının arasında,midemi bulandıran bir şey gördüm.

Gökyüzü yeşil değildi,fırtınadan önce olması gerektiği gibi değildi.Gökyüzü,kıpkırmızıydı.Derin,dönen kırmızı,sanki bulutlar kanıyormuş gibi.

“Bir şey görüyor musun?” diye fısıldadı arkamdan Jenny,sesi titriyordu.

Tam cevap verecekken elektirikler kesildi,karanlıkta kalmıştık.Ardından tıklama sesi geldi.

Tıklama kapıdan değil,bodrumun duvarlarından geliyordu.

3 Keskin tıklama, sanki birisi-veya bir şey- içeriye girmeye çalışıyordu.Jenny kolumu kavradı,tırnakları derime batıyordu.”Bu fırtınada dışarıda birisi olamaz.” Sesi zar zor duyuluyordu. 

Tıklamalar tekrardan geldi,bu kez daha sesli ve yakındı.Bir insanın harket edebileceği gibi hareket etmiyordu.Bodrumun etrafında dönüyordu,olması gerektiğinden çok daha hızlı bir şekilde.

Ardından,o konuştu. 

İlk başta,anlamsızdı,radyo statiği gibi.Ama sonra kelimeler netleşmeye başladı.Oysa ses,tamamen yanlıştı—çok derindi,bir insana ait olamayacak kadar bozuktu.

“Bizi içeri al.”

Jenny’ide çekerek geriye topalladım,birbirimize sarılarak köşede kapandık.Ses tekrardan geldi,bu kez daha yakından gelmişti.Bu kez,evin içinden gelmişti.

“Bizi içeri al.” 

Sirenlerin sesi dahada arttı,artık çığlıklara benziyorlardı.Alttaki boğuk ses dahada yükseldi,daha anlaşılır oldu.O,nefes sesleriydi.

Fırtına hiç bitmedi. Sabah hiç olmadı.

Hatırladığım son şey,bodrumun kapısı gıcırdayarak açılması.İçeriye soğuk bir rüzgar girmesi ve bir figürün gelmesiyle Jenny’nin çığlık atması.Onu nasıl tarif edebilirim bilmiyorum,diyebileceğim tek şey,o insan değildi.

Şimdi yalnızım.Jenny kayboldu.Onun nerde olduğunu hatta yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyorum.Fakat,daha kötü bir şey var.

Telefonumun titrediğini duydum.Bir hava durumu alarmı.

Sirenler tekrardan çalmaya başladı.

Ve bu kez,sanırım benim için geliyorlar.

Not: çeviri driptrollge'ye ait ben paylaşıyorum.

Ç.N: Selam,ben yeni çevirmeniniz sayılırım:D

Greatestgore.you hikayesinden bilirsiniz beni.

Ara ara çeviri yapıp atmaya çalışacağım.

I've always hated dolls

 Herkesin mantıklı olsun ya da olmasın korktuğu bir şey vardır. Benimkisi her zaman oyuncak bebekler olmuştur. Bütün bebekler değil, çoğunlukla insana fazla benzeyen bebekler. Sanırım beni asıl etkileyen şeyler gözler.

Bu yüzden kendi palyaço bebeğimin mirasçısı olduğumu öğrendiğimde ne kadar mutlu olduğumu tahmin edersiniz.

Rahmetli büyük teyzemden bana bir hediyeydi. Onu hayatımda belki bir ya da iki kez görmüşümdür. Bu yüzden tüm bu şeyleri neden bana bıraktığını anlayamadım.

Bu bebek kabuslarımdan fırlamış gibiydi. Oyuncak bebek olması yeterince kötü değilmiş gibi bir de palyaço unsuru eklemişlerdi. 

Bebeğin cama benzeyen yüzü beyaza boyanmış, gözleri, ağzı ve yanaklarında ise kırmızı işaretler vardı. Ancak gözlerinin kendisi siyah bir boşluktan başka bir şey değildi. Yanlardan fışkıran kalın beyaz saçları ve tepesinde neredeyse bir kirazı andıran yuvarlak bir şapkası vardı.Dış görünüşü aslında tipik bir palyaço kıyafeti. Yüzü bildiğin, kırmızı ve beyaz karışımıydı. Bu bebeğin boyu yeni yeni yürümeye başlayan bir çocuk boyu kadardı. Başka bir deyişle, yanında kendimi rahat hissedemeyeceğim kadar büyüktü. 

Onu başka birine verebilirdim ama anneanneme olan saygımdan dolayı elimde tutuyorum. 

Yani doğal olarak onun yeni evi benim dolabım olacaktı. Onu, içine bana uymayan kıyafetleri koyduğum arkadaki eski bir şifonyerin üstüne yerleştirdim. Bunun böyle olacağını ve hayatımın her zamanki gibi devam edeceğini düşündüm. Ne yazık ki durum öyle olmadı işte. Pek düzenli biri sayılmam bu yüzden kıyafetlerimi dolaba nadiren koyardım. Sonuç olarak palyaço dostumu uzun bir süre boyunca görmem gerekmedi.Birkaç hafta sonra nihayet temiz bir kot pantolon aramak için dolabı açtım. O, oradaydı. Şifonyerin önünde yerde oturuyordu. Bir şekilde şifonyerden düşmüş olabileceğini düşündüm çünkü net bir şekilde onu üstüne koyduğumu hatırlıyorum.  Bu boş siyah gözler benim için çok fazlaydı. Pantolonu hemen alıp onu geri yukarı koymaya zahmet etmeden bıraktım. 

Günün geri kalanını şifonyerden nasıl düşmüş olacağını düşünerek geçirdim. 

Yani, meraklı biri olarak, eve döndüğümde dolabı kontrol etmeye karar verdim.

Bebek oradaydı tabii ki ama eski yerine geri dönmüştü. Ona yaklaştım ve boş gözlerine baktım. 

Hiçbir şey.

Her ne kadar beni ürkütmüş de olsa, o bir oyuncak bebekti, değil mi?

Onu yerde hayal etmiş olmalıyım. Yalnız yaşıyorum yani başka birinin onu hareket ettirmesine imkan yok. Ama yine de, olabildiğince dolaptan uzak durmaya karar verdim. 

Birkaç gece sonra, kahkahaya benzeyen bir sesle uyandım ve ses sanki dolaptan geliyor gibiydi. Belli belirsiz bir sesti bu yüzden beni uyandırmasına biraz şaşırmıştım. Genelde uykum ağırdır. Böyle bir şeye uyanmak bayağı garip bir durumdu. 

Yapmak istediğim son şey o dolaba girmekti bu yüzden beklemeye karar verdim.

Yaklaşık 30 saniye sonra yüksek bir gümbürtü sesi duydum ve sonra kahkahalar kesildi.

Mevcut tüm ışıkları açtıktan ve mutfaktan bıçağı aldıktan sonra dolabı kontrol etmenin zamanının geldiğine karar verdim.

Yavaşça kapıyı açtım ve..

Tamamen normaldi, kesinlikle sıra dışı bir şey yoktu. Hatta bebek bile şifonyerin üstündeki normal yerindeydi. 

Bebeği elime aldım ve herhangi bir ses kutusu gibi bir şey olup olmadığını anlamak için etrafını yokladım ama yoktu. 

Sesli bir iç çekişle, palyaçoyu yerine geri koydum ve dolabı bıraktım. Belki de kendimi kaybediyordum.

Sonraki birkaç gün boyunca tetikteydim. Orada burada kayıp ya da yeri oynatılmış küçük şeyleri, en önemlisi de yemediğime yemin ettiğim küçük yiyecek parçalarını fark etmeye başladım.

Bıkmadan usanmadan evimin her köşesini aradım, böcek ya da diğer davetsiz misafirlerin olası izlerini aradım. Her yeri, yani dolap hariç.

Ne yazık ki, aramalarım hiçbir sonuç vermedi hatta kendimi kaybettiğim fikrini doğruluyordu. 

Ta ki birkaç gece sonra gülme sesleri geri gelene kadar. Ama bu sefer sadece belli belirsiz bir kahkaha değildi. Bu gümbür gümbür bir kahkahaydı. Kahkaha tüm evimde yankılanıyor gibiydi.

Dehşete kapılmıştım, yatağımda kılımı bile kıpırdatmaya cesaret edemiyordum.

Gülüşmeler devam etti ve aniden dolabımdan gelen yüksek sesler duymaya başladım, kapısı açılana kadar.

Büyük, karanlık bir figür ortaya çıktı ve odamdan hışımla çıktı. Evin içinde koştuğunu, ön kapımı açtığını ve gittiğini duydum. Bu olur olmaz, kahkahalar kesildi.

Kendime nefes almam gerektiğini hatırlattıktan sonra nihayet yatağımdan kalkabildim. Dolaba yaklaştım.

Bulduğum şey beni sarsmıştı.

Eski şifonyerim artık duvara dayalı değildi. Oysa şimdi dolabımın ortasındaydı ve şifonyerin olduğu yerde bir delik vardı.

Bir insanın arkasına sığabileceği kadar büyük ama üstü örtüldüğünde asla fark edilmeyecek kadar küçük bir delikti. 

Deliğin yanında, bir kolunu deliğe doğru uzatmış, dimdik oturan bir bebek vardı. Ne bulabileceğimden korkarak deliğe bakmaya cesaret edemedim. Bunun yerine bebeği aldım ve 911'i ararken kendimi arabama kilitledim.

Polis daha sonra olanlarla ilgili şüphelerimi doğruladı. Birisi evimde yaşıyordu.

Deliğin içinde kişinin uyuduğu bir palet ve az miktarda çöp vardı. En kötüsü de, bu kişinin küçük bir çakı koleksiyonu vardı. Muhtemelen silah olarak kullanılmamaları gerekiyordu, ama yine de bunu düşünmek pek rahatlatıcı değil.

O geceden beri palyaço arkadaşım odamdan çıkmadı. Artık yatağımın yanındaki masanın üzerinde kendine ait özel bir tüneği var.

Hala oyuncak bebeklerin büyük bir hayranı değilim, ama belki de hepsi o kadar da kötü değildir.

Not: Garibanlar ne çektiler dolaplardan, oyuncak bebeklerden.

31 Ekim 2024 Perşembe

Stories For My Daughter

Benim için yılın en harika zamanı Noel değil, Cadılar Bayramıydı. Evin her yerini örümcek ağları ve sahte örümceklerle donatırdım. Çok ama çok özel bir gün olurdu...

Sonbahar gelmiş ve yapraklar düşmeye başlamıştı. Kılık değiştirme ve gerçekliği askıya alma zamanıydı. Kızımla, ocağımızın yanında, balkabağı fenerlerimiz ve şekerlemelerimizle oturarak birbirimizi korkutuyorduk.

Kızım her zaman korkunç Cadılar Bayramı hikayelerini severdi ve geçen yıl da farklı olmamıştı. 

Mutfak masasında, balkabaklarımızı oyarak onlara korkutucu yüzler çizmeye hazırlanırken, büyük bir kaseye iplik gibi sulu tohumları kazıyorduk. Aniden bana sordu:

"Zamanı geldi mi? Hikaye zamanı geldi mi?"

"Pekala," ona gülümsedim. "Nereden başlayalım? Monkey’s Paw’dan mı?"

"Hayır, hayır, o eski bir hikaye," yüzünü buruşturdu. "Bana yeni bir şey anlat."

"Tamam, tamam," pencereden dışarı bakıp ayın bir bulutun arkasında kaybolduğunu gördüm. "Peki, sana bir hikaye anlatacağım." Ve biz balkabaklarını kazıp oymaya devam ederken, hikayeyi anlatmaya başladım:

Bir zamanlar, uzun zaman önce, Jacob adında bir çocuk vardı, ve babasıyla birlikte bir ormanın yanındaki bir evde yaşıyordu. Bir gece, babası onu derin uykusundan uyandırdı.

"Oğlum," fısıldadı. "Dışarı çıkmam gerekiyor. Köyde bir kadın doğum yapmak üzereymiş ve ben orada olmalıyım." Jacob’ın babası köyün doktoruydu ve çok saygı görüyordu.

"Ama baba," Jacob uykulu bir sesle mırıldandı. "Kurt ne olacak?"
Köyde ve ormanın kenarında büyük bir kurt görüldüğüne dair söylentiler dolaşırdı ve köylüler kurttan çok korkarlardı.

"Korkma, oğlum," babası onu rahatlattı. "Tüm kapıları ve pencereleri kilitleyeceğim, sen tamamen güvende olacaksın.’

Çocuk titreyen çenesiyle baktı, ama babasına güvendi ve tekrar yatıp uyumaya çalışmayı kabul etti.

Ancak babası dışarı çıktıktan sonra, Jacob uyuyamadı. Evdeki her ses, her gıcırtı sanki daha da yükselmişti. Yatak örtülerini alıp pencerenin önüne kıvrıldı, babasının geri dönmesini bekledi. Penceresinden dolunayın ışığını görünce biraz olsun iyi hissetti. Gecenin karanlığındaki ormanının kokusu pencereden içeri dolarken, sersem bir uykuya daldı.

Sonunda, babasının arabasının ışıklarını evin yolunda gördü. O kadar rahatladı ki, onu karşılamaya koştu.

Jacob’ın babası, evden dışarı doğru büyük bir kurdun fırladığını gördü, ama ne yapacağını anlamadan bir av tüfeği sesi duydu ve kurt yere düştü. Ormanın kenarından bir grup köylü belirdi. Kurt avına çıkmışlardı. İlk başta, doktorun acı dolu çığlığını anlamadılar.

“Ne yaptınız siz?” diye bağırdı ve kurdun düştüğü yere koşarak gitti, bedenini kucaklayıp kollarında tuttu. Son nefesini verirken, köylüler, kurdun devasa, tüylü bedeninin bir çocuğa dönüştüğünü görünce dehşete kapıldılar.

“Yani doktorun oğlu kurt muydu?” diye sordu kızım, kahverengi gözleri kocaman açılmıştı. “Bu üzücü bir hikayeymiş, anne.”

“Sanırım öyle, tatlım, ama bazen korku, hem üzücü hem de dehşet vericidir. Neyse, bence bu balkabaklarını yakma vakti geldi.”

Balkabaklarımız hazırdı, onları oturma odasına taşıdık. Televizyonun önündeki alçak masaya koyup içlerine mumlar yaktık. Gelenek gereği, şimdi korkutucu çizgi filmler izleme zamanıydı.

Kızım bu çizgi filmleri daha önce birçok kez izlediği için çabucak sıkıldı. Masanın üzerindeki tozlu tarot kartlarını aldı.

“Geleceğimi söyle, anne.”

İç çektim. “Artık bu kartları kullanmayı sevmiyorum, tatlım. Sana başka bir hikaye anlatsam nasıl olur?”

“Bu tarot kartlarıyla mı ilgili?” diye sordu.

“Hayır, ama hikayenin içindeki sihirbaz, bazı sihir numaraları için kartları kullanıyor. Bu hikayenin adı, ‘Duman ve Aynalar’.”

Koltukta yanıma kıvrıldı ve ben de tekrar anlatmaya başladım:

Bir zamanlar, sihir numaraları yaparak geçimini sağlayan bir adam vardı. Çocuk partileri ve çok küçük mekanlarda gösteriler yapıyordu. Pek iyi değildi ve çoğu zaman insanlar, adam kartlarını değiştirdiğinde ya da kollarından bir şeyler çıkardığında bunu anlayabiliyorlardı. Bir gün yerel gazeteyi karıştırırken, bir ilan gördü:

İYİ BİR EVE ÜCRETSİZ. BİR ÇİFT SİHİRLİ KABİN. İZLEYİCİLERİNİZİ ŞAŞIRTIN!

Buna bayılmıştı. Çok para kazanamıyordu ve böyle bir şeyi gösterisinde kullanmayı çok isterdi, ama asla satın alamamıştı. Hızla ilandaki numarayı aradı ve onları almaya gitmek üzere işlerini ayarladı.

Onları gördüğünde, bunun hayal edebileceğinden çok daha fazlası olduğunu anladı. Yaklaşık altı fit boyunda ve altıgen şeklindeydiler, her bir dış kapak, tam boy aynalarla kaplıydı. Önündeki kapıları sessizce açılıyordu ve içi yumuşak siyah kadife ile kaplıydı.

Sihirbaz, şansına inanamadı ve adamın neden bunları bedava verdiğini sordu. Satan adam, artık onlara ihtiyacı olmadığını söyledi.

“Peki, bunlar nasıl çalışıyor?” diye sordu sihirbaz.

Satıcı, bir anlığına evine girdi ve kafeste bir papağanla geri döndü.

“Bu nasıl çalışıyor bilmiyorum,” diye itiraf etti, “Sadece çalışıyor.” ve papağanı bir kabine koydu. İkinci kabine doğru yürüyüp kapıya üç kez vurdu. “Hoş geldin!” dedi, çok tiyatral bir tonla. İlk kabinden hışırtı sesi geldi ve kapının etrafındaki çatlaklardan duman yükselmeye başladı. İkinci kabinin kapısını açtığında, kafesindeki papağan oradaydı.

“Ah, bunlar harika!” diye sevinçle bağırdı sihirbaz. Kabinleri eski, döküntü minibüsüne yükledi.

“Sana bir uyarı,” dedi satıcı. “Bunları temin ettiğimde, bu numarayı yaparken asla insan kullanmamam gerektiği söylendi. Kendine de bir papağan almanı öneririm.” Sihirbaz başını heyecanla sallayarak onayladı ve yola çıktı.

Bundan sonra, sihirbaz için işler hızla açılmaya başladı. Gösterisinin diğer kısımları hala vasattı, ama izleyiciler sihirli kabin numarasından çok etkilenmişti. Kabinleri, performansı sırasında insanların incelemesi için açık bırakıyordu ve gösterisinin büyük bir kısmında, izleyiciler neredeyse gösterinin kendisine dikkat etmiyor, kabinleri kurcalayıp sırlarını çözmeye çalışıyorlardı.

Sihirbaz, yeni gösterilerinden çok gururluydu ama içinde bir şeyler onu rahatsız ediyordu. Şu anda kabin numarası için ya bir tavşan ya da bir balık kullanıyordu ve bunun biraz sıkıcı olduğunu hissediyordu.

Bir gün, gösterisinin finaline yaklaşırken, tavşanın kaçtığını fark etti. Durumu açıklamaya çalıştı ama izleyiciler alay etmeye başladı. Kalabalıktan biri, kabine girmeyi istediğini haykırdı. Sihirbaz umutsuzca kabul etti.

Uzun boylu, kaslı bir adam kalabalığın içinden geçerek ilk kabine girdi. Sihirbaz çok gergindi. İkinci kabinin kapısına vurdu ve yüksek sesle “Hoş geldin!” diye seslendi. İlk kabinden hışırtılı dumanlar yükselmeye başladı ve ikinci kabinin kapısı açıldı. Uzun, kaslı adam dışarı adım attı. Biraz sersemlemiş görünüyordu ama ciddi bir şeyi yoktu. İzleyiciler alkışladı ve gösteri sona erdi.

Sonraki birkaç ay boyunca sihirbaz gösterisine devam etti, bazen günde iki performans yapıyordu, ama artık yer değiştirme numarası için izleyicileri kullanıyordu. Bunun daha etkileyici göründüğünü düşünüyordu ve izleyiciler de bunu çok sevmişlerdi.

Bir akşam, yoğun bir günün ardından oturup televizyon izlerken, kanını donduran bir şey gördü. Haberlerde bir adamın delirdiği ve mutfak bıçağıyla ailesini öldürdüğü hakkında bir haber vardı. Sihirbaz, o adamı hemen tanıdı; kabinine ilk giren uzun kaslı adamdı.

Yemek yiyemez ve uyuyamaz hale gelmişti, aklında sürekli bir korku dolaşıyordu. Sonunda, katilin hapiste ziyaretine gitmeye karar verdi.

Katil ile kalın bir cam panelin arkasında yüz yüze geldi. Yanındaki duvardaki telefonu aldı ve mahkumun da aynı şeyi yapması için eliyle işaret etti.

“Beni hatırlamıyor olabilirsin,” diye başladı.

"Oh hayır, seni hatırlıyorum, büyücü adam." dedi katil lafını keserek. "Gelmene sevindim. Sana teşekkür etmek istiyordum."

"Bana teşekkür etmek mi?" sihirbaz afallamıştı. "Neden?"

"Nedeni, beni bu dünyaya geri getirmiş olman." katil gülümsedi.

"Anlamıyorum..."

"Burası çok daha güzel," kıkırdadı. "Çok daha güzel, ve fırsatlarla dolu."

"Anlamıyorum," sihirbaz tekrarladı. "Aileni neden öldürdün? Kabinin içinde ne oldu?"

Katil gülmeye başladı; bu ses sihirbazın kanını dondurdu.

“Yani bir kaza mıydı?” daha da gülerek söyledi. “Seni aptal küçük adam, bilmiyor musun? Kabinlerin bir portal. Uzun zamandır izliyoruz, ve bekliyoruz. Biz papağanlar, balıklar ya da tavşanlara sığamayız, ama bize bir insan bedeni verirsen... Bir iblis, insan bedenine, ruhuna güzelce sığabilir. Sihirbaz, kabinlerinden kaç tane insan geçti?” dedi ve telefonu bırakıp, hapishaneye doğru yürüyerek uzaklaştı.

Sihirbaz donakalmış bir halde oturdu. Kendi tahminine göre, bu sayı yüzü fazlasıyla aşmıştı.

“Vay canına,” kızımın gözleri kocaman açıldı. “Yani, dünyada yüz tane iblis var mı?”

“Ah, en az yüz,” dedim gülerek. “Sihirbazın matematiğinin çok iyi olduğunu sanmıyorum. Neyse, güzel kızım, artık çok geç oluyor. Seni yatağına götürme zamanı geldi.”

Merdivenleri çıkıp onu yatırdım. Şimdi çok uykuluydu, uzun bir gece geçirmiştik.

“Bana Cadılar Bayramı hikayesini anlatır mısın, anne?” diye sordu.

“Hangi hikayeydi o?” diye ona takıldım. “Otostopçuyla ilgili olan mı?" Başını salladı.

“Cadılar Bayramı hikayesi, anne,” diye kıkırdadı.

“Tamam, tamam,” dedim gülümseyerek. “Ama kabus görmeyeceğinden emin misin?” Daha da artmış bir heyecanla başını sallayıp gülümsedi. Kızımın bu hikayeyi neden bu kadar çok sevdiğini asla anlayamayacaktım, ama anlatmaya başladım:

Bir zamanlar nazik bir kraliçe vardı, ve uzak bir krallıkta, büyük bir kalede yaşıyordu. Ancak kocası kral, neredeyse her zaman kaba ve huysuzdu, ve bir gün onu kaleden aşağı fırlattı. Kraliçe ağır yaralandı ve bu olaydan sonra çocuk sahibi olamadı. Her zaman çocukları sevmişti, her Cadılar Bayramı’nda çevre köylerden tüm çocukları kaleye davet ederdi; kale, yüzlerce oyulmuş balkabağı ve binlerce mumla süslenirdi. Onlara en güzel ikramları sunar ve çocuklar her zaman harika vakit geçirirlerdi.

“Sonunda, kral öldü ve kraliçe yalnız kaldı. Şimdi, belki kötü kralın ölümünden kraliçenin mutlu olduğunu düşünüyorsun, ama o artık daha da yalnız kalmıştı. Hayatında kaçırdığı şeylerin farkına varmış ve üzgün ve depresif hale gelmişti. Kalbi soğuyup karardı.

“Kalesinden, çocukların avluda oynadıklarını gördüğünde, bu onu artık mutlu etmiyordu. Kahkahaları, tıpkı bir tahta üzerinde sürtünen tırnak gibi rahatsız edici geliyordu. Böylece, zihninde şeytani bir plan belirdi.

“Bir sonraki Cadılar Bayramı’nda, aşçıları ve hizmetçileri mutfaktan kovdu ve tüm Cadılar Bayramı ikramlarını kendisi hazırladı. Hazırladıkları, en kaliteli malzemelerle yapılmış en lezzetli şekerler ve kurabiyelerdi. Ancak kullandığı bir malzeme, tariflerinde yeri olmayan bir şeydi. Şekerle birlikte bolca fare zehri karıştırmıştı, ve pişirdiği her şeyde şeker vardı.

“Her zamanki gibi, çocuklar Cadılar Bayramı partisinde toplandı ve her yıl olduğu gibi, kraliçenin sunduğu ikramlarla midelerini doldurdular. Her zamanki gibi harika zaman geçirdiler ve gecenin sonunda, ebeveynleri gelip onları evlerine götürdü.

O gece tüm köy için korkunç bir gece oldu. Bazı çocuklar feci şekilde hastalandı, hatta birçoğu öldü.”

Kızımdan minik bir mırıltı sesi duydum ve ona baktığımda huzur içinde uyuduğunu gördüm. Alnına bir öpücük kondurdum ve sessizce odasından çıktım. Hikayenin sonuna geldiğimde, her zaman “Ve bu yüzden kapı kapı dolaşmama izin vermiyorsun, değil mi anne?” derdi.

O korkunç Cadılar Bayramı gecesinde, altı yıl önce, deli bir kadının çocukların şekerlerini zehirlediği zaman geldi aklıma.

Siren sesleri gecenin havasını dolduruyordu ve sokakta panik içinde ağlayan ebeveynler vardı. Komşum evinden fırlamıştı, kollarında baygın oğlunu tutuyordu. Basamağın üzerindeki balkabağı devrilip patlayarak kaldırımda ezildi. Bense verandamda durup, önümdeki dehşeti algılamaya çalışarak etrafa bakınıyordum. Bazı çocuklar, ambulans gelmeden önce çoktan ölmüşlerdi.

Aşağıdaki saat tam on ikiye çaldığında bu ses, beni gerçekliğe geri döndürdü ve geri dönüp kızımın odasına baktım. Cadılar Bayramı’nın lanetli saati gelip geçmişti ve özel günümüz sona ermişti. Yatağı boştu.



Ç/N : Selammm upuzun bir aranın sonunda! Halloween şerefine pasta çevirmek istedim, uzun zamandır bir geri dönüş yapmayı da düşünüyordum. Oldlar beni iyi tanır (:

Cadılar Bayramınız kutlu ve korkunç olsun! Yeni çevirilerim gelmeye devam edecek. Stay creepy :3

11 Eylül 2024 Çarşamba

GreatestGore.you

 Ben, dehşet sitelerinde dolaşmayı seviyorum. Çoğu insanın bunu rahatsız edici bulduğunu biliyorum, ben de onlara katılıyorum. Fakat cips yemek gibi, başladığınızda durmak zordur. Fakat bu, geçen gece değişti.Herzamanki şeyleri aratıyordum;Reddit'te savaş görüntüleri,Twittler ve eski web siteleri.Fakat bu benim için yeterli değildi. Sanırım bütün kan ve cesaret birbirine karışıyor, sonucunda hastalıklı merakımı tatmin edemiyorum.


Rastgele insanlarla bu saplantım hakkında konuşuyordum. Derken yeni bir mesaj geldi.
**Yeni şeylere ihtiyacın mı var?Şuna bir göz at!** bir link vardı. Tabiki de bana o siteye girmemem gerektiği söylüyorsunuzdur.Fakat,yeni bir vahşet sitesi kulağa cezbedici geliyordu.
Linke tıkladım,basit siyah temalı kırmızı yazılardan oluşan basit bir siteydi. 14 yaşındaki bir ergenin kendi vahşet sitesini yapmaya çalıştığını düşünüp aşağıya kaydırdım.

Sitenin adı GreatestGore.You’du. Bunun aptal ‘’Bedava site yapma’’ proglamlarından çıktığını düşündüm. Aşağıya kaydırdım ve hoşgeldiniz mesajını gördüm.

GreatestGore.you’Ya Hoşgeldiniz!!!Eminim Çok Beğeneceksiniz!!!

Utanç verici, diye geçirdim içimden.Bir yandanda sitede dolaşmaya başladım ve videolardan oluşan bir bağlantı buldum.Artık insan trajedilerini izleme vaktiydi.İlk videonun başlığı ‘’Aptal Adama Araba Çarpıyor’’ du.Genç bir adamın cep telefonu görüntüleriydi.Karşıdan karşıya geçerken hızlı bir araba ona çarpıyor,vücudu havaya sıçrıyor,uzuvları zemine çarptığında parçalanıyor,en sonunda beton zeminde yuvarlanıyordu.Gülümsedim ,bu cidden güzeldi .Ve evet, aptal birisi araba tarafından eziliyordu. Bir sonrakine tıkladım ‘’Pitbull’’

Bu sefer sadece bir fotoğraftı,bir kol avuç içinden dirseğine kadar parçalanmış.Lif lif olan kırmızı kastan,aradan fırlayan kemikten ve diş izlerinden oluşan bir vahşetti bu. Duraksadım, kaşlarımı çattım. Bu bir şekilde tanıdık geliyordu…

Bunu daha önceden görmüş müydüm?Onu görüp unutmam imkansız sayılmazdı.Bunun gibi yüzlerce fotoğraf görmüştüm. Bir sonrakine tıkladım ‘’Sadece Bir Çene’’

Bu seferki,intihar eden bir adamın fotoğrafıydı.Köşede,kanlar içinde yatıyordu.Silahın patlamasından sonra çenesi yok olmuştu.Sadece birkaç et parçası kalmıştı.Aynı şeyi hissettim.Deja-vu gibi değildi.Peki ya bu neden tanıdık gelmişti?Eski bir kapüşonlu ve kot pantolon giymiş sıska bir adama benziyordu, şimdi her yeri kanla kaplıydı. Bir sonraki videoya geçtim ‘’kartel’’

Huzursuz hissetmeye başlamıştım.Başım belaya girecekmiş gibi hissediyordum,sanki küçük bir çocukmuşum oyun parkında bir yaramazlık yapmış,başımı derde sokmuş gibiydim.Yine de devam ettim.Bu sefer bir videoydu.Ormanda,siyah giyinimli ve siyah maskeli bir adam eline bir pala tutuyordu,karşısında kafasına çuval geçirilmiş,elleri arkasından bağlanmış bir adam dizlerinin üstünde duruyordu.Maskeli adam İspanyolca anlamadığım bir şeyler söyledi,bu kısmı geçtim.Maskeli adam,diğer eliyle yerdeki adamı çenesinden tutup başını yukarı kaldırdı ardından palayı adamın boğazına geçirdi.

‘’Siktir!Siktir!Dur,Lütfen!’’ Adamın boğazından kanlar fışkırırken hırıltılı bir şekilde bağırmıştı.Kan,bütün gövdesini ve kıyafetini kaplamıştı.Hasta hissetim.Videodan kaynaklı değil,daha kötülerini görmüştüm fakat ses…Bir yerden tanıdık geliyordu. Kıyafetimden içeri soğuk su boşaltılmış gibi hissettim ve videoyu kapattım.

Bu his dahada kötüye gitti.Neden izlemeye devam ettim ki?Hasta hissetmeme karşı devam etmek istedim,daha kötülerini de görmüştüm.En sonunda devam ettim.Bir sonraki de bir videoydu"Yan Hasar”.Bu bir mağazanın giriş kısmını gösteren güvenlik kamerası kaydıydı.Sarışın bir adam girişte abur cubur alıyor,kamerada yüzü gözükmeyen kasiyerle konuşuyordu.Ardından içeri maskeli ve silahlı 2 kişi girdi.Birisi pompalısını kasiyere,diğeri tabancasını sarışın adama doğrulttu.Aralarında birkaç kelime konuşmadan sonra silahlar ateşlendi.Sarışın müşteri mağazadan kaçan iki silahlı adam tarafından vurulmuştu.Adam göğüsünden birkaç kez vurulmuştu,şimdi köşede bir kan birikintisin içindeydi.Kasiyer telefona bir numara yazarken,adam kameraya baktı.Kamerayla adamın arasındaki mesafeye rağmen,kameranın kötü kalitesine rağmen adam kızıl bir iz bırakarak sürünürken yüzünü seçebiliyordum.Benim yüzümü…

Bu gerçek olamaz,bu gerçek olamaz.Kendime tekrar ettim.Yanlış anlama olmalıydı,sadece bir benzeme.Bana benzeyen 20’lerinde olan beyaz tenli ve sarışın bir sürü insan var.Yine de emin olamadım,başka bir tanesine geçtim,başlığına bile bakmadım.Bu bir araba kazasıydı,hasar almış bir arabanın sürücü koltuğunda oturan,kolları kırık ağaç dalları gibi bükülmüş,göğüsü parçalanmış bir adam.Fakat,yüzünü kaplamaya yetecek kan yoktu.Benim yüzümü.

Soluk soluğaydım,bu gerçek olamazdı.Hızlıca düzinelerce videolara ve fotoğraflara baktım.
Benüm yüzüme sahip bıçaklanmış kurban.Sahildeki kararmış ve şişmiş cesedim.Makineye sıkışmış bedenim.Fotoğraflar,videolar,hepsi bendim.

Bir anda bir şey farkettim,hemen eski videolara ve fotoğraflara baktım,araba çarpan adam,kesinlikle bendim.Parçalanmış kol,benim kolumdu,çocukluktan kalma bir yaranın izini bile görebiliyordum.Kafası olmayan cesedin giydikleri,benim kıyafetlerimdi.

Boğazı kesilen adamın hırıltılı sesi,benim sesimdi.Napacağıma dair hiçbir fikrim yoktu.Hızlı hızlı nefes alıp veriyordum,sersemlemiştim.Daha fazla kafayı yemeden önce bir bağlantı daha çıktı.
‘’Ooops,bunu görmemeliydin’’

Bir zombi gibi yavaşça tıkladım,benim resimlerimden oluşan küçük bir kolajdı.Bir tanesi bir evi gösteriyordu.Diğeri bir pencereyi.Ardından bilgisayar başında sarışın bir adam.Sonraki adamın arkasından bir fotoğraf.En sonunda,adam klavyesinin üzerine yatmış,sırtı ve kafasında büyük bir yara var.Elektronik eşyalarının üstü tamamen kaplı

O adam,bendim.Kapıyı ve camları kilitledim.Beyzbol sopamı aldım ve polisi aradım.Şuanda napacağıma dair hiçbir fikrim yok,lütfen yardım edin.S-Sanırım arka kapının açıldığını duydum…

NOT:İlk çevirim,hatalar olabilir.

driptrollge çevirmiş ben paylaştım.


4 Haziran 2024 Salı

Yamalı Adam ile ilgili tekerleme ve resim oyununu hatırlayan var mı?

Yamalı Adam, Yamalı Adam, oyun oynayalım!

Yamalı Adam, Yamalı Adam, çerçevede!

Ve sonraki satır, derini çalmakla ilgili bir şey. Ama ne yazık ki sonunu hatırlayamıyorum. Eski bir arkadaşım için bulmaya çalışıyorum.

Bu arkadaşım —gizlilik nedeniyle ona Kayla diyelim— bana birden mesaj atarak kahve içmek için buluşmayı teklif etti. Çocukluk günlerimizden bahsederek buluşup sohbet etmek istedi.

 Memleketimizde kalan birkaç kişiden biriyim, hatta belki de tek kişi. Burada aslında pek bir şey yok, sadece bulutlara doğru fırça gibi uzanan birçok çam ağacı var ve gökyüzünü sürekli griye boyuyorlar. Ağaçlar ve yamaçlar yollarımızı dolambaçlı yapıyor, evlerimiz gölgede kalıyor ve dallar gökyüzünü kapatıyor. Ta ki arazi düzleşip otlaklara dönüşene kadar yeterince uzaklara gitmeye istekli olana kadar.

 Bütün bunları söylemek gerekirse, bizim uykulu kasabamızın kendine özgü tuhaflıkları var ve bu oyunun başka yerlerde yaygınlaşmamış olması çok mümkün. Kayla bunu bana mesajında bahsettiğinde, anılar geri döndü. İlkokulu yıllardır düşünmemiştim. Birdenbire kendimi tekrar oyun alanında, Kayla'nın beni öpmeye çalışmayı bırakmadığı için çığlık atarak kumun üzerinde koşarken buldum. O Pepe LePew gibi davranırken ben kedi gibi davranıyordum. Dürüst olmak gerekirse, o anı dışında Kayla'yı pek hatırlamıyordum. Aynı okula son sınıfa kadar birlikte gitmiş olmamıza rağmen, o popüler kızlardan biri oldu. Ve ben okulun tek eşcinseli (aslında biseksüelim ama neyse) olduğum için, lise boyunca çoğunlukla başımı eğip hayatta kalmaya çalıştım.

 Küçük bir kafede buluştuk, kasabadaki sadece iki kahvaltı yerinden biri ve kahvesini düzgün bulduğum tek yer. Büyük pencerelerin yanında otururken, onu tanıyıp tanıyamayacağımı merak ettim. Gri gömlek giydiğimi mesajla bildirdim.

İçeri girdiğinde bir an için şaşkınlıkla etrafa bakındı, gömleğimi fark etti ve gülümsedi. “Pat! Neredeyse seni tanıyamadım.”

“Kayla?” Gülümsedim ve ayağa kalktım. “Kesinlikle seni tanıyamadım! Vay, gerçek bir şehir kızı gibi görünüyorsun! Bu çok güzel bir ceket.”

"Burberry," dedi ve belki de böyle sade bir mekânda zengin bir kadın olduğu için utanarak kızardı. "Dövmeni beğendim. O bir kurt mu?"


"Aslında huskym, Snowy. Ona sekiz yaşındayken bu ismi verdim. Onu asla unutmak istemedim, bu yüzden..."

“Bu gerçekten çok tatlı!” Kalbine elini koyarak, gerçekten duygulanmış gibi görünerek sandalyesine oturdu. “Bir köpeğin olduğunu hiç bilmiyordum! Bunu nasıl bilmem? Biliyor musun, oğlum da yakın zamanda bir köpek aldı”

“Artık çocukların mı var?”

“Artık çocuklarım var!”

İlk yarım saatlik sohbet sırasında, Kayla gülümsüyordu, enerjikti ve hayatını paylaşmaktan ve benimkini sormaktan memnun görünüyordu. Ancak babamın sağlığı hakkında konuşurken gözlerinin ara sıra kaydığını fark ettim, sanki dikkatini dağıtan bir şey vardı. Sanki bu güneşli sohbet, suyun yüzeyindeki hafif bir ışık gibiydi ama daha derinlerde düşüncelerini başka yerlere çeken karanlık bir akıntı vardı. Sanki bana bir şey sormak için sabırsızlanıyordu. Ama sonra gülümsemesi geri döndü, makyajı kadar özenle uygulanmıştı.

Sanırım iş kadını olarak hayatı, ona o dostane tavrı tıpkı o pahalı ceket gibi giymeyi öğretti. Ama ben sabırlıyım. Sohbete devam ettim ve hem süslü ceketi hem de süslü gülümsemeyi bir kenara bırakıp ellerinin neden titrediğini bana açıklayacak kadar rahatlamasını bekledim.


Sonunda kahvesinden bir yudum aldı ve sordu, “Jimmy Smythe’ı hatırlıyor musun?”

“Tabii ki Jimmy Smythe’ı hatırlıyorum.” Ona her zaman böyle hitap ederdik. Hayattayken Jimmy olarak değil. Jimmy Smythe. İlk adı, soyadı. Jimmy Smythe, kaybolan çocuk.

“Neye benzediğini hatırlıyor musun?” diye sordu.

Bu soru beni afallattı. O kadar geçmişi düşünmeye çalıştım, ama başımı salladım. Çantasına uzandı ve bir fotoğraf çıkardı gerçek bir, basılı fotoğraf! Bu çok çaba gerektiriyordu. Fotoğrafa baktım ve onu hatırlamaya çalıştım: mavi gözler, sarı saçlar, tombul kırmızı yanaklar ve burnundaki ben.

Jimmy Smythe dördüncü sınıftayken kaybolmuştu. İnsanlar haftalarca aradı, ama hiçbir iz bulunamadı.

“Hatırlıyor musun,” diye sordu, “şerifin Yamalı Adam yüzünden ne kadar sinirlendiğini?”

“Hatırlıyorum.” Başımı salladım. “Onun bulabileceklerini düşündüler.”

Yamalı Adam, bizim küçük kasabamızın korkunç adamı ya da Kanlı Mary’si gibiydi. Birbirimizi korkutmak için kullandığımız korkunç bir hikaye. Gerçek değildi. Ama Jimmy kaybolmadan önceki günlerde ondan o kadar çok bahsetti ki, yetkililer onun gerçekten bizi takip eden biri olduğunu varsaydı. Diğer çocukların da onun hakkında söyledikleri, yetkililerin bunu düşünmelerine neden olmuş olabilir. Ve Jimmy ve diğerleri onun resimlerini çizdi. Çok fazla resim! Yüzü bozulmuş, yamalı, kedi gözü montlu bir adam.

Ben diğer çocukların sardığı modalar ve oyunlarla pek ilgilenmezdim. Yamalı Adam'ı ilk kez okulun bir sanat müzesine düzenlediği gezi sırasında öğrendim. Okulumuz çok küçüktü, biz küçük çocuklar tüm büyük çocuklarla birlikte gittik. Müzeye varınca, biz küçükler odalara dağılıp tablolar arasında dolaşmaya başladık, işaret edip “Aman Tanrım, işte Yamalı Adam!” diye bağırıyorduk. Bazen garip figürlere veya lekeli giysiler içindeki soytarı gibi karakterlere işaret ederdik. Ama çoğunlukla hiçbir figür olmayan tablolara işaret ederdik. Büyük çocuklar anlamıyor ve "Yamalı Adam nedir?" diye soruyorlardı. Ben de pek anlamıyordum aslında, yine de yapıyordum, ama sonra Jimmy bana açıkladı. Resim oyunu bir nevi 'Vay Waldo Nerde' ile o 'Magic Eye' şeyleri arası bir şeydi. Fikir, Yamalı Adam'ı bulmaya çalışmaktı. Çoğu çocuk benim gibi sadece taklit ediyordu. “Tam arkanda,” derdik. “Seni kaçıracak.” gibi şeyler.

Öğretmenler sonunda bizi durdurmamızı söylediler. Ama haftalar sonra, ara sıra, biri hatırlayıp yeniden başlatırdı, Yamalı Adam'ı gördüğünü haykırarak. Bir resmi işaret edip gerçekten gördüğüne yemin ederlerdi ve "Resimdeydi, yemin ederim oradaydı." diye bağırırlardı. Jimmy Smythe kaybolmadan bir hafta önce bunu çok söylemişti.

"Şiiri de vardı," diye ısrar etti Kayla. "Hatırlıyor musun, onu korkutmak için söylerdik?" Ve tekerlemeyi başlattı: “Yamalı Adam, Yamalı Adam…”

''Bir oyun oyna!” diye katıldım, kelimeler hafızamın tozlu bir rafından fırlayarak. “Yamalı Adam, Yamalı Adam, çerçevede! Yamalı Adam… Gerisini hatırlayamıyorum.”

"Evet! Ben de orada takılıyorum!" Elinin tersiyle masaya vurdu. Fincanını kaldırmaya çalıştı ama parmakları çok kötü titriyordu. "Ve sonra bir şeyler cilt çalmakla ilgiliydi. Son satır da ondan nasıl kurtulunacağıydı."

Deri çalmak. Bunu bahsedene kadar unutmuştum. Yamalı Adam'ın kurbanlarının derilerini çaldığı, kendi bedeninin onların parçalarından dikildiği, böylece birinin gözlerine, diğerinin burnuna sahip olduğu...

"Yamalı Adam..." Parmaklarımı kafama vurarak gerisini hatırlamaya çalıştım. "Kahretsin! Bu beni rahatsız edecek. Yazılı olarak yok muydu? Belki eski bir kitabımda veya bir şeyde vardır..."

"Sanmıyorum." Başını salladı. "Tüm resimleri ve... kitapları da yok ettik. O geceyi hatırlıyor musun, Jimmy kaybolduktan sonra hepimiz Roger'ın evindeki şenlik ateşi için toplanmıştık?"


"Ah... doğru. Lanet olsun, unutmuşum. Haklısın. Defterlerimizi attık içine."

"Sadece defterlerimizi değil. Her şeyi. Çizdiğimiz resimler. Ebeveynlerimizin evlerinden çaldığımız resimler. Hatta bazı tablolar. Ve kitap. Hatırlıyor musun? Jimmy'nin kitabı?"

Jimmy'nin kitabı? Şimdi bunu söylediğinde, hepimizin kütüphanede dağıldığımızı neredeyse görebiliyordum, Kayla kızlar masasında Nancy Drew kitaplarıyla. Ben fasulye torbası koltukta Snoopy çizgi romanlarıyla uzanmışım. Ve Jimmy, bir köşe masasından birden bağırdı. Gözlerinizi biraz çaprazlamadan görebileceğiniz gizli resimlerle dolu o Magic Eye kitaplarından birine sahipti ve, "O! O! Yamalı Adam'ı buldum!" diye haykırdı.

Herkes onun masasına toplandı Magic Eye kitabına bakmak için. "Hiçbir şey göremiyorum" ve "Nerede?" diye bir koro yükseldi. Sandy adında bir kız onu gördüğünü iddia etti, ama açıkça yalan söylüyordu çünkü resimde nerede olduğunu bile gösteremiyordu ve... O zamanlar çilli yüzü, bakımsız saçları ve sürekli paten kaymaktan yara bere içinde dizleriyle Kayla, sayfaya dikkatle baktı ve dedi ki, "Ben de görüyorum! Köşede duran bir adam."

Şimdi, lokantada, Kayla çantasına uzandı ve bir kitap çıkardı.

"Burada," dedi, kitabı bana doğru iterek.

Sırtımdan aşağıya buz gibi bir his aktı. Bir Magic Eye kitabıydı, aynı kitap. Farklı bir kopya, ama kapak ve sayfalar aynı. "Neden böyle bir şey yapardın ki.."

"Delirmediğimi söyle bana. Orada olmadığını söyle."

İç çektim. Ama kitabı açtım. "Biliyorsun, ben hiçbir zaman bu şeylerde iyi olamadım. Sanırım hiçbirinde bir şey göremem."

"Görebilirsin. Sana nasıl bakılacağını göstereceğim," dedi Kayla, sabırlı ama ısrarcı bir şekilde. İlk sayfadaki topu nasıl göreceğimi, ikinci sayfadaki uçağı gösterdi. Zordu şekilleri yoğun bir konsantrasyonla ancak seçebiliyordum. Ama hiç ipucu vermeden bir yıldız gördüğümde onaylayarak başını salladı ve sayfayı çevirdi. Bir sonraki daha zorlayıcıydı. Aslında, ne kadar uzun süre bakarsam, resimde hiçbir şey olmadığına o kadar ikna oldum. Bu bir hata olmalıydı.


Alnımda ter oluştu. Koltuk altlarımda nem biriktiğini hissedebiliyordum, cildim soğurken. Bekle... belki bir şeyler vardır... "Sanırım bir figür görüyorum," dedim sonunda. "Bir nevi."

"Bana bakınca kristal kadar net görünüyor," dedi ve kitabı sayfaya bakmadan kapattı. "Bu Yamalı Adam."

"Oh," dedim. Huzursuzluk hissettim. Ama sonra bir an düşündüm. "Ama bu herhangi bir adam figürü olabilir, değil mi? Yamalı Adam hakkında tüm bu şeyleri uydurduk. Sadece bir oyundu"

Ama şimdi çantasından daha fazla şey çıkarıyordu. Çantayı açarak içinden fotoğraflar, makaleler, sanat eserleri döküldü. Bir avuç gazete parçasını bana doğru itti.

"Bu kasabada," dedi, sesi düşük ve titrek, "kayıplar Jimmy'den çok önce başladı. Ve ondan sonra, bir sonraki yıl ikinci sınıfta bir çocuk, daha sonra küçük bir göçmen kız. Kayıplar her on yılda bir oluyor. Birkaç kişi, sonra yıllarca hiçbir şey olmuyor." Ve şimdi, kendini tamamen kaybetti. Peçeteyi yüzüne tuttu, dudakları altında titrerken göz yaşları birikti, sanki bir çığlık atmamak için dişlerini sıkıyormuş gibi. Sonunda patladı, "Bakmak istememiştim! Eski defterlerimi karıştırıyordum, çocukluk eşyalarımı paketlemiştim, ve Yamalı Adam hakkında yazdığım günlük girişlerini buldum..." Ağlamaya başladı. "Yakmalıydım! Unuttuğumu sandım. Yaktığımı düşünmüştüm. Eski çizimlerimi gördüğümde... Artık her yerde onu görüyorum! O... gitmiyor! Gerçek, Jimmy'nin mavi gözü, Jimmy'nin pembe yanağı var. Bak! Bak, görebilirsin"

"Ben bakmak istemiyorum," dedim. Ama o, Jimmy'nin fotoğrafını ve bir dosya dolusu sanat eseriyle birlikte önüme itti. İstemeyerek baktım.

Dosya, insanların evlerinde ya da bir müzede görebileceği türden resimlerin çıktılarını içeriyordu. Başlangıçta hepsi tamamen sıradan resimlerdi. Başımı sallayarak içlerinde hiçbir şey olmadığını söyledim. Ama sonra...

 Sanki gözlerim onu atlamak istiyordu. Ama kollarımdaki tüylerin diken diken olması beni tekrar bakmaya zorladı ve orada, kalabalık bir sokak sahnesini betimleyen bir suluboya resminde, birbirine karışmış tüm şekiller arasında, yağmurdan sonra ıslak mürekkep gibi birbirine karışan, ince, narin deriden yapılmış bir yamalı ceket giyen bir adam vardı.

 Bir sonraki birkaç resimde kaybolmuştu, ama başka bir sahnede yeniden ortaya çıktı. Onu daha fazla resimde gördükçe, Waldo gibi kalabalıkta saklanırken sanat eserlerinin arasında bulmak o kadar da zor olmuyordu. Ve yutkundum, kalbimin kulağımda çarpmasına neden olan korkuyu bastırmaya çalışarak, çünkü şimdi onu yeterince net görebiliyordum ki, o parlak mavi gözü ve kızıl yanaktan tanıyabilecek kadar netti. Gerçekten de Jimmy'nin gözüydü. Ve yakından bakınca, Jimmy'nin ve diğerlerinin Yamalı Adam'da olan parçalarının hepsi yanlış boyutta, bir nevi Frankenstein gibi uymayan ama bakması daha da korkunç olan şekilde karıştırılmıştı...

Aslında, ne kadar uzun süre bakarsam, detaylar o kadar mide bulandırıcıydı. Yamalı Adam'ın ellerinde çok fazla parmağı olduğu, bir kulağının ters olduğu, diğer gözünün iki farklı gözbebeği olduğu, ceketinin düğmelerinin dişler olduğu gibi... Midem bulanmaya başlıyordu. Başım dönüyordu. Bir tür baş dönmesi hissi alıyordum. Birini gözünüzle izlediğinizde ve durduğunuzda her şeyin dönmeye devam ettiği gibi. Bir Magic Eye'a bakıyor gibi hissediyordum ve desenler kayıyordu, cildi neredeyse o büyüleyici desenlere benziyordu..

Sıçradım. 

Kayla dosyayı çarparak kapattı ve bana bağırıyordu, boğazının tüm gücüyle, beni sarsarak: "BAKMA! BAKMA!!!"

Kafedeki herkes bize bakıyordu.

Özür dileyerek kekeledim, hesabı ödedik ve hızla çıktık.

"İyi misin?" diye sordu.

"Evet, evet, ben... hayır, aslında değilim." 

Ona döndüm. "Neden buraya kadar gelip beni böyle bir şeye sürükledin ki-"


"Çünkü ben bir sonraki olmak istemiyorum!" diye ağladı, acı içinde. "Rory ilkokula başlıyor! Sadece tekerlemeyi bilmek istiyorum, Pat. Nasıl bittiğini bilmem lazım! Hatırlayabileceğini düşündüğüm tek kişi sensin! Lütfen. LÜTFEN! Onu nasıl kovaladık? Şenlik ateşinde?"


"Tamam." diye homurdandım, yükselen korkuyu bastırmaya çalışarak hayır. Hayır. Buna boyun eğmeyecektim... bu... bu kuruntu. O resimleri düzenlemişti. Kesinlikle. Ya da... saf inançla beni kendi çılgın korkularına çekmişti. Ama onu bu halde bırakamazdım, bu yüzden dedim ki, "Tamam... bir fikrim var."

Yollara ayrıldık ve akşamleyin evimde buluşmayı kabul ettik. Bu arada, evimin duvarlarında asılı olan, büyükannelerimin kuşağından kalma manzara ve insanları gösteren, hepsi normal olan resimlere baktım. Bu gönderiyi yazarken, eğer sorununu çözemezsek belki başka birinin yardımcı olabileceğini düşünerek yazdım. Hala yazıyı yazarken, kapı çaldı, akşam beklediğimden daha erken gelmişti.

Dışarıda, ateş çukurunun yanında Kayla ile buluştum. Fotoğraflarla dolu dosyalarını getirmişti. Ben de içeriden bir resim getirdim, favorimdi, güzel orman ve gri gökyüzünün bir manzarası. Bu yerin özünü, yalnız izolasyonu ve ıssız güzelliği temsil ediyormuş gibi görünüyordu. Ama yazarken isteksizce kabul etmek zorunda kaldım ki, gözümün köşesinden garip bakışlar almaya başlamıştım, sanki biri ağaç gövdesinin arkasından gözüküyormuş gibi. Bu fikrin daha derine kök salmasını istemiyordum.

Plan basitti: resimleri yakacak, tekerlemeyi tekrarlayacak ve çocukken yaptıklarımızı yeniden canlandırmanın hatıralarımızı canlandırmasını umacaktık. Ateşi yakarken, Kayla orada sıkıntılı ve solgun duruyordu. Makyajını çıkarmıştı şimdi, ve cildi soluktu, çilleri olan yanakları korkuyla çökmüştü. Sürekli olarak, "Yamalı Adam, Yamalı Adam..." diye fısıldıyordu, biliyordum ki tekerlemeyi hatırlamaya çalışıyordu. Ama geri kalanını bilmeden, neredeyse onu çağırıyormuş gibi duyuluyordu.

"Hey," diye dürttüm onu ve kükreyen ateşe dosyasındaki bazı resimleri attım. O da başıyla onayladı ve eski günlüğünü attı, sonra da Magic Eye kitabını ve kalan dosyasını, ve en sonunda da tablomu çerçevesinden söktüm, ikiye böldüm ve kanvası attım. Her şey yakılmaya başlarken, neredeyse ateşi boğacak kadar, birbirimize dönüp el ele tutuştuk. Utanç verici ve saçma hissettirdi, iki yetişkinin çocuklar gibi tekerleme söylemesi, ama yine de yaptık.

"Yamalı Adam, Yamalı Adam, oyun oyna!

Yamalı Adam, Yamalı Adam, çerçevede!

Yamalı Adam, seni görüyorum! Çalmak için bazı deriler mi arıyorsun!" diye bağırdı Kayla, üçüncü satırı hatırlayarak zaferle! Sadece bir tane daha...

"Yamalı Adam, benimkini alamazsın! Sen..."

Ama satır bana geri geldiğinde, durdu, başını çevirdi. Bir şeye bakıyordu. Tekerleme sırasında birbirinize bakmamanız gerekiyor, ateşe bakmamanız gerekiyordu. Ama başını çevirmişti, ağzı açık, gözleri dehşetle açık bir şekilde bakıyordu. Onun bakışlarını takip ettim ve...

Bu imkansızdı. Ama size yemin ederim, o yığının üstünde benim çam ağaçları resmim vardı, kenarları yeni yakmaya başlamıştı, ve Yamalı Adam ağaçlardan çıkıyor ve resimden çıkıyordu, o delici mavi gözü, eskiden Jimmy'ye ait olan, Kayla'ya dikilmiş. Dünya dönmeye ve dalgalanmaya başladı gibi geldi, her şey düzleşmeye başladı 

Kayla da düzleşiyordu. Elleri yüzünde, Scream filmindeki karakter gibi. Yamalı Adam'ın şekilsiz elleri, biri büyük biri küçük, parmakları tüm farklı uzunluklarda ve yanlış, sol elinde iki başparmak olan, onu yakaladı ve içine çekti... ve her ikisi de fırça darbeleri ve kül ve alevlerle birleşti gibi göründü ve sonra kanvas yanıyordu. Resim yoktu. Ve Kayla'nın olduğu yerde kimse durmuyordu, sadece topraktaki ayak izleri.

Şaşkınlık içinde, inanmayarak bakakaldım. Ateş yavaşça sönerken dalgınca durdum. Gördüğüm hiçbir şeyi kabul etmiyorum. Nasıl edebilirim ki? Bir tür kabus olmalı. Tek mantıklı açıklama buydu. Uyanıkken kabus görüyordum. Belki içkime biri bir şeyler kattı. Bilmiyorum. Bilmiyorum.


Ama içeri girdiğimde oturma odasının duvarındaki küçük aile portresine baktım ve iç geçirdim. Çünkü orada, büyükannemin dedemden yaptığı bir resim vardı. Ancak şimdi, dedem yerine, Yamalı Adam vardı, yanaklarında yeni bir çilli deri yamasıyla. Ve kendi kendime, Kayla'nın bitiremediği tekerlemeyi fısıldadım:

Yamalı Adam, Yamalı Adam, oyun oyna!

Yamalı Adam, Yamalı Adam, çerçevede!

Yamalı Adam, seni görüyorum! Çalmak için bazı deriler mi arıyorsun!

Yamalı Adam, benimkini alamazsın! Neden mi? Çünkü SEN GERÇEK DEĞİLSİN!

Ama artık biliyorum ki tekerleme bana yardımcı olmayacak. Tekerleme sadece kuralı söyler eğer gerçek değilse, sana zarar veremez. Eğer ona inanmazsan. Ama sanırım artık çok geç çünkü onu şimdi çok net bir şekilde görebiliyorum, hatta şimdi, bu gönderiyi yazmayı bitirirken bile. Ve umarım, bunu okuyan herkes için, yaptığım hatayı yapmazsınız. Eğer çocuklarınız ondan bahsediyorsa, lütfen onlara gerçek olmadığını ikna edin. Onlar için henüz çok geç değil, onları ikna edebilirseniz.

Lütfen onlara bunun gerçek olmadığını söyleyin...

Şimdi tek umudum unutabilmek ve uykuya dalmaya çalışmak, uyandığımda bunun sadece bir ateşli rüya olduğuna kendimi inandırmaya çalışıcam... Kayla'nın hiç benimle iletişime geçmediğine (zaten tüm mesajlarını sildim) ve hiçbiri olmadığına. Sadece olanların olmadığına inanmam gerekiyor...

Yamalı Adam, Yamalı Adam, oyun oyna!

Yamalı Adam, Yamalı Adam, çerçevede!

Yamalı Adam, seni görüyorum! Çalmak için bazı deriler mi arıyorsun!

Yamalı Adam, benimkini alamazsın! Neden mi? Çünkü SEN GERÇEK DEĞİLSİN!


Selam, ben 1rm1k :') geri geldimm.

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Merdivenler

 

1984 yılında iki katlı bir evde tekerlekli sandalyeye mahkum, tamamen hareketsiz, yaşlı  dul bir  kadın yaşıyordu. Kocasının gizemli ölümünden beri, günlük işlerinde ona yardımcı olması için onu her gün ziyaret eden bir bakıcının yardımına ihtiyaç duyuyordu. İşleri daha da zorlaştıran ise evin iki katının birbirine yalnızca içeriden eski bir merdivenle bağlı olmasıydı. Yaşlı kadının ikisi arasında hareket etmesi gerektiğinde, bakıcı onun narin vücudunu bir bebek gibi merdivenlerden yukarı ve aşağı taşımak zorunda kalıyordu. Bir gün polis dul kadından bir telefon aldı. Bir cinayet işlenmişti.

 O zamanlar polis birimleri az olduğundan ve katil olay yerinden çoktan kaçmış olduğundan, ilk olay yeri raporunu yürütmek üzere yalnızca bir dedektif gönderildi. Bakıcının evin birinci katında ses telleri parçalanmış, kan gölüne dönmüş cesedini, merdivenin tepesinde tekerlekli sandalyesindeki yaşlı kadının hareketsiz ve sessizce onu izlediğini gördü. Belli ki kadın hala şoktaydı.  Merdivenlerden yukarı ve aşağı hareket edememesi ve cinayetin işlendiği sırada orada mahsur kalması nedeniyle onu şüpheli olarak hemen eleyebilirdi. Bu cinayet, yıllar önce alt kattaki kanepede uykusunda boğulan kocasının ölümüne benziyordu.

Dedektif eldivenlerini taktı, fotoğraf çekti, kanıt toplamak için örnek aldı ve daha sonra adli tabip gelene kadar cesedin üzerini örttü; bunların hepsi rutin işlerdi. Herhangi bir ipucu bulmak için alt kattaki evi inceledi, sonra yaşlı kadına üst kata bakıp bakamayacağını sordu. Tüm bu süre boyunca kendisinin yukarıda olduğunu ve o gün kendisinden başka kimsenin orada bulunmadığı konusunda ısrar etti, ancak buna rağmen dedektif merdivenleri çıktı ve yaşlı kadın tereddütle kenara çekildi.

Merdivenin arkasında üç kapalı kapının olduğu dar bir koridor vardı. Her kapının arkasını kontrol etti, boş yatak odasını, hiçbir şey yok, banyoyu, hiçbir şey yok. Yaşlı kadının uyuduğu son yatak odasına doğru yavaş yavaş ilerlerken kaygılanmaya başladı. Kapıyı açtı, her şey normal görünüyordu. Bir yatak, bir gardırop ve lambalı bir komodin. Odanın her duvarını dehşet içinde kontrol etti çünkü keşfettiği şey bu değildi, olduğu yerde durmasına ve yavaşça kılıfındaki silahına uzanmasına neden olan şey keşfetmediği şeydi. Bu o kadar küçük bir ayrıntıydı ki, kocanın ölümüyle ilgili son soruşturmada bunu tamamen gözden kaçırmışlardı. Üst katta telefon yoktu. Silahını çekip odadan dışarı fırladığında aniden bir ses duydu ve merdivenlerin üstünde boş bir tekerlekli sandalye buldu.

16 Mart 2024 Cumartesi

Friends

 

 Çoğu insan gibi ben de çocukluğuma dair pek bir şey hatırlamıyorum. Bu anılar her zaman belirsizdir ve sonunda 'hatırladığınız' her şeyin muhtemelen beyniniz tarafından yeniden oluşturulmuş bir anı olduğunun farkına varırsınız. Bu konuda fazla seçeneğiniz yoktur ve genellikle hafızanızın sizi asla yanıltmayacağına inanırsınız.

 Aklıma gelen ilk anım 5 yaşımdaykendi. Gerçek olup olmadığından emin değilim ama sanırım Michael'la o zaman tanıştım. Hiç arkadaşım olmadı, bu yüzden onunla tanıştığıma çok sevinmiştim. Bana Jack derdi ve bu hoşuma giderdi. İlk karşılaşmamızı hatırlayıp hatırlamadığımdan emin olmasam da, hemen kurduğumuz güçlü bağa şüphe yoktu.

 Son birkaç yıldır her gün yaptığımız şeylerin ayrıntılarıyla sizi sıkmayacağım ama dostluğumuza dair okuyucular arasındaki en şüphecileri bile ikna etmek için birlikte yaptığımız bazı şeylerin ana hatlarını çizeceğim.

 Biraz feminen bir çocuk olan Michael'ın okulda da pek arkadaşı yoktu. Zorbalığa maruz kalmıştı ve gününün en önemli olayı eve gelip benimle bir fincan çay içmesi, bu anlarda bana sıkıntılarını anlatması ve yükünü hafifletmesiydi. Çay, benim teselli sözlerimin aksine, inandırıcıydı.

 En sevdiği aktivitelerden bir diğeri de saçımı kesmekti. Her türlü şekli verirdi ve her birinden keyif alırdım. Neyse ki saçlarım açıklanamayacak kadar hızlı uzuyordu ve sık sık saçlarımı şekillendirme şansı buluyordu.

 Ancak ilişkimizi sürekli geren bir şey vardı. Beni yanlış anlamayın, Michael ve benim birbirimize karşı kesinlikle hiçbir kırgınlığımız yoktu. Sorun onun ailesiydi. Beni onayladıklarını sanmıyordum ve denesem bile nedenini size söyleyemem.

 Bu sadece onaylamama değildi; Benden nefret ettiklerini düşünmeye başladım. Arkadaşlığımız uzadıkça daha da kötüleşti. Bunu düşünmek bile bana acı veriyor, bu yüzden bunun üzerinde çok durmayacağım.

 İlişkimiz başlangıçta ne kadar hızlı geliştiyse, iki yıl sonra azalmaya başladı. Michael büyüyüp tıknaz bir futbolcu oldu ve ben de eskisi gibi kaldım; sıska ve atletik olarak rekabet etmekten tamamen aciz.

 Yeni arkadaşlar edindi ve beni görmezden gelmeye başladı. Bu durum beni çok üzdü, özellikle de ihtiyaç anlarında onun yanında olduğum için. Beni terk etmesi beklediğim son şeydi ve beni çok etkiledi. Sanki dünya üzerinde kimsem kalmamış gibi hissettim.

 Odanın köşesinde oturmuş bunları yazarken, Michael ve arkadaşlarının televizyon izlediğini görebiliyorum. Bazen beni fark edip bana bakıyormuş gibi görünüyor ama ben gerçeği biliyorum. Artık kaderime boyun eğdim; Beni yarattı ama yok etmeyi unuttu.